Ayhan KÜFLÜOĞLU

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Sihrin Yapısı: Bilimsellik Sihri (1)

Büyük Aldanış

Not: Bu yazı, sihirden uyanmanızı garanti etmez ama etkisi altında olduğunuzu farketmenizi sağlayabilir.

Hepimiz “Bilimsellik” sihriyle, hipnotize edilip, büyülenmişiz! Daha dünyaya gözümüzü açar açmaz; evde, okulda, anaokulunda, televizyon ve internette; milyarlarca kez tekrar ve telkin edilen “bilinçaltı” (subliminâl) mesajlarla; zihnimiz, çoktan formatlanıp, kodlanmış ve programlanmış!

Bilimsel Bilgi” truva atıyla, bilinçaltımıza şırınga edilmiş, bu virüslü, bilinçaltı mesajlar neticesinde; varlık ve eşyayı, algı ve anlayışımız, eksik ve yanlışlarla dolu! Bilim/sellik’in, zihnimize kurgulayıp – çizdiği, sahte ve sanal, hatalı bir illüzyonu; gerçeğin kendisi zannediyoruz! Bilim’in bize resmettiği, kurgusal bir evreni; reel evrenin, gerçek ve eksiksiz görüntüsü zannediyoruz!

Bilim/sellik” kamerasının bize gösterdiği bu hatalı “evren imajı”nı; dinden ödünç aldığımız kavramlarla tamamlamaya, boşlukları doldurmaya çalışıyoruz! Ama bu sentetik ve eklektik çözümlerin, yapaylığı ortada!

Tabiri caizse; aklımız, güya “nesnel ve objektif bilimsellik” diyerek; (inancımızı askıya alarak) “inanmayan bir ateist” gibi, görüyor evreni. Subjektif tarafta olan kalbimiz ise, İslâm’a çağırıyor bizi! Kâinata, bir müslümanın bakış açısıyla bakmamızı, tavsiye ediyor bize.

Bu tavsiyeye uyarak: Bilim’in “tabiî oluşum”undan, İslâm’ın “ilahî yaratılış”ına; bilimin “doğal nesne ve madde”sinden, “ilâhî ihsan ve ni’met”ine; “içgüdü ve sevk-i tabiî”sinden, “sevk-i ilâhî ve ilham”a; “fizik – doğa kanunları”ndan, “ilâhi ilim ve irade”ye… sıçramalar yapıyoruz!

Ne yazık ki; aralarında mantıksal boşluklar bulunan bu kavramlar arasında, “mantıksal köprü ve merdivenler” kurmadan; aralarındaki bu boşluğu kapatmadan; yaptığımız bu atlama – sıçramalarla; güya, böylece “bilimsel bilgi” ile “inancımız” arasındaki mesafeyi kapattığımızı düşünüyoruz!

Hasılı: Nesnellik ve objektiflik adına, “aklımız” başka yöne; subjektiflik ve müslümanlık adına, “kâlbimiz” başka yöne çekiyor bizi! Sahte ve yapay gerçeklikler üreten bir şizofren veya kişilik bölünmesi yaşayan, çaresiz bir hastaya benziyor durumumuz!

Bu dediklerim ağır olduysa; en azından, bir yerlerde yanlış giden, arızalı bir durum olduğu ortada! Diyeceğim o ki: Kâlp ve aklımız, parçalanmış ve ayrılmış! Aralarındaki bağlantı ve köprüler yıkılmış! Bunun neticesi olarak: Farklı kıbleleri gösteren, çift pusulamız var sanki. Evreni, fen derslerinde anlatıp; dini, sadece din derslerine hapsettiğimiz zamanlardan beri, bu hep böyle!...

Bilim’in, yaptığı evren tasvirleri ve teknolojik buluşlarının büyüsüne öyle bir kapılmışız ki; sanki bir illüzyonistin, bize, varı yok ve yoku da var gösterdiği bir gösteride; aldatılmaya istekli ve zaten bu amaçla gösteriye gelmiş, seyirciler gibiyiz! İllüzyonistin dikkatimizi çektiği yere bakıyor; çekmediği yere bakmak, aklımıza bile gelmiyor!... Kamera ve kadrajın gösterdiğini görüp, kadraj dışında bırakılan şeylerin farkına bile varmıyoruz!

Meselâ: “Yağmur”un, “neden – nasıl”ını anlatan bir bilim ve ders kitabında; “Bu yağmuru kim yağdırıyor?” sorusu, aklımıza bile gelmiyor, gelmez! Çünkü: Çağımız “Bilim/sellik Epistemolojisi”ne göre dizayn edilip; “neden – sonuç kurgu ve şablonu”yla anlatılan, evrenin bilimsel tasvirlerinde; kim’ sorusuna, zaruret ve ihtiyaç yok(muş) gibi anlatılır, evrenin hikâyesi!

Zaten; nedenlerin, sonuçları yaptığına inanılan bir evrende; “kim” sorusuna, neden ihtiyaç olsunki! Bir bilgisayar veya makina gibi; otomatik olarak işleyen neden – sonuç mekanizma ve programlarının (doğa kanunları) olduğu bir evrende; gözlenen fizikî bir olaya, “fail” aramaya ne gerek var!...

Çünkü: “Bilim/sellik Epistemoloji”sinin zihnimize çizdiği, “determinist ve natüralist” bir evrende; “Tanrı”ya, yapacak bir iş kalmamıştır! Artık O, olsa olsa; sistemi kurup, kuralları belirleyip, programı yükleyip; artık evrenin varlık ve işleyişine karışmayan; bir “İlk Neden Tanrısı” olabilir! (Deizmin Tanrısı!) Fakat bu, şartlı ve kayıtlı bir kabüldür. Çünkü: “Eğer ‘sonsuz evren veya evrenler’ olduğu tespit edilirse; evreni, yok’tan yaratmak için zorunlu olduğunu düşündüğümüz, bu ‘İlk Neden Tanrısı’na da gerek kalmayabilir! Bu Tanrı’ya inanmak için de, mantıksal bir gerekçemiz kalmayabilir!” derler. Yani ifadelerinin bağlamından, mantık ve mefhumundan çıkan anlam ve sonuç bu!

Sözün özü: Bilimsellik Felsefesi’nin; evrendeki fizikî bir olay veya olguyu, “o işi yapan ve yöneten bir fail yokmuş gibi ve buna ihtiyaç da yokmuş gibi;” yani bu algı ve altmesajı verecek şekilde, salt “neden – sonuç şablonu”yla determine edip, anlatması; “bu işin Tanrı’yla ilgisi yok, bu işi Tanrı yapmıyor” demenin, asimetrik ifadesi olmaktadır! (Kulağı, tersi elle göstermek gibi!)

Bilimsel Bilgi’de yüklü ve kodlu bu algı ve altmesajlar; bir “ateist” veya “deist” için, bir problem teşkil etmez. Hattâ onlar: “Biz de böyle diyoruz zaten! İşte tezimizi; bilim de, bilimsel olarak ispatladı!” diyerek; memnun bile olurlar!

Fakat, bir müslüman için bu, kabul edilemezdir! Daha doğrusu, kabul edilemez olmalı! Ama ne ilginçtir ki, Bilim/sellik’in: “Sizin de gözünüzle gördüğünüz gibi; evrendeki bu işleri, otomatik olarak çalışan, neden – sonuç etkileşim ve mekanizmaları yapıyor” demesi, tepki çekmiyor da; aynı cümlenin, tersinden ifadesi olan: “Bu işlerin Tanrı’yla ilgisi yok, Tanrı yapmıyor” demesi, tepki çekiyor!

Elhasıl: Daha “bilimsel bilgi” ve bunların “dizayn ve ifade şekli” ile “itikadî bilgi”miz arasındaki, boşluk ve çelişkilerin farkında bile değiliz! Farkında olmayı geçtik, daha kötüsü: Bilim’in, “otomatik olarak çalışan” bu ‘evren temsil / modeli’ni, artık biz de benimsemişiz!

Madde”nin; varlık ve hareket ve neticesinde, “fail”e (Tanrı’ya) ihtiyaç duymadığı ve bütün bunları, kendi kendine başardığı, bilimin bu “evren tasavvuru”na; artık biz de inanıyoruz! “Fail” olmasa bile, evrende bu işlerin gerçekleşebileceğini mümkün gören; bu önaksiyom, önkabüle yaslanan: “Madde ve Enerji + Tabiât ve Kanun + Sebep ve Sonuç + Tesadüf ve Zorunluluk + Uzun Zaman ve Evrim = Herşey Mümkün” denklemine inanmakta, bir sakınca görmüyoruz! Evrende bu olanlar; “mümkün ki, oluyor; oluyor ki, (demek ki) mümkün” şeklindeki (delil ve ispatın, kısırdöngüsel bir biçimde, devamlı yer değiştirdiği) totolojik safsataya; inanmakta hiç zorluk çekmiyoruz!

Çünkü: Küçüklüğümüzden beri bize empoze edilen; zihnimize, tekrar tekrar işlenen bu telkin ve tekrarlar; bu ateist – deist endoktrinasyonlar neticesinde; bu evren hikâyesinin, gerçeğin kendisi olduğuna inandırılmışız! Bilim’in bu “evren modeli”ni, gerçeğin kendisi zannediyoruz! Zaten bir yalan bile, yüz kere tekrarlanınca; zihnimizde, bir “acaba” uyandırmaması mümkün değil!

Elhasıl: Zihnimizin, gerçekle temasını yitirdiği, bir trans ve hipnoz hâlindeyiz sanki! Artık herşeyi; “Bilim/sellik” kamerasının objektifinden ve onun yazdığı, evren senaryosundan izliyoruz! Onun, eşyaya verdiği; “neden ve sonuç, tesadüf ve zorunluluk, tabiat ve kanun” gibi rollerden ve onun kurgusundan izliyoruz!...

Bildiklerimizin, doğru olduğuna İnanıyoruz!

Evet, Bilim’in, güya “bilimsel gözlem bilgisi” diyerek; zihnimize inşa ettiği “Evren senaryosu” ile “İtikadî bilgi”miz arasındaki, boşluk ve çelişkilerin, farkında değiliz! Farkında değiliz, çünkü, “bilimsellik sihri”nin, algı ve zihnimizi teshir etmesi sonucu; bilim’in, “inanıp – inanmamaktan bağımsız ve ayrı ve bu ikisine tarafsız ve objektif” olduğuna inandırılmışız! Bize verdiği “bilimsel bilgiler”in; yüksüz, “nötr bilgi” olduğuna inanmışız!

Çünkü: “İnanıp – inanmamak”tan bağımsız ve ayrı ve bu iki şıkka tarafsız ve eşit mesafeden bakabilen; yani nötr ve objektif bir “bilgi biçimi” ve “ifade biçimi”nin, mümkün olduğunu zannediyoruz! Halbuki, incelediğimiz birşeye; ya “Yaratıcı ve yöneticisi var(mış)” gibi veya “yok(muş)” gibi bakabiliriz. Ve başlangıçta seçtiğimiz, bu şıkka göre; gözlem bilgilerimizi ifade ederiz. Çünkü: Dilin mantığı ve Mantığın dili icabı, bu iki şıkkın ortası veya dış gözlem ve koordinat noktası yok! Diğer deyişle: Epistemolojik ve ontolojik açıdan; seçebileceğimiz, gidebileceğimiz, bakabileceğimiz üçüncü bir alternatif, üçüncü bir şık yok!...

1600 – 1700’lü yıllarda “Rönesans – Reform – Aydınlanma” üçgeninde sistemleşen ve bunun üçüncü saçayağını oluşturup, günümüzde de anaakım devam eden, mevcut “Bilimsellik Epistemolojisi” ise; tüm “inançlar”a, bilgi’nin, tarafsızlık ve objektivitesini bozan bir “virüs” muâmelesi yaptığı için; kendisini inançlardan ‘arındırarak’; “inançsızlık” tarafına geçmiştir!

Güya “objektif bilgi”ye, “subjektif inancı” karıştırmamak için; “subjektif inançsızlık” tarafına geçmiştir! Diğer deyişle: “Bilgi”ye, inancı karıştırmamak adına, “var(mış)” şıkkını seçmemiş; (var – yok’un, ortası ve dışı ve üçüncü olasılığı olmadığı için de;) diğer gidebileceği mecburî istikamet olan “yok(muş)” şıkkını işaretlemiştir! Bunun sonucu olarak; evrenden elde ettiği “bilimsel gözlem bilgileri”ni,Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, evrene karışmıyor(muş)” aksiyom ve önkabülüne göre dizayn etmiş; bu bilgileri, “ateist – deist” kontekstte ifade etmeyi tercih etmiştir!

Seçtiği bu şıkkın, “bilim”i götürdüğü diğer zorunlu şık da: Evreni ve evrendeki olayları, bir “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist”in gözüyle (ve bu “inanç/sızlık’lar” sanki doğru ve sanki bilimsel olarak gözlenip – ispatlanmış gibi!); anlatmak olmuştur! Yani: Evrenden elde ettiği “bilimsel bilgi” ve “bunların ifadesi”ni; bu inanç/sızlık’larla uyumlu ve sanki bunlar, doğru ve ispatlanmış gibi; (bu algı ve altmesajı verecek şekilde; bu ateist kontekst ve bağlam, bu altzemin ve arkafonda) dizayn etmesi olmuştur!

Elhasıl: Bilimsellik Epistemolojisi; sanki bir öcüymüş gibi, ‘inançlardan kaçayım’ derken; ‘inançsızlığın’ kucağına düşmüş! Güya; ‘tüm inançlardan bağımsız ve ayrı, nötr bilgi vereceğim’ derken; “ateist – deist ve materyalist, natüralist ve determinist” felsefe ve “inanç/sızlık’ların”; lojistik destekçisi durumuna düşmüştür!

Bilim/sellik: “Ben evrende, sadece: ‘Ne, neden, nasıl, kaç…’ gibi soruların cevabını ararım. ‘Kim’ sorusu; bilgi ve araştırmanın değil, inanç ve teslimiyetin konusu, felsefe ve metafiziğin işi!” dediği için; mantıken gidebileceği diğer zorunlu şık olarak, “kimsesiz” bir evren ta’rifi yapmıştır bize! Evrenden elde ettiği “Bilimsel Bilgi”yi; bir ateist – natüralistin bakış açısı ve inançsızlığına göre (‘kimse yok, kimse yapmıyor, failsiz ve ustasız oluyor, tabiat yapıyor…’), dizayn etmiştir! Hem de; bu “ateist kontekst”, bu “ateistik ifadeler’; sanki bilimsel olarak gözlenip – doğrulanmış, nesnel ve objektif bilgilermiş gibi; Bilimsel Bilgi’nin hamuruna karıştırılarak sunulmuştur!

Biz ise; bu “bilimsellik sihri”nin, algı ve zihnimizi manüple etmesi sonucu; “bilim”in, evren hakkında, “inanıp – inanmamaktan bağımsız ve ayrı ve bu ikisine tarafsız ve objektif” olduğuna; yani onun bize; yüksüz, “nötr bilgi” verdiğine inandırılmışız! Bu yanlış inançtan dolayı; “bilim”in, evreni; “Allah yok(muş); varsa ve olsa bile, bu işleyişe karışmıyor(muş)” kurgusuyla anlatmasında; “bilimsel bilgi”yi, bu “ateist – deist” zemin ve arkafonda, dizayn ve inşa etmesinde; bir tuhaflık hissetmiyoruz! Hattâ bu ifade ve izahlarını; “seküler ve lâik bilim” diyerek; güya “tarafsızlık ve objektiflik ve bilimsellik” gereği; ‘normâl’ ve ‘meşru’ ve ‘olması gereken’ zannediyoruz!... Günümüz bilimsellik anlayışının; bu ateistik zeminde kodlayarak, verdiği gözlem – ölçüm bilgisi ve bunların ifade ediliş biçimini; saf ve katışıksız “bilimsel bilgi” olduğunu zannediyoruz! Bir bilim kitabında geçen tüm bilgi ve ifadelerin; “nesnel ve olgusal, nötr ve yalın gözlem bilgisi” olduğunu düşünüyoruz!...

Bu bilimsellik anlayışının neticesi olarak; ne hikmetse, meselâ: “Allah, yağmuru şöyle yağdırıyor; yağmuru şöyle yaratıyor, şöyle bize gönderiyor ve ihsan ediyor” gibi ifadeler; “bilim’e, inancını karıştırmak” oluyor ve yağmuru böyle tasvir etmek, “subjektiflik” oluyor da! “Yağmur; şu neden – sonuç döngü, dönüşüm ve çevrim sistemiyle ve şu, otomatik fizik – kimya mekanizmalarıyla oluyor, yağıyor…” şeklindeki; ‘kendi kendinelik’ bildiren; (‘yani failsiz, yani faile ihtiyaç duymadan, yani otomatik, yani kendi kendine yağıyor; yani burada, olaya ‘fail’ arayan, ‘kim’ sorusunu sorma; yani burada, ‘yağmuru kim yağdırıyor’ sorusunu sormak için bir neden yok; yani gereksiz ve anlamsız ve saçma bir soru bu…’ gibi sonuçlar ve bilinçaltı yönlendirici altkomut ve mesajlar taşıyan); bu “ateist – deistik” ifadeler; güya “bilimsel bilgi” oluyor; güya “nötr ve olgusal gözlem bilgisi” oluyor; güya, inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız, “objektif bilgi” oluyor!

“Yağmurun olması ve yağması için; Allah gibi bir faile, zaruret ve ihtiyaç yok(muş)! Çünkü ve zaten; yağmur, şu otomatik mekanizma ve sebeplerle, kendi kendine yağıyor(muş)” kontekst ve bağlamında, “yağmur” anlatılıyor! Yani bilinçaltımıza; bu sonucu çıkaracak şekilde, subliminâl mesaj gönderilerek, “yağmur” anlatılıyor! Çünkü: Bu ifadelerin bağlamından, bu sonuç çıkıyor! Yani: Bu ifadeler; bilinçaltımızı, bu sonucu çıkaracak yöne manüple ederek, zihnimizi kodluyor ve programlıyor!... Üstelik: Bu “ateist – deist” kontekst ve şablon ve bu tür bilinçaltı mesajlarla dizayn edilmiş, bu kirli ve virüslü bilgilerin; (güya) “olgusal ve nesnel bilgi”, (güya) “bilimsel gözlem bilgisi” olduğu; her defasında vurgulanıyor!

Buradan geleceğimiz sonuç: Bir ateist veya deistin bakış açısına göre yapılmış, bu, evren tasvir ve gözlem bilgilerinin; küçüklüğümüzden beri binlerce kez telkin ve tekrarıyla, formatlanıp – programlanan zihnimiz; bu “ateistik şartlandırma” ve “endoktrinasyon” neticesinde; hipnotize edilip, büyülenmiş bir insan gibi; artık, serbest düşünme ve gerçeği algılama kapasitesini, büyük oranda yitirmiştir! Bugün geldiğimiz nokta: İtikadî aşınmadır! Yani: Varlık ve Allah tasavvurumuzun bozulmasıdır!...

Çünkü: “Bilimsel gözlem bilgileri”nin, böyle “ateist – deist” kontekst ve zeminde çerçevelenip, yapılandırılmasıyla; kişinin, Rabbine yakınlık ve yakîni, iman ve ünsiyeti aşınıp, zamanla yıpranır! Bir ateist ve deistin bakış açısına göre dizayn edilerek, yeniden üretilmiş, bu, (güya) “bilimsel bilgiler”e, küçüklüğümüzden beri defalarca ma’ruz kalmamız neticesinde de; Kur’an-ı Kerîm’in, sayfalara yazılmış iki boyutlu “ayetler”i gibi olan; fakat ondan farklı olarak; üç – dört boyutlu yazılmış / yazılan “Kainat Kitabındaki Âyetler” görünmemeye başlar! Çünkü: Rabbimiz’in yarattığı ve “şeffaf bir cam” veya “parlak bir ayna” gibi; O’nun fiil ve eser, tecelli ve kudretini gösteren, birer “misâl ve alâmet ve işaret” olan, “kainat âyetleri”; “bilimsellik prizmaları”nın filtrelerine takılarak, kırılmaya uğramıştır!

Bilimin evrenine, İslâm’ın evrenini monte etme çabaları!

Peki; “Bilim/sellik”in, bu meydan okumasına ve biz müslümanlarda yolaçtığı, bu epistemolojik ve itikadî krize; “İslâm Tefekkürü”, nasıl cevap üretecek; bu bunalım nasıl aşılacak? “Bilimsel” zannederek, Bilim’in bu “evren tasavvuru”nu kabul eden bir müslüman; nedenlerin, sonuçları yaptığına inanılan bu “deterministik evren”de; Rabbi’ne nasıl yol bulup, imanını muhafaza edecek?! İnancını, başkalarına nasıl savunabilecek?! Kurallarını, baştan “Bilim/sellik”in belirlediği bir oyunda, nasıl galip gelecek!?

Bilim/sellik’in “evren tasavvuru”na; kendisi de inanmaya başlayan ve inanan bir müslümanın; Rabbi’ni ispat ve imanını korumak için; artık önünde üç seçenek kalmıştır. Ve baştan söyleyelim: Bu üç seçenek de yanlıştır!

Ben buna; Bilim/sellik’in yanlış “evren tasavvuru”na; “İslâm’ın evreni”ni, monte etme çabaları diyorum! Yani: Yanlış problemi, çözmeye çalışmak gibi; yanlış soruya, doğru cevap arama çabaları!...

Peki, yaşadığımız bu epistemolojik ve itikadî krize karşı, imanımızı muhafaza ve gerekçelendirmek için, çözüm sanarak uyguladığımız bu üç yanlış şık nedir?

Birinci şık: İnancına; evrenden getirilen örrnekler veya aklî çıkarımlar yoluyla veya herhangi bir başka şekilde delil getirmeyi reddederek, içine kapanmaktır! Gaibi, şahide kıyas eder gibi; Allahü Teâlâ’yı ispat etmeye çalışmanın; hem yanlış ve hem de abesle iştigal olduğunu düşünmektir. Çünkü bu şıkkı işaretleyenlere göre; “Vacip”i (Allahü Teâlâ’yı), “mümkün”e (yarattığı mahlûkata) kıyas etmek; kategori hatası olup, bu, bâtıl ve geçersiz bir kıyastır.

[Aslında bu, neyi kıyas ettiğimize göre değişir. Çünkü: Kur’ân-ı Kerîm’de, Rabbimiz de (C.C.); “anlaşamayan iki köle örneği” gibi misâller vermiş; bize kıyas örnekleri göstermiştir. Bu gibi aklî temsil ve kıyaslarla; varlık ve fiil ve icraatında, ortakları olmadığını ve aracılar kullanmadığını; bizim aklımızın anlayabileceği hâle (ma’kûl hâle) getirmiştir.]

Gene, bu şıkkı seçenlere göre; kişi, Peygamber’e (S.Â.V.) inanıyor ve güveniyor ve İslâm’a teslim olmuş ve inancının doğruluğundan eminse; artık bundan sonra; “sanki inanmıyor gibi, sanki inancından şüphesi var gibi, sanki Peygamberine güvenmiyor gibi, sanki tam teslim olmamış gibi;” delil – ispat aramaya kalkışması; o kişinin imanının, zayıf olduğuna ve imanının doğruluğundan, şüpheleri olduğuna alâmettir! Yani: Bu arayış; kesin emin ve teslim oluşla, çelişir ve çatışır!...

[Aslında, bu; “delil – ispat arayışı; kesin emin ve teslim oluşla, çelişir ve çatışır” sözü de doğru değildir. Daha doğrusu; bu, kişinin, niye delil – ispat aradığına göre değişir. Çünkü: Belki o kişi; münkirleri ikna veya ilzam etmek için, delil arıyordur. Belki, iman ve teslimiyetini arttırıp; tahkiki ve kavî yapmak için arıyordur. Sonuçta; herkesin iman ve teslimiyet derecesi aynı değil. Belki o kişi, anne – babadan verasetle gelen ve çevreyi taklide dayanan, böyle “taklidî bir iman”ı; makbûl ve muteber görmüyordur! Belki, inanılıp – uyulması istenen emir – yasakların; aklî hikmetini merak ediyordur… Nedenler çoğaltılabilir. Ama sonuçta, melekler bile; Hz. Âdem’in (Â.S.) halife olmasına taaccüp edip; Allahü Teâlâ’dan, bunun hikmet ve nedenini sormuşlar! Böylelikle; merak ve taaccüplerini gidermek istemişler! Yeryüzünde fitne ve fesat çıkaracak bir türün; nasıl oluyor da, halife olmaya ehliyet ve liyakati olduğunu anlamak istemişler.

Ayrıca: Düşünmeye ve akletmeye defaatle vurgu yapan ve “tefekkür”ü, “ibadet”e önceleyen; daha doğrusu, “ma’rifet – muhabbet ve ibadet”in derinlik ve genişliğini arttırmak için önceleyen, bir dinin müntesipleri olarak; eğer biz de, anne – baba ve içine doğdumuz coğrafya – kültürün dinine, körükörüne inanır – teslim olursak; epistemolojik açıdan; meselâ “hindu” bir anne – baba, memlekette doğduğu için; “hindu” olan, hindu kalan ve ineğe tapan bir kişiden ne farkımız kalır!?]

Bu şıkkı işaretleyenlerin, buna gerekçe olarak gösterdikleri diğer argüman da şöyle: “Dünyada; Allahü Teâlâ’nın, yüzde 100 katiyette ispatı da mümkün değildir. Çünkü: Böyle bir durum; insanın, dünyaya gönderiliş gayesi ve imtihanın hikmetine aykırıdır. Ayrıca bu; insan iradesinin, seçim yapma özgürlüğünü de ortadan kaldırır. Çünkü: Eğer, aksi muhâl olacak şekilde, yüzde 100 kesinlikte ispat olursa; o insan, istese de – istemese de, “iman” etmek zorunda kalacak! Yani bu “iman”; kişinin, hür iradesiyle tercih ettiği bir kararın neticesi olmayacak!”

[Bu sözleri de doğru gözükmüyor. Çünkü: Şu ân karşımızda konuştuğumuz arkadaşımızın bile; “doğru ve gerçek” olduğunun yüzde 100 ispatı, “aklî” olarak mümkün değil! Çünkü: Şu ânda; gerçeğe çok yakın, bir çeşit rüya görüyor olabiliriz! Veya: Belki üzerimizde deney yapan uzaylılar, sıvı dolu kavanozlara koydukları “beyinlerimiz”e veya bilgisayarlarına yükledikleri “dijital bilinçlerimiz”e; çeşitli frekanslarda sinyaller göndererek; bizde, “fizikî vücudumuz, elimiz – kolumuz” olduğu algısı ve dünyada, “yaşıyor – koşuyoruz” algısı oluşturmaları, aklen mümkün! En azından, muhâl değil!

Diyeceğim o ki: Bu dünyada ve o da “akıl”ın, yaratılış fıtrat / doğası icabı; Rabbimiz’in yüzde 100 kesinlikte delil – ispatı, “aklen” mümkün olmasa bile; yüzde 99,… kesinlikte ispatı “mümkün!”… Bedenimiz dahil; gördüğümüz – hissettiğimiz herşey; çocuğumuz, eşimiz… “rüya” bile olsa; en azından, o rüyayı, bize gösteren “biri” var!...

Konu dağılacak ama: “Akıl”; yaratılışı icabı, “nesne” ile atasındaki boşluğu kapatamadığı için; bu boşluğu kapatmak ve böylelikle, eşyayla münasebet kurmak için; “kavram ve analojiler”in aracılığına başvurur. Bu işlem sonucu “akıl”; “olan”a (gerçek’e) yakınlaşır. Ama aklın, gerçekle birebir teması gene gerçekleşmez ve zaten dediğim gibi; “akıl”ın, yaratılışı icabı, bunu yapabilecek bir kabiliyet ve özelliği yok. Fakat bu “kavram ve nesne, akıl ve varlık” arasındaki ontolojik boşluğu doldurabilen; hattâ böyle bir boşluğun hiç olmadığı; başka duyu organı ve manevî letaifllerimiz de var! (Ama onları açmak ve kullanmayı bilmek gerekir!) Dolayısıyle; deliller, sadece “aklî deliller”den ibaret değildir!

Ayrıca; bu duyu kuvvelerimizin penceresinden bize gelen “bilgi” ve “delil – ispatlar”; kurduğumuz aklî argüman ve kavram ve delillerden, çok daha kesin ve kati ve sağlamdır! Hem de; en küçük bir şek ve şüphenin; hattâ vehmin bile taarruz edemeyeceği ve zayıflatamayacağı kesinlikte!

İşte bu algı cihaz / duyularımızın bir kısmı; akıl ve şuur, bilgi ve irademize; bağlı ve bağımlı değil. Yani bunların bazılarını, şuurumuzla da farkedemiyor ve irademizle de kullanamıyoruz! Var olduklarını bile bilmiyoruz! Hâliyle isim de vermemişiz bunlara; yani isimleri de yok bunların! (Bunlardan, ismi bilinenlerden bazıları, kaynaklarda: “Kâlp, ruh, sır, hafî, ahfâ” diye geçer.)

İşte böyle duyularımız olduğunu farkedip de; sonra da onları açıp, kullanma yöntemlerini öğrenirsek; kendimize (yani subjektif olarak), aksi muhâl olacak şekilde, yüzde 100 ispat “mümkün!” Ve o “mümkün”; bazı kâmil insanlarda vukû bulup, vâki de olmuş! Yani; bu imkânın, gerçekleştiği insanlar vardı; bugün de var, en azından geçmişte vardı!

Hattâ bu insanların az birazında, bu durum; “ispat”ın da ilerisine geçmiş! Çünkü “ispat”; görül(e)meyen şeyler için gerekir, yapılır! Bu kâmil insanlar; öteleri, hattâ “Rabbi”ni, bu dünyada iken, “müşahede” etmeye başlamışlar! (Burada, baş veya akıl gözüyle olan bir rü’yet ve müşahededen bahsetmiyorum tabii!) Hattâ İmam-ı Rabbanî Hazretleri (R.Â.), galiba Mektûbat isimli eserinde; bu kâmil insanlardan bazılarının, dünyada gördüğü ve kavuştuğu şeylere; çoğu insanın, ahiret de bile kavuşamayacağını; Cennet’te bile göremeyeceğini söyler.

İşte “akıl” gözüyle “yüzde 99 kesinlikte ispat”a ve akıl – şuura bağlı / bağımlı olmayan başka duyu ve algı organlarıyla da “yüzde 100 kesinlikte ispat”a ulaşmış olan bu insanlar ve “ispat”ın da ötesine geçip; neticeyi, direkt bu dünyada “müşahede” eden insanlar; imtihanı kazanmış oluyorlar! Tabii, sınav bitmiş olmuyor; çünkü imtihanın bittiği son finâl sınavına kadar, bu durumlarını korumaları ve yakînleriyle orantılı olarak; amellerini de, arttırmaları gerekiyor! Çünkü: İlkokul – ortaokul öğrencisinin sınavı ile, bu sınavları verip, üniversiteye gelmiş bir öğrencinin, sınav soruları aynı ve eşit değil!]

İkinci yanlış şık: Rabbini ispat etmek için; tâ evrenin başlangıcına veya ihtimâl hesaplarına giderek; “Deizmin İlk Neden Tanrısı”nı ispat etmektir, ispat etmeye çalışmaktır! Halbuki, bunu “ispat” kabul etsek bile; bu ispat; İslâm’ın, bize bildirdiği ve inanmamızı istediği “Allah”ın (C.C.) ispatı değildir!

Üçüncü yanlış şık: Bilim/sellik’in, sebeplerini bulamadığı veya henüz bulamadığı, bilemediği olayları – yerleri gösterip: “Ha, işte bunu Allah yapıyor!” diyerek; “Boşlukların Tanrısı”nı  (God of the Gaps) ispat etmektir! İslâm’ın değil! Güya böylece; dinimizin bildirdiği “Allah”ı, ispat ettiğini zannetmektir!

[Halbuki bu akıl yürütme biçimi, “ispat” da değildir! Çünkü: Bu bir nevi; bilimin bilmediği karanlık nokta ve boşluk / loşluklara; kendi inandığı “Tanrı tasavvuru”nu, ekleme ve monte etmektir! Bu ise; bilimin bilmediklerine, yani insanın cehaletine; “inanç”ını temellendirip – inşa etmesi gibi birşey! Yani: Bilmediklerimiz üzerine, karanlıklar üzerine inşa edilmiş bir inanç!

Bu hatalı akıl yürütme biçimlerinde, bana defaatle gelen bir itiraza da cevap var. O da şu, diyorlar ki: “Bilim/sellik; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız, olgusal ve nötrdür. Bu sebepten, Bilim; inanan – inanmayan herkesin, kendi inanç veya inançsızlığına delil – ispat olarak kullanabileceği, nötr bilgi ve argümanlar içeren ve şu âna kadar, insanoğlunun bulduğu; en kesin ve doğrulanabilir, bir bilgi edinme yöntemidir.”

Yanlış! Bir kere; biz zaten “İslâmî B/ilim Epistemolojisi” yazılarımızda; mevcut bilim/selliğin, gözlem – deney – ölçüm aletlerine ve bu aletlerle, evrenden elde ettiği verilere itiraz etmedik, etmiyoruzki!

İkincisi ve daha önemlisi de: Yukarıdaki ikinci ve üçüncü şıktaki; “Tanrı”ya delil – ispat olarak kullanılan, ispat biçimlerine dikkat ederseniz, bunlarda; “bilim’den dolayı” değil, “bilim’e rağmen”, bir Tanrı ispatı yapılmaya çalışılıyor! Yani: Bilim’in, nedenlerini bildiklerini, nedenlere; bilemediklerini, Tanrı’ya vermek şeklinde! Yani: “Delil – ispat” gibi görünen, bu iki şıktaki ispat biçimleri; bilimin, “neden – nasılını bildikleri”ne dayanmıyor; bilimin “bilmediği veya nedenini, belki henüz bilmedikleri”ne dayanıyor! Bu ise; bilimin, neden ve mekanizmasını bulamadığı yerlere; “Tanrı” kavram ve inancını, yerleştirmekten ibaret olup; ispat sayılamaz!]

Konumuza dönersek, elhasıl: Küçüklüğümüzden beri devamlı ma’ruz kaldığımız bu bilimsel formatla; programlanıp, hipnotize edildiğimiz için; (önceden var mıydı, bilemiyorum ama!) artık “tevhidî” hassasiyet ve duyarlılığımızı kaybettik, kaybetmişiz! Bunun sonucu olarak; artık biz de evreni, inanmayan bir “ateist” gibi algılıyor ve öyle de görüyoruz! Veya, Allah’ın yardımcıları olduğuna inanan bir “müşrik” gibi; “evreni yaratıp, yasaları kurup ve sistemi otomatiğe bağlayıp, işleyişe karışmayan; sadece arasıra mu’cizelerle müdahale eden”Deizmin, İlk Neden Tanrısı’na inanıyoruz!

Aydınlanma mı, Karartma mı!?

1600 – 1700 Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeni”nden itibaren, yaşadığımız bu “epistemolojik kırılma ve bunalım”; varlık zeminini kaybettiğimiz, bu “ontolojik çöküş ve kopuş”; ve bunun sonucu olarak, “İslâm Tefekkürü(özellikle İlm-i Kelâm’ın) ve müslümanların, içine düştüğü bu “epistemolojik ve itikadî kriz” ve duraklamanın; bence en büyük nedeni: “Bilim/sellik’in; evrende olan bazı şeyleri, epistemolojik ve ontolojk olarak çözdüğü ve neden – nasılını açıkladığı ve neden – sonucunu bulduğu” yanılsama ve illüzyonuna inanmamızdır!

Bundan daha vahim olanı ise: Ortaçağ ve engisizyon ve Kiliseye tepki ve ondan bağımsızlığın ilân etme gibi, sosyolojik ve tarihsel sebeplerle; 1600’lü yıllarda, yeniden tanım ve ta’rif edilen, Avrupa merkezli bu “Bilim/sellik Epistemolojisi” ve ürünü olan “Bilim”i; ‘inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız, objektif ve nötr, evrensel ve olgusal bir bilgi’ çeşidi zannediyoruz!

Teknolojik başarı ve keşiflerinden aldığı güçle, kendini kabul ettirmiş ve din – coğrafyadan bağımsız, her yere yayılarak, anaakım olmuş; bu “Bilim/sellik Felsefesi / Epistemolojisi” ve ürünü olan “Bilim”in; “Ateist – Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist” olduğunu farketmiyoruz bile!

Hasılı: İzlediği filmin, bir kurgu olduğunu gönüllü olarak unutan ve aklını askıya alıp, ekranda gösterilen imajların gerçek olduğuna inanan, seyirciler gibiyiz!... Uykuda gördüğümüz şeylere “rüya” ismini vermişiz; ya uyanıkken bize gösterilenlere, gördüklerimize ne isim vermeli acaba!?

Uyanıkken de düş görülür mü demeyin; çünkü görülür! Eğer uyanık olduğunuzu zannederken, bir telkin ve hipnozun altındaysanız, görülür! Ateist bir endoktrinasyon ve manipülâsyon ve dezenformasyonun altındaysanız, görülür! Eğer uyanıkken; bir yalana, bir kurgu ve illüzyona inanıyorsanız, görülür! Eğer uyanmak istediğiniz hâlde; vücudunuzun kaskatı kesildiği, gözünüzü bile açamadığınız bir kâbusun içindeyseniz, görülür!

En kötüsü de: Rüyada uyandığını görüp, halka rüyasını anlatan kişinin durumudur! Çünkü: Bu kişi, uyandığını gördüğü için, uykuda olduğunu da bilmez ki, uyanmaya çalışsın!...

Bunları neden anlatıyorum? Uyanalım diye! Çünkü hepimiz; “bilim/sellik”in, zihnimize simüle ettiği bir düş dünyasındayız! Sınır ve duvarlarını; bilimin belirlediği bir dünya! Bize; “gerçek”olduğuna inandırılan, bir illüzyon!...

Bu, “Bilimsellik Sihri”yle öyle bir büyülenmişiz, öyle bir aldatının içindeyiz ki; “bilim”e getirilen en küçük bir eleştiriye dahi tahammülümüz yok! Çünkü: “Bilim”e; sanki insan ürünü değil de, gökten inmiş, “kutsal bir vahiy” muâmelesi yapıyoruz! Tarih içerisinde, insan ve olaylardan bağımsız ve ayrı olarak akan; evrensel ve objektif bir “b/ilim idesi” olduğuna inanıyoruz! Bu sebepten; “bilimin, bilimsel yöntem”in, eksik ve yanlışları olabileceğini, tasavvur dahi edemiyoruz! Bunu dillendirmek; (özellikle ülkemizde); “Sen şimdi, suyun yüz derecede kaynadığını inkâr mı ediyorsun!?” gibi, tuhaf tepkiler almanıza sebep oluyor! “Dünyanın yuvarlak olduğunu, boşlukta döndüğünü kabul etmiyor musun!?” diyorlar!... “Öküzü göster” diyen bile var!

Gelecek yazımız: Yaratılış ve Oluşum: Biri mi yaratıyor, kendi kendine mi oluyor?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
18 Yorum