Meleknur ÖZDORUK

Meleknur ÖZDORUK

Haz çağında gölgeler ve hakikat

Çoğu motivasyonların, koşuşturma ve hengâmelerin hazza hizmet ettiği bir zamandayız.  Her lezzetten mutluluğa açılan bir kapı olduğu iddiası, ikna ettiği kitleleri günbegün genişletiyor.

Hazzın merkeze yerleştirilmesiyle hayatın diğer bütün yüzleri ondan paylarını daim istiyor. Hazların mütemadiyen tazelenme arzusu, muhatabını bitip tükenmek bilmeyen çırpınışlara sürüklüyor. Mesleki çalışmalardan gündelik hayata, yeme içmeden seyahate, dost akraba görüşmelerinden komşuluğa kadar hayatın birçok suretinde bunun farklı görünümlerine şahidiz.

Pekâlâ, bunun nesi abes? İnsan neden hazlarının izini sürmesin? Ömür serüveninin her durağında farklı bir parıltıyla yanıp sönen bu hazlar, safi bir hissiyattan mı beslenir; yahut aldatıcı heves ve meyillerden mi? Meselenin birey ve topluma bakan çehresi; dinî, psikolojik, sosyolojik ve kültürel yansımaları nasıl okunmalıdır? Elbette bu, epey etraflıca bir konu.

Evet, insanda derin, girift hisler ve türlü vazifelerle memur, ismini bile bilemediğimiz çok çeşitli manevi cihazlar var. Hayatın sığ bir düzlemde yaşanması, iç âleme hiç kulak verilmemesi ve iç âlemden dış âleme doğru bakışın çevrilmemesi, insanın başta kendisine sonra da çevresine, insanlığa ve kâinata bigâne kalmasına sebep olur. Ucu bucağı görünmeyen bir yabancılıktır bu. İnsan kendisine yabancı düştüğünde, kalp, ruh, akıl, nefis, heva, heves ve daha nice manevi cihazları anlamlandıramaz; suyun yüzünde bile boğulur. İçindeki cevherlerden ise bihaberdir. 16. yüzyıldan seslenen Hayâlî Bey, o meşhur mısralarında şöyle der:

Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler

O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler

Öte yandan hazzı mutluluk ile ilişkilendiren vehmi düşünelim. Gelip geçici bir hazzın mutluluk getirdiği fikri, yaşama gayesini mutluluk vaatlerine hasreden insan için büyük bir yanılgıdır. Geçip giden lezzetlerin insanı mesut etmeğe yetmediğini, esasında herkes kendi âleminde hissedebilir. Demek devam etmeyen, kalıcı olmayan zevkler, insanın hakiki saadetini temin edemezler. İnsanı gayet kısıtlı zaman dilimlerinde oyalar ve hayatını onlar üzerine bina edenlere, sona ermenin hüznünü ve yol açtığı yıkımları yadigâr bırakırlar.

Çağımızda hazzı tüketimle birleştirerek kurgulayan kaynaklar, bütün imkânlarını seferber ederek baskıcı bir yönlendirmeyle iletilerini süslüyorlar. Mananın buzlu bir görünüme bürünerek ötelenmesi, bulanıklaştırılması ve dahi gözden çok gerilere itilmesi, bizzat hedefleniyor. Haz döngüsünün sürati, insanın nazarına bu buzlu merceği takıyor. Hazzın çoğaltılması, tazelenmesi isteği de bu odaklara yönelen meyilleri hırsla örüp duruyor. Günlük hayatın zaten hiç bitmeyen telaşlarına eklemlenen bu hazlar, insanın yaşama gayesine dönüşüveriyor. Manayı buzlu gören mercek ise, tümden kesifleşiyor.

Aylarca plan yapılarak, belki şartlar zorlanarak gidilen tatiller, bittikten ne kadar zaman sonra haz vermeye devam edebilir? Belki bir süreliğine eşe dosta iştahla anlatılan tatil hikâyelerinde, belki sosyal medyada beğenilen bir fotoğrafta bu his parlayabilir. Mesele bir yere gidip gitmemek değildir esasında. Buna yüklediğimiz anlam, kilit noktadır. Bu misal eşya, giyim, seyahat, yiyip-içmek, mal mülk üzerinden çoğaltılabilir. Öte yandan kazanç, yatırım, makam mevki, başarı (!), öne geçme, kendini ispatlama gibi meseleler de haz ekseninde düşünülmelidir.

Yaradılışın hikmeti, gayesi ve neticesi acaba haz odaklı bir ömür sürmek midir? İnsan, bütün mahlûkatın en seçkini ve arza halife şerefiyle yaratılmış ve kendisine bu makama layık cihazlar verilmiş iken, acaba bütün maksatların özüne haz mı yerleştirilmelidir? Elbette bunu makbul görmek, elim bir ziyanı kabullenmektir! Kâinatın esrarına muhatap tutulan aziz insanı daimi olmayan, fenaya akan lezzetlerin, yanıp sönen heveslerin, sahte vaatlerin, ardında elem bırakan oyalanmacaların peşinde koşan bir surette düşünmek, korkunç ve veballi bir yanılgıdır.

Beşer, bu kısacık ve istikrarsız dünya hayatı için yaratılmamıştır. O, varoluş gayesini her daim yinelenen bir şuurla okuma serencamındadır. Zira bâki yurdunun inşası, az bir vakit konakladığı bu dünya hanında yapılmaktadır.  Sarf ettiği bütün gayretlerin, çabaların ve bütün emellerin gidip varacağı yer basit ve kaybolmaya mahkûm lezzetler değil; insanın donanımına yaraşan ulvi gayeler olmalıdır. Dolayısıyla esas vazife ve maksatlarından yüz çevirip yoldaki lüzumsuz taşlara takılıp heba-yı ömür etmek, feci bir akıbettir.

Bu durumda şu vehimler akla bir reddiye fısıldayabilir: İnsan hiç mi haz alacağı şeylere yönelmeyecek ya da bu meyiller neden verilmiş? Kastımız, insanın dünyevi lezzetlerden sıyrılması elbette değil. Meşru dairedeki lezzetlerin kapısı, keyfe kâfidir ve tabii ki açıktır. Şüphesiz ki mümin yiyip içebilir, gezip tozabilir, makam mevki sahibi olabilir ve hakeza… Fakat insan bakışını sadece ve sadece hazza çevirir, sunulan nimet ve imkânların şuurunu idrak edemez ve maddi manevi nihayetsiz rızıkla kendisini rızıklandıran Rezzak-ı Kerim’i düşünmez ise korkunç bir surette aldanmış olur. Gölgelerin binlerce perdeden geçerek yansımalarına feda-yı can eyleyip güneşi hiç göremeden ebedi bir zulmete doğru yuvarlanır. İşte günümüzdeki haz odaklı yaşam, insanı bu yöndeki ince manalardan uzaklaştırıp, ihtirasla boyanmış nazarları o belli belirsiz gölge hükmündeki lezzetlere çevirmektedir.

Maddi ve manevi düzlemdeki bütün nimetlerden, sayamayacağız lezzetlerden mümin için şükre uzanan, hayatın tılsımına varan ufuklar var. Müminin şükür burcu ile arasındaki kuvvetli bağlar, her hâl üzere tazelenerek ihya olur, daimdir. O, kendisine sunulan sonsuz lezzetlerin, nimetlerin, maddi ve manevi hazinelerin şükrünü eda edebilmenin gailesindedir. O mümin ki, hoyrat bir hırsla her şeyi elde etmeye çalışan, kendisine sunulanların farkında olmayıp daima yeni hazlar peşinde koşturmaktan perişan olan, kadr u kıymet, vefa ve şükran bilmez, nefsinin hizmetkârı olanlardan ne denli uzaktır. Kanaat kasrının latif ve baki bahçelere bakan meyveleri mümine kâfi gelir. Öyle ki minnettarlığıyla mahcup bir şükrün şerbetini kalbe akıttırır.

Bir de bakalım, âdemoğlu içinde dünyanın lezzetine, hazzına doyarak terk-i diyar eylemiş olan var mıdır? Hangi sultan doyarak gitmiştir? Doymak, bir tamama ermeğe, nihayete erişmeğe tekabül eder ki, dünya hayatının programında böyle bir varış noktası yoktur.  Şüphe kabul götürmez ki, dünya yolculuğu esnasında önümüze sunulan maddi manevi sonsuz rızıklar, mükemmel teçhizatlar, esas başka bir âleme işaret eder. Hakikatin izini sürerek, deruni bir tefekkürle kendini bize tanıttırmak, bildirmek isteyen Yüce Allah’ı (cc) tanıma yolculuğu, arza halife olan insanın temel vazifesidir. Buradaki bütün ihtişamlı güzellikler ve lezzetler, asıllarının binlerce perdeden geçmiş gölgeleri, numuneleridir.

Müminin mutlu olabilmesi dış etkenlere sıkı sıkıya bağlı değildir. Somutlaştıralım. Onun iç huzuru lüks otomobillere, eğlencelere, gezmelere ya da insanlar nezdinde kabul görmeye, alkışlanmaya muhtaç değildir. Emanet olarak sunulan araçları amaçlaştırmaz. Zira o, ancak kabre kadar insanı güldürebilen sebeplerin çok ötesine geçebilmiş; hakiki, daimi ve mutlak bir saadetin talibi olmuştur. Dünyayı Allah’ın (cc) isimlerine ayna olması ve ebediyete hazırlık mahalli olması itibariyle sever. Dualarda sıkça tekrarlanan iki cihan saadeti arzusu, işte tam da budur. İnsanın hakiki saadet ve bâki hayata talip olması ve buna binaen gayret ve azmi, onu bu kısacık dünya serüveninde de daim huzurlu, sürûrlu kılar.

Hazlarının esaretinde mahkûm insan ise, kanayan yaralarının farkında dahi değildir. Her vakit iç âleminde bir huzursuzluk hisseder, bunu perdelemek için sürekli yeni doyumlar peşinde sürüklenir ve hakiki mutluluktan bîhaberdir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum