Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Mütedeyyin Bir İnsanın İntiharı

Seyfullah hoca medresede Molla Cami’ye kadar okumuş, fakat imamlık görevini almamıştı. Babası devlet dairesinde çalışırken vefat ettiği için, o da babasının halefi olarak o kurumda çalışmaya başlamış ve oradan da emekli olmuştu. Evli ve dört çocuk babasıydı. Kendi halinde, daha çok ailesi ve çocuklarıyla vakit geçiren birisiydi. Emekli olduktan sonra da, namaz vakitlerinde namaza gitmek dışında dışarı çıkmazdı.

Fakat bir kaygısı vardı: Askerlikten dönmüş ve çoluk çocuğa karışmış büyük oğlu hala işsizdi. Bir baba için bu durumun ne kadar zor olduğunu bilenler bilir. Akşamları evde otururken, adeta göğsüne bir taş iniyor ve işsiz çocuğunu düşünüp duruyordu. Kafasını meşgul eden tek endişesi buydu: “Ne yapsam, ne etsem de bu çocuğa bir iş bulsam… Ne zamana kadar benim elime bakacak bu çocuk?” diye diye geceleri uykusuz kalıyordu.

Emeklilik işlemleri için Ankara’ya gittiğinde genel müdür yardımcısıyla görüşmüş ve aralarında bir ahbaplık oluşmuştu. “Acaba genel müdür yardımcısının yanına gitsem, rica etsem, oğlumu bir işe koyamaz mı” diye düşündü ve bu düşüncesini olgunlaştırdı. Sonra kendi kendine, “Hay aklınla bin yaşaNeden olmasın, genel müdüre bazı hediyeler alıp yarın hemen Ankara’ya gideyim” diye karar verdi. Ertesi gün durumu eşiyle istişare etti ve çarşıya gidip uygun bir hediye aldıktan Ankara’ya gitti.

Genel müdür yardımcısı Seyfullah’ı çok iyi karşılamıştı. Yetkisini kullanarak oğlunu yaşadığı ilçede, bir işe yerleştirdi. Ayrıca Seyfullah Hoca’ya, “Hocam, aklında olsun, yakınlarından veya tanıdığın dostlarından 20-30 kişi daha varsa onları da işe yerleştirebilirim. Ama bu sır aramızda kalsın” dedi. Hoca genel müdür yardımcısından bu teklifi duyunca sevinç ve kederle karışık bir duyguya kapıldı. “Genel Müdür yardımcısı ne demek istedi acaba, iyi mi kötü mü bu teklif… İyiyse neden, bu sır aramızda kalsın, dedi?” diye biraz fikir jimnastiği yaptı. Sonra, “Neyse, keyfimizi bozmayalım… memlekete döneyim de genel müdürün bu teklifini salim bir kafayla değerlendireyim” dedi ve hemen otobüs biletini alıp memleketine döndü.

Oğlunun işe başlamasının sevinciyle günleri çok neşeli geçiyordu. Genel müdürün teklifini aklına getirmek bile istemiyordu. Zaman zaman bu işin içinde bir iş olabilir diye düşünüyordu. Hele genel müdür yardımcısının, “Bu sır aramızda kalsın” sözü midesini iyice bulandırıyordu. Bu yüzden teklif onu iyice huzursuz etmeye başlamıştı. 5-6 ay sonra, “Ya tekrar Ankara’ya gideyim de genel müdürle görüşüp bu atamalar için ne kadar maddi meblağ gerektiğini sorayım” dedi ve genel müdüre yine hediyeler alıp tekrar Ankara’ya gitti. Ancak genel müdür yardımcısı makamında Seyfullah’la görüşmek istemedi, akşam onu evine davet etti.

Mesaiden sonra birlikte eve gittiler. Akşam yemeğinden sonra genel müdür yardımcısı şöyle dedi: “Bak Seyfullah, 30 kişiyi işe yerleştirebilirim. Ancak her bir atama için 10 bin dolar gerekiyor. Sen de gariban bir adamsın, bu her on binin 2 bini senin olur, 8 binini de gerekli yerlere ben dağıtacağım. Sakın bu konuyu güvenmediklerine anlatma.

Seyfullah ertesi gün, üzüntü ve heyecan içinde memleketine döndü. Bu işin doğru olduğuna kalben inanmıyordu. Kafası karmakarışıktı. “Bu adamın işe koyma karşılığında alacağı para resmen rüşvettir, ben nasıl onun ortağı olabilirim” diyerek günlerce düşündü. Bir taraftan da teklif ona cazip gelmiyor değildi. Fakat dinine muhalif olan bir işe nasıl ortak olacaktı. Bu sebeple içi içine sığmıyor, deniz ortasında pusulasını kaybetmiş gemi gibi sağa-sola yalpalıyordu. Sonunda bir gece, “Ya Seyfullah, kafaya bu kadar takmana gerek yok; sonunda sen bunca insanın işe girmesine vesile olacaksın. Bu sevap değil mi? Asıl sen buna odaklan ve rüşveti filan düşünme” diyerek birazcık rahatladı. Şeytan onu ikna etmiş görünüyordu.

Ertesi gün konuyu tanıdıklarına ve dostlarına gizlice açtı. Ama o da ne… Teklifi duyan herkes sevinçten havalara uçtu. 10 bin dolar büyük bir meblağ da olsa, borç edecek de olsalar sonuçta çocukları işe girecekti. Adamlar çocukları işe girsin diye, kısa zamanda sağdan-soldan, eşten-dosttan paraları tedarik edip Seyfullah’a verdiler. Teklif beklenmeyecek kadar ilgi görmüştü. Seyfullah 30 kişiden tam 300 bin dolar topladı. Bu paranın 60 bini kendisinin olacaktı, 240 binini de genel müdür yardımcısına verecekti. Bunca parayla buralarda kalmak doğru değil diyerek hemen Ankara’nın yolunu tuttu.

Tam Aralık ayının 20’sinde genel müdürün evinde bir araya geldiler. Koca bir çantanın içindeki paraları genel müdürün önüne koydu. İçinde 240 bin dolar vardı. Genel müdür çantayı teslim aldı ve Seyfullah Hocaya şöyle dedi: “Bak hocam, sen beni görmedin ve buraya gelmedin. Ben de seni görmedim. Şimdi git; Şubat ayının 15’inde para veren bu arkadaşların tümü işe girmiş olacaklar. Ne var ki, hepsinin aynı beldede işe girmeleri zor olur; ama mutlaka muhtelif yerlerde işe yerleştirilecekler. Merak etmesinler.” Hoca parayı teslim ettikten sonra ruhundaki ağırlıktan azıcık kurtulmuş gibiydi. Göğsüne çöken ağırlıktan biraz kurtulmuş bir şekilde memleketine döndü.

Fakat genel müdür 1 Ocaktan itibaren emekliye ayrılmak için dilekçesini çoktan vermişti. Ayrıca ailecek yurt dışına çıkmak için pasaport ve vize işlemlerini de halletmişlerdi. Dolarları aldıktan sonra ailesi ve çocuklarıyla ABD’ye gitmek üzere yola çıktılar. Zaten bir oğlu orada okuyordu. Amerika’da bir ev satın almak için her şey planlanmıştı. Uçak havalanmış ve yolcularımız 8 saat süren bir yolculuktan sonra Amerika’ya inmişlerdi.

Ocak ayı bitti; Şubatın 15’i de geçti; Mart ayına gelinmişti. Genel müdürden ve atamalardan bir haber gelmedi. Para verenler Seyfullah Hocayı sıkıştırmaya başladılar, “Hani çocuğumuz işe girecekti; senin genel müdüründen bir haber gelmedi. Neler oluyor hocam?” demeye başladılar.

Hoca sorulara daha fazla dayanamadı ve hemen Ankara’ya, genel müdürün yanına gitmek için yola düştü. Ankara’ya varınca genel müdürlük katına çıktı; onun makamında başka birisi oturuyordu. Kapıcısına sordu, “Hocam senin genel müdürün 1 Ocak’tan itibaren emekli oldu” cevabını aldı. Seyfullah Hoca beyninden vurulmuşa dönmüş ve işlerin ters döndüğünü fark etmişti. Güvenlik güçlerinden kaçan bir mücrim gibi taksiye binip bu kez genel müdürün evine gitti.

Kapıyı çaldı; kapıya bir bayan çıktı, “Buyurun efendim, kimi aradınız?” dedi. Seyfullah Hoca, “Genel müdür beyin evine gelmiştim bacım, yoksa yanlış mı geldim?” dedi. Kadın, “Hayır kardeş, yanlış gelmedin; biz bu evi ondan satın aldık. Bildiğim kadarıyla genel müdür ailesiyle birlikte Amerika’ya gitti. Orada ev alıp oraya yerleşmişler” dedi. Seyfullah Hoca’nın başından sanki bir tencere kaynar su döküldü. İlk defa şeytanın tuzağına çekildiğini anladı. “Eyvah, ben ne yaptım; bu insanlara ne cevap vereceğim?” dedi.

Başını vücudunda zor taşıyordu. Otobüse binip memlekete geri döndü. Çocuklarının işe alınacağı ümidiyle bekleyen adamlar onun geldiğini duyunca bir bir yanına gelmeye başladılar. Seyfullah hoca onlara, “Kardeşler, ne yazı ki size olumlu bir haber getiremedim. Genel müdür olacak o şerefsiz adam, emekli olup kendisine verdiğim paralarla yurt dışına kaçmış. Bana 15 gün müsaade edin; evimi satacağım, ne fiyat ederse size vereceğim” dedi. Bahçeli evini kelepir bir fiyatla 20 bin dolara sattı ve lojmandaki oğlunun yanına taşındı. Evin parasını, yanında sakladığı 60 bin doların üzerine koyup adamlara verdi. Geriye hala 220 bin dolar borcu vardı. Alacaklılara, “Borcum borçtur, söz veriyorum, paralarınızı ödeyeceğim” dedi.

Fakat kafası çok karışıktı. 220 bin doları nereden bulacaktı. Bu kadar büyük bir parayı hiç kimseden borç da alamazdı. Mabedi başına yıkılmış bir zahit gibi olayın altında ezilmişti adeta. Ufukta hiçbir çare görünmüyordu. Eve gidiyor, eşinin ve çocuklarının yanında oturuyor; fakat ne onlarla konuşuyor ne de onların konuşmalarından bir şey anlıyordu. Eşi, “Seyfullah, Seyfullah… Hey… Hey… Beni duymuyor musun?” dediği halde çoğu kez onun sesini işitmiyordu bile. Ne diyeceğini, ne yapacağını, nereye kaçacağını bilemez haldeydi. Kendi kendisinden kaçmak istiyordu. Gözleri kararmış, kulaklarındaki uğuldamalar ayyuka çıkmıştı.

Bir gün ikindi namazından sonra camiden çıktı, eve gidiyordu. Yolda “Galiba intihar etmekten başka çarem kalmadı” diye düşündü. Sonra, “Ama bu günah, ben nasıl nefsimin katili olurum, hesap günü Rabbime ne cevap vereceğim” dedi. İçindeki şeytan ise, “Senin intihardan başka şansın kalmadı Seyfullah, sen ölmeden bu dertten kurtulamazsın” diyordu. Derken şeytana meyletmeye başladı.

Oğlu devlet lojmanlarında oturuyordu; kendisi de onun yanına taşınmıştı. Çevrede metruk bir bina vardı. Onu keşfetmek için bakmaya gitti. Kendini asacak bir yer arıyordu. Pencere camları kırık olduğu için gündüz bu işi yapamazdı. Çünkü dışarıdan görünürdü. Ama neden akşam olmasın? Eve gitti; mutfakta bulunan bir çamaşır ipini alıp cebine koydu ve hiçbir şey yokmuş gibi eşinin yanında oturmaya başladı. Biraz rahatlamış gibiydi. Hanımla dertleşti; veda eder gibi konuşuyordu. Hanımı, işi ruhsal tedirginliğine verdi ve bu veda gibi konuşmaya bir anlam yüklemedi. Akşam oldu; namaz kılmak için camiye gitti. Eşi, “Hocam namazdan dönerken bize ekmek getir, unutma” dedi.

Hoca namazdan sonra doğruda metruk eve gitti ve yanında getirdiği ipi tavana astı. Orada bir de eski bir kasa vardı. Kasanın üzerine çıkacak, başını ipe koyacak ve ayağıyla kasayı itip hayatına son verecekti. Öyle de yaptı. Henüz kasayı ayağıyla öteye itmeden birden bire kalbi yırtılmış gibi şiddetli bir acı hissetti. Dizleri titredi, bilekleri, dudakları ve yanakları karıncalandı. Hayatına son vermek kolay değildi. Ama kararlıydı; “Allah’ım beni affet” diyerek ayağını kasaya vurup bir dakika içinde son nefesini verdi.

Eşi ve çocukları sofrayı kurmuş, onun camiden dönüp ekmekle gelmesini bekliyorlardı. Uzun süre gelmeyince aramaya çıktılar. Camiye gittiler, camide kimseler yoktu. Sağa sola baktılar. Bir arkadaşına gidebileceğini düşündüler; telefon ettiler; oraya da gitmemişti. Yatsı ezanı okundu; izine rastlamadılar. Bir anda eşinin aklına o metruk ev geldi; burada olmasın, diye o metruk eve doğru gittiler. Fenerle içeri girdiler ve onun asılmış vücuduyla karşılaştılar.

Allah rahmet etsin. Bu şekilde vefat ettiğini duyduğumda hayretler içinde kalıp inanmamıştım. Allah’a ve ahiret gününe inanan ve dinin emirlerini yerine getiren bu dindar insan nasıl intihar eder, diye inanmak istemedim. Ama şeytan insana kötülüğü iyilik olarak gösterir ve yavaş yavaş onu kendi tuzağına çeker. Allah bizi şeytanın tuzaklarından muhafaza eylesin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
19 Yorum