İlim ve Kanun-1

Kanun, bir idare sırrıdır. Her bir idare ve hâkimiyet, hükmettiği ve yönettiği nesne ve canlıları devamlı surette kontrolü altında tutmak, onları organize etmek, bir düzen sağlamak için kanunlar koymak zorundadır. Tâ ki, kanunların çizdiği ve belirlediği ortak ve genel hükümler kontrol altındakileri yekvücud hale getirsin, tek bir şeyin idaresi gibi kılsın. Aksi halde her bir nesneye yönelik özel bir idarî yapı ve hükümler tayin etmek zorunda kalınır. Bu ise kanunların sağladığı “yüsr-ü vahdet”ten mahrumiyete sebebiyet verir.

Gerçi nesnelerin ve türlerin özel yönleri olmakla beraber varlıkları için bir ilim, irade ve kudretin zaruriliğinin olması “varlık hakikati” noktasında müşterek yönleri olduğunu net olarak gösteriyor. Varlık âlemine gelişte bu 3 hakikat zaruri olduğu gibi bu âlemde devamlılık için de zaruridirler.

Canlılıkta, ilim ve irade kendini daha yoğun hissettirir. Küçük, sanatlı, kıvrak, hareketli, bol özellikli, güzel, estetik, hassas, çok ilişkili yapısıyla canlılık küçük bir devlet gibidir. Güneş, ay, yerküre, dağlar ve denizler gibi kaba, geniş, büyük, heybetli, ürkütücü yapılar ise yoğunluğuyla kudret ve kuvveti gösterir.

Varlık noktasında, kudret-ilim-irade üçlüsü kanun gibi her yerde, her nesnede, her işte ve her harekette geçerli ezelî sırlardır. Canlılıkta, şuurlulukta ve akıllı yapılarda ise başka başka kanunlar da kendini göstermeye başlarlar. Yeme, içme, soluma, sindirme, boşaltma, üreme, doğma, ölme, büyüme, mükemmelleşme, savunma, korunma, bakım, ilgi, hafıza, bilme, fark etme, geçmiş ve gelecek zamanı idrak edebilme, korku ve üzüntü duyma, güven ve barış ortamı arama, acı da olsa hakka taraftarlık ve hakikate meyillilik gibi manevi ve maddi kanunlar…

Kanunlar da temelinde ilme dayanırlar. Çünkü ilim, hükmedilen nesneleri, canlıları, onların genel ve hususi cepheleriyle bilir, belirler ve takdir eder. İlmin çizdiği sınırlar ve takdir dışına, o nesne ve canlı çıkamaz. İlim o nesne ve canlının varlık süresince ona hükmedecek ortak cihetleri belirlediği gibi o nesne ve canlının hiçbir ânı, görüntüsü ve özellikleri diğer ânı ile birebir aynı olmayacak şekilde özel cihetlerini de belirler. Mesela güneş, yüz bin sene önce de güneşti; yine hidrojenden müteşekkildi; yine her gün aynı miktar hidrojeni helyuma dönüştürülen semavi bir soba ve lamba vazifesi görüyordu. Hem yine aynı şahsî hareketi ile 25 küsur günde kendi etrafında döndürülüyor, yine gezegenleri ile beraber hareket halinde bulunduruluyordu. Fakat o anki güneş ile şu anki güneş arasında farklılıklar bulunmaktadır. Hidrojen-helyum oranı değişik, varlık süresi değişti, dünyadaki hayata yaptığı hizmeti büyüdü vesaire… Güneşe dair ortak taraf ve yönler, güneşin varlığına dar nisbi birer kanundur. Fakat her an değişen yapısının verdiği farklılıklar ise onu hep orijinal ve eşsiz tutan sırlardır. Kur’an bu umumi, ortak ve kanun yapıya “Vâhidiyet”; özel, birebir, orijinal kılıcı cihete ise, “Ehadiyet” demektedir.

Varlık dünyasında güneşten gök taşları, ay ve dünyaya kadar, dağlardan buzullara, ateşlere, atomlara kadar şekil, görüntü, düzen, denge, diziliş, hareket, çekme-itme, büyüklük ve küçüklük ve benzeri yüzlerce ortak, değişmez, sarsılmaz, köklü yönler gözle görülüyor. Bu yönler birer tespih ipliği gibi yapısıyla nesnelerin iç ve dış bağlantılarını kurarak bütün varlık âlemini tek bir vücud haline getiriyor. Nasıl ki Güneş Merkür, Venüs, Dünya, Mars ve diğer gezegenler aslında birbirinden maddeten ayrı kütlelerdir; fakat güneşteki hareketlilik ve faal içyapının sağladığı cazibe onları dağılmaktan kurtarıyor ve biz de bu çok parçalı fakat tek bir bütünmüş gibi organize hareketli yapıya “Güneş Sistemi” diyoruz. Aynen öyle de âlemin tamamında parça parça bir manzara var gözükse de işin esasında öyle bir düzenlilik, karşılıklı dengeler, genel bir dayanışma var ki, içinde yaşadığımız âlem tıkır tıkır işleyen bir saat gibi organize bir manzarayı araştıranlara sunuyor. Eğer uzaydaki nesneler bir birinden kopuk ve bağımsız olsalardı astronomi, astrofizik gibi bilimler teşekkül edemezlerdi.

İncelemeler gösteriyor ki o ayrı ayrı gözüken büyük kütleler ve cisimler arasında öyle mükemmel dayanışma, yardımlaşma, koruma, etkileşme var ki bütün evren bir vücudun organları gibi bölünmez ve parçalanmaz bir yapıyı sergiler. Mesela Jüpiter, dünyayı göktaşlarından koruyan bir paratoner vazifesi görür. Ay, yeryüzünde gel-gitlerin teşekkülüne vasıta olarak temizliğin icrasına vesile olur. Güneş, ısısı ve ışığı, cazibesi ve hareketi ile dünyada hayatın varlığına ve devamına, gezegenlerin bir arada bulunmasına ve hareketliliğine vasıta olur. Yıldızlar, ışıklarıyla yeryüzünde bulunan elmaların yanaklarını kızarttıkları gibi, heyecan verici büyüklükleri, göz kırpan halleri, ışıl ışıl yapıları ile de düşünen bütün insanlara, meleklere, cinlere ve ruhani yapılara bir tefekkür sayfası, bir güzellik âbidesi, bir ihtişamlı ordu manzarası sunarlar. Böylece kendilerini yapanı bildirip tanıttırarak bakanlara kulluklarını hatırlatır, öğretir, yaptırırlar. Böylece yaradılışın manevi sırları açığa çıkar.

Kanunlar varlık âleminin her tarafında kendini göstererek atomların sistematik ve yekpare yapılarından güneş sistemlerine, gök adalarına, galaksi kümelerine, kâinat merkezindeki dev ana yıldızın etrafında dönen kâinat modeline kadar organize bir yapı sağlar. Bu yapı ilim ve emir sıfatlarının tecellisi olan, kanun realitesinin neticesidir. Kanun, ilmin çizdiği ve emir sıfatının icrasını istediği ve belirgin kıldığı ortak yapı ve düzendir. “Emare” (belirti) kelimesi ile aynı kökten gelen emir sıfatı bildirir ki, her emir emredenin belirtisi ve alâmetidir.

Kanun, ilmin çizdiği ve emrin istediği ortak özelliklerle umumi bir düzeni nesne hakkında ve bağlantılı olduğu sitem için sağlayarak kâinata bir şekil ve suret verir. Kanunlar kâinatın bir memleket haline gelmesine vesile olur. Bu memleketin kalbi, merkezi, Kâbesi ise bütün sistemin hizmetkârı olduğu canlılıktır. Canlılığın da bulunduğu yer, gözle görüldüğü üzere yerküredir. Kâinatın tamamı ilim hâkimiyetini kabaca göstermekle “Kürsi” sembolünün aynası olsa da, asıl kürsiler canlılardır. Canlılar içinde de kürsiliğe en layık, en istidadlı, en uygun insandır. Zâten Kürsî âyetinden sonraki âyet ve âyetler insanın irşad ve nura ermekle nasıl kürsileşeceğini, kâinat çapınca nasıl büyüyeceğini bildiriyor. Fakat bu kürsileşme, evrendeki gibi zorunlu ve cebrî bir kürsiliği değil her bir işi hak ve hakikate dayanan, bir güzellik ve manayı gösteren bu İlâhî sistemi bilme ve tanıma, sevme ve sahiplenmeye dayanan gönüllü bir yapıdır. O yüzden âyet der: “Lâ ikrâhe fi’d-diyn[1] (Din dairesinde zorlama, iğrendirme, tiksindirme yoktur.)

Düşünen insanlar, kâinatın görünen ve görünmeyen yüzlerini beraberce ele alıp sarsılmaz ve yıkılmaz bir fikrî, zihnî ve manevi bir kâinat algısı tesis etmeye çalışan her insan eninde sonunda şu realiteyi keşfeder ve bulur: “Varlık âleminden önce bir ilim âlemi olmak zorundadır. Çünkü bilmeyen yapamaz, yaratamaz. Bu ilim âleminde, proje ve planı olmayıp da varlık âlemine gelen düzenli, dengeli, uyumlu, güzel, kusursuz ve muhteşem hiçbir şey ne var oldu, ne de var olabilir. İlim âleminde o nesne ve canlıya dair takdir edilen ve çizilen bu değişmez çizgilere, mühendislik harikası ve şuur âbidesi o yapıya ‘Hakikat’ denilir. Önce hakikat, sonra vücud…” Fakat nasıl ki her bilen her bildiği ve çizdiği projeyi uygulamaz; zaman ve zemin bekler. Aynen öyle de ilim âlemi açısından da öyle projeler bulunuyor. Hem nasıl ki bir nesnenin varlık ve görünme âlemine çıkması istenilerek oluyor ve her gözle görülen şey ve canlı bu manada bir irade, tercih ve kasdı bildiriyor. Aynen öyle de İlâhî ilim dairesinde planları çizili, takdiri yapılmış projeler İlâhî iradenin tecellisini beklerler, tâ ki varlık elbisesini giysinler. İslam itikad âlimleri bu noktada şöyle bir tespit yaparlar:

İlim takdir edip çizince Allah’ın yaratabileceği ve vücuda gelebilecek bir manevi yapı ve bir hakikat ortaya çıkar. Onun varlığa gelip gelmemesi mümkün ve eşittir. Ne zamanki İlahi irade onun zâhir olmasını isterse o vakit o, vacip ve zaruri hale gelir. Fakat o nesnenin vücuda gelmesi için başka bir sıfat gerekir. Ki bu sıfat, “emir” sıfatıdır. Allah, irade ile vacipleştirir; emir ile, icad eder.[2]

Yasîn sûresi 82. âyet bu ince meseleyi şöyle verir: “İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün feyekün” (O’nun yönetim tarzı ve emri, bir şeyin olmasını irade ettiğinde ‘Ol ve oluş!’ demekten ibârettir. O nesne de sürekli bir oluşuma girer.) İlim ve iradenin birleşmesi ile oluşan, hakikat ve varlık âlemi arasında bulunan ve zorunlu yapıları ifade eden manevi ve düzenli boyuta “nâmus” denilir. Bu manada vahiy meleğine “Nâmus-u Ekber” de denilmektedir. Ki insanı, manevi âlemin hakikat ve vacip cihetlerine açar. Nâmusları da içerip onları kudret ve kuvvet sıfatlarıyla beraberce görünür kılan unsur ise “kanun” dur. Ki her bir kanun süreklilik arz eden İlâhî emir, komut ve idare prensipleridir.

Üstad Bediüzzaman “Nâmuslar, ‘sünnetullah’tır (değişmez ve varlığı istenilen prensiplerdir); kanunlar ise, ‘âdetullah’tır (başkalaşmaz ve değişmez İlâhî tatbikat, hüküm ve kazalardır)” der.[3] Hem yine der: “Kanunlar, emir sıfatındandır; nâmuslar ise, iradedendir.”[4] Nasıl ki kanun ve nâmuslar, içinde yaşadığımız yerküre ve kâinatı dayandıkları ilim, irade, kudret ve emir sıfatları ile var kılıyor ve düzenleyerek canlılıklarını devam ettirmektedir. Aynen öyle de her nesne ve özellikle canlıların kendi yapıları da küçük bir devlet gibi organize olmaları ile gösterir ki, onların varlığını ve devamlılığını sağlayan, temin eden ve özellikle insanlarda kendini çok bâriz olarak gösteren İlâhî küçük kanunlar, özel emir ve iradeler vardır ve var olmak zorundadır. Bu manevi yapıya, “ruh” denilmektedir. Kur’an, İsra sûresi 85. âyette bu ebedî sırrı açar: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emir sıfatındandır.’” Bu âyette açıkça bildirildiği ve ifade edildiği üzere ruh, Allah’ın hâkimiyetinin, sahipliğinin ve mâlikliğinin ifadesi olan Rabb isminin canlılar üzerinde kendini gösteren idare ve kanun sırrıdır. Evet canlıları Allah, ruhlarıyla idare eder.

Hem bu âyet bir sırrı daha vermektedir ki, insan ve şuurluların ruhu bütün âlemle, geçmiş-gelecekle alakalı olması, şuur ve akıl sahibi bulunması, korku ve üzüntüyle o canlıya manevi acılar da yaşatabilmesi sırrıyla gelişmeye, büyümeye ve kendi içinde taşıdığı hakikati bu âlemde ifade ederek âlemdeki “Büyük Ruh” olan sünnetullah ile birleşmeye açık ve namzeddir. Nasıl ki sünnetullah âlemin tamamında hükmeden İlâhî hakikatler ve iradelerdir. Aynen öyle de ruh, canlının içinde hükmeden İlâhî hakikatler prizması ve iradesidir. İç ve dış dünyanın tamamında gözüken dengeli, düzenli, gayeli, manalı, sanatlı, uyumlu, iktisadlı, tertipli, ciddi, sürekli ve saire 1001 içerikli yapı gösteriyor ki, sünnetullah, İlâhî ilim ve iradenin, vahidiyet tarzı ile tecellisidir; ruh da, ehadiyet tarzı cilvesidir. Allah nasıl ki sünnetullah ile âlemi tek bir bütün haline getiriyor, onu vâhidiyetiyle idare ediyor ve ihtişamını gösteriyor. Aynen öyle de trilyonlarca atomdan ve milyarlarca hücreden meydana gelen ve küçük bir âlem olan canlıları ve özelde insanı da ruh ile, tek bir bütün haline getiriyor; onu ehadiyetiyle idare ediyor ve güzelliğini gösteriyor.

Devam edecek

[1] Bakara sûresi, 256.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl İcaz.

[3] Mesnevi-i Nuriye, Kur’anın Envârından.

[4] Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum