Bir temel düşüncemiz

“Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster, uymayı da nasip eyle. Batılı da batıl olarak göster, ondan da uzak durmayı nasip et” mealindeki hadis-i şerifin kısa bir nüktesidir.

Şöyle ki: Hak, hakikatin sabit kaynağı, hakikat ise eşyanın varlık hikmetidir. Sebep-sonuç ilişkisinin reel pozisyonunu kavramak ancak hak-hakikat-eşya ilişkisindeki doğal yapıyı anlamış olmakla mümkündür. Bütün sebepler toplansa, bir tek sebebin vücuduna gerçek sebep olamazlar. Sebep-sonuç arasında olduğu kabul edilen ilişki, bir yakınlıktan, bir zahiri bağlantıdan ibarettir. Yani, Cenab-ı Hak, o neticeyi, o sebebe sarmış, sarmalamış, bağlamış ve bize öyle göndermiştir. Bu bağlantı, bir lüzum ve zorunluluktan çok, zarf ve mazruf arasındaki ilişki misali bir perde, bir örtü irtibatıdır. Sebep ve sonuç birbirinden müstakil iki ayrı varlıktır. Her iki varlık da aynı güç tarafından ayrı ayrı takdir edilip yaratılmaktadır.

İki olgu aradaki ilişki hemen hemen kesintisiz olduğundandır ki, biz onları birbirinin sebep ve sonucu şeklinde algılamaktayız. Ne ki, bazen sebepler yed-i kudretinde olan Zat’ın kendi mutlak irade ve ihtiyarını hatırlatmasıyla oluşumun üzerindeki perde kalkmakta ve biz oluşumun hakikatini ancak o vakitlerde perdesiz, çıplak müşahede etmekteyiz.

Nur, hidayet ve hayatın vücudunda ise bu daim böyledir. Adetullah, bizi, olağanüstü sürprizler ortasında sürekli şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklenmekten kurtaran ilahi kanunlar bütünüdür. Şüphesiz, böylesi kurallar bütünü olmasaydı, şu alem bizim için yaşanılmaz olurdu. Fakat kanunlar, eğer o kanunları işler kılan bir güç olmazsa, hiçbir anlam ifade etmezler. Dolayısıyla “sonucun” vücuduna, ilahi takdir ve kudret müdahale etmediği sürece, bu kanunlar da tek başına zorunlu sebep olamazlar.

Sebebe riayet başkadır, neticeyi o sebebin zaruri bir sonucu kabul etmek ise daha başkadır. Birincide, “adettullah”a uymak vecibesini yerine getirmek bakımından bir kulluk şuuru mevcuttur. İkincisinde ise, ilahi iradeyi, ilahi kudreti hiç hesaba katmamak gibi bir temerrüt ya da gaflet saklıdır.

Mümince bakış, her var oluşu ilahi bir hakikate, hakikati de hakla bağlantıya dayandırır. Hakla bağlantısını koparan hakikat, batıla kayan, doğruluğunu kaybetmiş değerdir. Doğruluğunu kaybetmek, bütün anlamını kaybetmektir bir bakıma. Var oluş hikmetinin ebedi silinmesi demektir...

Rabbimiz hakkı göstermezse, biz cehlimizin körlüğü içinde hakkı seçip göremeyiz. Sadece gösterse ve bizi halimize bıraksa, biz heva ve hevesimizin tutsakları olarak, hakkın ardına düşüp onu takip edemeyiz. Demek oluyor ki, hem hakkı görmemizin hem de onun ardından gitmemizin doğrudan sebebi bizler değiliz. Hakiki sebep, Rabbimizin bize önce hakkı hak olarak bildirmesi, ardından da onun arkasından gitmeyi lütfetmesidir. Batılı batıl olarak görmek ve ondan kaçınmak için de durum aynıdır. Niceleri vardır ki, batılı hak sanır.

Onun ardına düşer ve her gün biraz daha sapıtır. Niceleri de vardır ki, batılın batıl olduğunu bilir fakat onun ardına düşüp gitmekten kendisini bir türlü kurtaramaz. Olumlu sonuç, hem batılın batıl olduğunu bilmek hem de ondan uzak durmaktır. Bu olumlu sonuç ise, başkaca hiçbir sebebin değil ancak mutlak iradenin, mutlak dilemenin ve mutlak kudretin lütfünün eseridir.

Bizim bütün sermayemiz ise, acizliğimiz, fakirliğimizdir. Dualarımız, ibadetlerimiz de sadece birer talep, birer istek, birer arzuhalden ibarettir; kesinlikle illet ve sebep değildir.

Bugün

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.