Dertler uzaklaştıkça barışır

"Fakat son tahlilde bütün duygular üzerinde zamanın muazzam gücü ve yaşın garip bir şekilde hafifletici etkisi var. İnsan yaklaşan ölümü hissediyor, siyah gölgesi yolunun üzerine düşüyor, o zaman meseleler daha az rahatsız ediyor, artık insanın zihnine o kadar nüfuz etmiyor ve tehlikeli etkilerini önemli ölçüde kaybediyorlar. (...) Sonuçta yaşlanmak, geçmişten artık korkmamak demek, başka birşey değil. " Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat.

Yazmak şeylerin üzerinde oyalanmaktır. Hatırlamaktır. Düşünmektir. Tekrarlamaktır. Bir meraklı tedirginlikle etrafında dolaşmaktır yazılacak şeyin. İnsan sırf yazmakla şeyleri sanatlı hale getiremez bence. Böyle bir gücü yoktur. Yoku bu kadar vücutsuz bir düzeyde dahi varedemez. Derinlik şeylerin içindedir, aslındadır, hakikatindedir. Oyalanmasıyla onda derinleşir beşer. Beklentisi dua yerine geçer. Duası dikkate dönüşür. Dikkati ilhama. Eşya zaten farkedilmek üzerine yaratılmıştır. Üzerinde oyalananı bağrına basar. Yani demem o ki: İnsan zaten ortada olanı ortaya çıkarır. Ortada olansa malum olan değildir her zaman.

Bilmek yaratmak değildir. Keşiftir. Arkada bırakmadır. İsim vermedir. İşaret koymadır. Haberdar olmadır. Farkedilmediği sürece 'zaten ortada olan' pekçok şey bilinmez. Bilmemek varolmamak anlamına gelmez. Evet. İşin şu kısmı doğru: Farketmek kişi için bir yanıyla da kuşatmadır. Keşfettiğimiz herşey biraz da kuşattığımızdır. Kuşattığına ancak bir isim verebilir insan. Onu diğerlerinden kuşatarak ayırır. Tanır. Böylece hafızasında bir yere bırakır. İstediği zaman ona tekrar ulaşır. Ulaşabildiğine sahip olduğunu sanır. Varoluşunu bu şekilde arttırdığını düşündürür. Varoluşunu arttırmak fenaya gittiğini bilen için bir tesellidir. Düşerken kuyunun duvarından göğermiş bir dala tutunma çabasıdır.

Âdem aleyhisselam talim-i esma sınavını, ezberi iyi olduğundan değil, kuşatması iyi olduğundan kazanmıştır. Çünkü 'ene' ondadır. Emanet ondadır. Daha fazlasını mülk edinebilme, yani varlığını arttırabilme, arzusu ondadır. Halimiz emanetçinin sarhoşluğudur. Emanetçi elindekini mülkü sanmaya başlamış ve 'daha fazlasını' istemiştir. Halbuki sahiplikte hüner ‘arzulamakla’ değil ‘tutabilmekle’ ortaya çıkar. İnsan sahip olduğunu elinde tutamaz. Emanetçi emanet verileni sonsuza kadar saklayamaz. O halde arzuyu yanlış anlamışızdır.

Sonsuzun tanımı yoktur. Sınırlının zıttı olduğundan başka birşeyi bilmeyiz ona dair. Fakat kuşatabildiğimiz her alanı koparmadan isimlendirebiliriz. Emaneti böyle alırız. Sonsuzun parçalarını renklendiririz. İsimlendirmek koyduğumuz yerde bulmak için bize lazımdır. (Emanetçi emanetleri istenince bulabileceği yerlere yerleştirmeli değil mi ama?) Tarif etmek de aklın/kalbin çekim kuvvetinde eşyayı bir yere oturtmak olur böylece. Nasıl ki, yeryüzünün çekmesi sayesinde birşeyler olduğu yerde kalır. Bilmek de böyledir. Bildikçe emin oluruz nesneden. Korkularımız dağılır. Çünkü dönüp tekrar geldiğimizde onu aynı yerde bulacağımızı biliriz. Seviniriz.

Aynılık bir ünsiyettir. Aynılık kolaylıktır. "Din kolaylıktır!” arkadaşım. En özünde “Din kolaylıktır!” Çünkü din, ona iman etmiş tüm mü'minler için, hatta tüm varolanlar için, aynı dili konuşmaktır. Yaratılan herşeyle anlaşmaktır. Varolmayı kolaylamaktır. Mahlukattan herşeyin dilini şakımaktır. Süleyman aleyhisselam kadar barışık olmaktır âlemle. Ve selam yayılır aramızda böylelikle.

Sen varlığa sahip olmadığı bir derinlik kazandıramazsın arkadaşım. Bunu deneyebilirsin. Fakat yatsı vakti geldiğinde tüm yalancı derinlikler söner. Zaman müfessirliğini en çok burada gösterir. O tüm yalancı derinliklerin katilidir. Çünkü derinlik bir yönüyle bekadır ve beka da Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'tekrar-ı vücud'dan ibarettir. Zaman onu sürekli sınar: "Şimdi de varolabiliyor musun bakalım? Peki şimdi? Peki bir kez daha? Peki ya şimdi?"

Bunca derinlik nasıl konuşulabilir oluyor? Ki zaten 'hakkında konuşabilmek' derinliğin kendisidir biraz. Allah’ın bir ismi de Hakk'tır. O Cenab-ı Hak’tır. Çünkü varlığın ‘hakkında’ yaratıldığıdır. Hakikatine yaslandığıdır. Onun marifeti eşyanın derinliğidir. Ona gitmeyen her tefekkür yatayda kalır.

Bunu da şöyle anlayabilirsin iman penceresinden: Varlık zaten üzerine yaratıldığı hayrın derinliğine sahiptir. Hayır bir bütünlüktür. Şer bir parçalanmadır. Hayır vücudîdir/varlıksaldır ve küllîdir/bütüncüldür. Şer ise ademî/yokluksal ve cüzîdir/parçacıldır. Bu yönüyle herşey derindir. Her varlık tevhid kadar derindir. Çünkü tevhid kadar bütündür. Derinlik bütünlükten gelir. Lübbe doğru, içeriye doğru, öze doğru uyandığımız bütünlüğe ‘derinlik’ deriz biz. Derinlik bizim için kabuğun dışında kalan bütünlüktür. Fakat biz sınırlıyız. Çoğu zaman batacak kadar, dalacak kadar, boğulacak kadar üzerinde eğleşmeyiz.

Hayatta sığ olan hiçbir şey yoktur. Fakat bakıştaki sığlık nesneyi de sığlaştırır. Bir adım daha ileri gideyim mi? Kötülük de bir sığlaşmadır. Sıkıntı bir sığlaşmadır. Monotonluk bir sığlaşmadır. Ama nesnenin, hâdisenin veya fiilin sığlığı değildir o. Nazarın sığlığıdır. Ezelden, o manzar-ı âlâdan bakabilseydik herşeye, hiçbir şeyde hakiki kötülüğün bulunmadığını görecektik. Kader kitabı tastamam önümüzde olsaydı hiçbir satır 'boşuboşuna' veya 'kötü' görünmeyecekti. Hatta kötülük bile iyilik şarkısının es'leri olacaktı bizler için. Belki de ballandıran sesleri olacaktı. Yani şarkının en güzel/girift yeri. O kadar girift ki güzelliği okunamaz olmuş yanındayken. Okunmazlıktan kötülük sanılmış. Uzaktan bakmak gerekiyor. Bilmenin uzaklığından bakmak gerekiyor. Tıpkı okumayı bilmeyen birisi için hiyeroglifin resimden ibaret olması gibi.

İnsan dertleriyle onlardan uzaklaştıkça barışır. Çocukluğunu ondan uzaklaştıkça sever. Hatıralar onlardan uzaklaştıkça tatlıdır. Ve uzaklaşmak bir açıdan kuşatabilmektir artık yaşadıklarını. Kuşatabildiğinle barışırsın. Çünkü zaten kuşatamayışındır kavga sebebin. Dikeni kadar yakınken gül güzel gelmeyebilir. Eğer gurbet kadar yakınsan ona en güzel şehirlerde bile daralabilirsin. Sevdiğinin parmağına batacak kadar yakınsa sana kıymık, o kıymığa, hatta dünyanın bütün kıymıklarına düşman olursun. Çünkü çok yakınsın. Yakınlık cemali celal gösterir. Celal de zaten kuşatılamayan bir cemaldir. Güneşteki patlamaları izlerken hayretten başka ne var gönlünde? Fakat ayağının altı sallandığında dünya sanki kalbinin üzerine abanıyor.

Yani diyebilirim ki: Canını sıkan birşeyler varsa demek ki yeterince uzaktan bakmıyorsun hâlâ onlara. "Nevide celaldir, fertte cemaldir..." sırrını yakalayamıyorsun. Uzaklaşırsan neviyi fert gibi görürsün. Ve cemal celalin ardından gülümser. Buradan seni Ene Risalesi'nin sonuna da götürmek isterim. Manevi asansörler neden rahatlıktı? Herşeyi yukarıdan gösterdiği için değil mi? Kur'an neden şifa ve rahmettir? Daha kuşatıcı bakışlar öğütlediği için değil mi? O halde mürşidimin dediği gibi: "Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir." Zaten ışık nedir? Bütünü gösteren değil midir? Bu yazıyı da İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin terakkide yaşadıklarını hocasına anlattığı bir mektuptan alıntıyla bitirelim: “Şimdi cemal celal oldu ve celal cemal oldu.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum