Din-siyaset ilişkisi üzerine bir hatıra

Bir Hak ve Halk Bilgesi: Mehmet Fırıncı-6

(Katre Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi’nde yayınlanan yazı)

Cemaat veya sivil toplum kuruluşu mensubu olmanın gereğini yapmak herkesin hakkı olduğu kadar, aynı zamanda sorumluğudur. Rahmetli Mehmet Fırıncı, bu sorumluluğun gereğini her dönemde yapma çabası içinde oldu. Bu konuda yaşanmış hatıraları vardı.

Mehmet Fırıncı, önemli hatırlardan birisini Av. Bekir Berk (1926-1992) ile yaşadı. 27 Mayıs Anayasasının etkin organlarından olan Milli Güvenlik Kurulu, 1967’de Başbakan Demirel Hükümetinden irticaya karşı tedbir almasını istiyordu. Amaç din ve vicdan hürriyetini baskı altına almaktı. “Anayasa Nizamını Koruma Kanunu” adıyla bir kanunun çıkarılması gündemde idi. Hükümetin, asker baskısıyla kanunu çıkarma zorunda kalması karşısında Av. Bekir Berk’in teşvikiyle iktidar partisinin il ve ilçe teşkilatları hükümete karşı, yoğun bir tepki göstermeye başladılar. Bu baskıları dikkate alan hükümet, Meclise sevk edilen kanun tasarısını revize edeceği gerekçesiyle geri çekmek zorunda kaldı. Kanun çıkmadı.

Merhum Mehmet Fırıncı, bir diğer önemli hatırayı 1992’de yine Av. Berk Berk ile yaşadı. Bu defa sırada, Din ve Vicdan Hürriyetini kullanılamaz hale getiren Ceza Kanununun 163. Maddesi vardı. Komünizm 1990’da çökünce, Ceza Kanunundaki 141-142 ve 163. Maddeler de tartışılmaya açıldı. Başbakan merhum Turgut Özal, ne yapılması gerektiği konusunda, 163. Madde uzmanı kabul ettiği Av. Bekir Berk’ten görüş istedi. Kanunda yapılabilecek düzenlemeler konuşulduktan sonra, en iyi çözümün bu maddeleri kanundan çıkarma olduğu konusunda görüş birliği sağlandı ve 163. Madde ile birlikte 141 ve 142 maddeler de 1991’de Ceza Kanunundan çıkarıldı. Hukuk ihlalleriyle dolu tarihi bir dönem böylece kapandı.

Bunlara benzer bir kanun hatırasını Merhum Fırıncı abi ile birlikte yaşadık. Türkiye, 28 Şubat 1997 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu’nun irticai konularda yaptırım içeren kararları sebebiyle “Post-Modern Darbe” adıyla yeni bir döneme giriyordu. Hukuka ve insana saygı kaygısını kaybetmiş bir devlet aklının tavan yaptığı günlerdi. Bu dönemde, kız öğrencileri, tesettürleri sebebiyle okula almayarak eğitim hakkının kaybına yol açan uygulamalar devam ediyordu. Tarikatların kapatılması, ordudan atılan subayların başka yerde işe alınmaması, dindar iş çevrelerinin “yeşil sermaye” adıyla takibe alınması, kısaca dini hayatı frenleyici kararların laiklik adına alındığı pervasız bir dönem yaşanıyordu.

Siyasi otoriteyi ikinci plana iterek, hukuk tanımaz şekilde ülkeyi yönetmeye ortak olan 28 Şubat’ın asker-sivil bürokrasisi, Haziran 1999’da İrtica ile mücadele gerekçesiyle Devlet Memurları Kanunu üzerinden çok tehlikeli bir adım atmaya hazırlanıyordu. Buna göre, bir memur, “irticai faaliyet yapıyor” diye iki müfettiş imzasıyla hakkında rapor tutulması halinde görevine son vermeyi ön gören bir kanun teklifi hazırlanmış ve Meclise sunulmuştu.

Hükümet yetkililerine gidip, büyük mağduriyetlere yol açacak böyle bir kanunun çıkmamasını isteme ihtiyacı duyduk. Eski Başbakanlardan rahmetli Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit’in kurduğu 57. Hükümette Başbakan yardımcısı idi. Fırıncı ağabeyle ikimiz, arkadaşımız Said Yüce’nin aldığı randevu ile Ankara’da Başbakanlığa gittik. Önce Fırıncı ağabey geliş sebebimizden bahis açarak söze girdi. Merhum Yılmaz’ın annesinin Barlalı olmasından bahisle akrabalarıyla tanıştığımızı, Risale-i Nur hizmetine dostluklarını anlattı. Merhum Yılmaz, durumu bildiğini, zaman zaman akrabalarıyla görüştüğünü, irtibatlarının devam ettiğini söyledi.

Fırıncı abi devamla, Risale-i Nur hizmetinin, siyasetle kurumsal bir ilgisi olmadığını, fakat yetkili siyasilere memleket meselelerinde görüşlerimizi bildirmenin, vazifemiz olduğunu söyledi. Devlet Memurları Kanunu’nda yapılacak bir değişiklikle, irtica suçlamasıyla memuriyetten çıkarma cezasının çok sakıncalı olduğunu, büyük mağduriyetlere yol açacağı gerekçesiyle bu kanunun çıkmaması gerektiğini ifade etti. “Bunu, memleketin sulh ve sükunu için sizden bekliyoruz” dedi.

Merhum Fırıncı abi, beni hukukçu sıfatımla takdim etti. Bir süredir dindarlara karşı başörtüsü üzerinden, siyaseten ve yargı eliyle yapılan uygulamaların muhafazakâr kitleleri çok rahatsız ve rencide ettiğini ifadeyle söze girdim. Dindar aile ve öğrencilerin eğitim ve hayat tarzlarına müdahalenin vicdanlara sığmadığını, bir siyasetçi olarak, özellikle bir hükümet yetkilisi olarak ilgisiz kalamayacaklarını söyledim.

İrticayla mücadele gerekçesiyle hukuk ihlallerinde ifrata gidildiğini, “İrticai faaliyet yapıyor” diye hakkında iki müfettiş imzasıyla rapor tutulan memurların görevden atılmasının istismara çok açık bir düzenleme olacağını, sırf dindarlıkları yüzünden insanları memuriyetten çıkarmanın halkta infiale yol açacağını, buna meydan verilmemesi ihtiyacını dile getirdim.

Merhum Yılmaz’a, özellikle kendisinin, muhafazakâr ve   demokrat bir aileden geldiğini, bu kadroları destekleyen halkın, inançları ve siyasi görüşleri sebebiyle ağır bedeller ödediğini, ona rağmen siyasi tercihini demokrasiden ve demokratlardan yana kullanmaktan hiç vazgeçmediğini ifade ettim.

Demokrat Parti’den itibaren muhafazakâr ve dindar demokrat partilerin defalarca darbelere maruz kaldığını, buna rağmen halkın devletine küsmediğini, kendisini temsil edeceğine inandığı dindar kadroları seçmekten vazgeçmediğini, halkın bu kararlılık ve vefasının karşılıksız bırakılmaması gereği üzerinde durdum. Siyaset yaptığı süre içinde Başbakanlık gibi görevlere halkın oyuyla geldiğini, bu kanunda imzalarının bulunmaması gereğini dikkatine verdim. Kendisini seçenlerin duygu, düşünce ve tercihlerinin gereğini yapmanın millete karşı, hem insani, hem de siyasi bir vazife olduğunu, geldiği siyasi gelenek ve damar itibariyle kendisine önemli bir görevin beklediğini ifadeyle meselenin çözümü için irade göstermelerinin kendilerinden beklendiğini söyledim.

Başbakan yardımcısı sıfatıyla Fırıncı ağabey ile ikimizi bir saatten fazla saygıyla ve ilgiyle dinleyen merhum Mesut Yılmaz, işin öneminin farkında olduğunu, gerekeni yapma çabası içinde olduklarını ve bu yöndeki çabalarına devam edeceklerini söyledi. Ayrıca, Meclis’in tatile girmek üzere olduğunu, tatile girilmesi halinde kanun teklifinin kadük olacağını, çıkmasına meydan vermeyeceklerini ifade etti. İlgisi için teşekkür ettik. Başarılı olması dileğiyle vedalaştık.

Başbakanlıktan çıktıktan sonra rahmetli Fırıncı ağabey, “omuzumda sanki tonlarca yük vardı. Söylememiz gerekeni söyledik. Çok hafifledim” dedi. Bu ortak duyguyla İstanbul’a döndük. Çok geçmeden 17 Ağustos depremi oldu, Gölcük’teki enkaza bir haftada ulaşamayan devlet, depremin adeta altında kalmıştı. Deprem karşısındaki aczinin görünmemesi için, 28 Şubat bürokrasisi, irticayı kafaya taktığı için sivil toplum kuruluşlarının kurtarma çalışmalarını engellemeye çalışıyordu. O ortamda bile irtica ile mücadele ettiğini sanıyordu. Ona rağmen halk depremin yaralarını devletten önce sarmaya başladı. Söz konusu kanun teklifi de depremin enkazı altında kaybolup gitti.

Toplum olarak depremin yaralarını sarmaya çalışırken, bir süre sonra bu defa milyarlarca dolar batağı ile onlarca banka buharlaşarak battı. Meğer, asker-sivil bürokrasinin bir kısmı, “çağdaş uygarlık”, “irtica ile mücadele” diyerek, sahte bir hamiyet gösterisi yaparken, perdenin önüne konulan irtica teranesinin arkasında, bankalar boşaltılıyormuş. Bu finans krizinin yüksek faizli yükünü taşıyamayan ekonomi, bir yıl sonra yaşanan 2001 kriziyle iki yüz elli milyar dolara varan bir bedeli millete ödetti. Yakın tarihimizde “28 Şubat süreci” adıyla yaşanan beş yılık bu kâbus, 2002 seçimlerinin yeni bir demokrasi umuduyla tarihe gömüldü.

Son Söz

Merhum Mehmet Fırıncı’nın şahsında, yaklaşık onun yaşı kadar olan bir dönemin bazı önemli olayların kısa değerlendirmesini yaptık. İbret alınması gereken olaylar arşivinden çok küçük bir kısmını buraya alabildik. Tekerrüre meydan vermeyecek kadar tecrübe kazanmamız gerektiği görülüyor.

Unutulmaması gereken gerçek, yönetim sorumluluğu üstlenmiş herkesin, tarihin terazisine çıkacak olmasıdır. Değerinizi, döneminizde sizi alkışlayanların çokluğu değil, tarih terazisinin vereceği not belirliyor.

Hak, hukuk tanımayan, insaf, merhamet ve adalet gözetmeyen yönetim anlayışının geleceği olmadığını gösteren yakın mazimiz, hepimiz için canlı bir tarih laboratuvarıdır. Hak üzere ölenlere rahmet, kalanlara sağlık ve ibret olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum