Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

'Allah, Beni Kabul Eder mi?'

Bizim mütevazı işyeri dar, küçük ama Trabzon'un en işlek caddelerinden birinde (Semerciler) bulunmaktadır. Ve namazlarımızı çoğu zaman, bu caddede bulunan ve tarihçesi çok eski olan Hz. Ebubekir Camii'nde eda etmeye çalışırız. Camimizin yeni ve genç imamı, hemşehrim Muhammed Sefa Hocamız, camide yaşadığı küçük bir vakayı nakletti, geçen cuma vaazında.

"Yatsıyı kılıp çıktık ve artık camiyi kapatmak üzereyim. Dışarıdan, orta yaşlarda bir arkadaş geldi ve camide namaz kılıp kılamayacağını sordu. Ben de elbette mümkün, kılabilirsin, diyerek camiye buyur ettim. Ama caminin içine tam girmedim. Çıkış yerinde oturup beklemeye başladım. Arkadaş camiye girdi ama ortalığı da müskirat kokusu sardı. Adamın bir hayli içkili olduğu anlaşılıyordu. Ben adamı kapının camından seyrediyorum. Adam durmadan namaz kılıyor ve namazı bir türlü bitirmiyordu. Tam bir saat yirmi dakika, adamın namazı bitirmesini bekledim. Bir hayli gecikince, içeri girip adamın yanına oturdum ve artık namazı bitirmesini söyleyince, arkadaş bu sefer ağlamaya başladı. Ağlarken de 'Hocam, Allah beni kabul eder mi?' diye söyleniyordu. Gözyaşları ise, halıyı bir hayli ıslatmış ve halının rengini bile değiştirmişti. Hocam bu içki belası, beni eşimden çocuklarımdan etti. Şimdi de beraber içtiğim arkadaşlar beni terk etti. Ben Allah'a yönelmek istiyorum. Allah beni kabul eder mi, diye tekrar edip duruyordu. Ben de ona Allah, samimi yönelen kullarını elbette affeder. Sen O'na söz ver ve hâlisâne yalvar. Allah affeder, diye teselli vermeye çalıştım. Dışarıya birlikte çıktık ve ayrıldık."

Bunu Muhammed Sefa Hocamızdan dinleyince, kendi cürümlerim aklıma geldi. İnsanı gurura, izafete götüren hasenat mı, mahcubiyete ve sahih tövbeye götüren günah mı daha üst derecededir, bir türlü karar veremedim doğrusu.

Ünlü şarkıcı Serdar Ortaç'ın da itiraflarının paylaşıldığı bir yayına denk gelmiştim geçenlerde. "Her şeyi elde ettim. Uçağa bindim, en lüks arabalarım oldu. Güzel kızlarla gezdim ama mutlu olamadım. Siz de olamayacaksınız. Rabb'e yaklaşmazsanız, mutlu olamazsınız. Bu kadar basit." diyordu.

Bütün bunlar, bu fakir'e, 20. Mektub'un başında geçen: "Ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir." cümlesini hatırlattı.

Meşru olmayan dairedeki eğlence ve oyundan bir lezzet alabilirsin belki. Ama bu lezzet menhus, pis yani. Zehirli bir lezzet. Ama içinde bir parça bal olduğu için, bu lezzeti ilk aldığında, zehirini hemen hissettirmiyor. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, zehirin karın ağrıları, sonradan başlıyor ortaya çıkmaya.

Sen, ağrısı sızısı olmayan, yani halis bir lezzet almak; ruh ve aklına cennete-âsâ bir bahar yaşatmak istemez misin? Bunu muhabbetullahta arayacaksın. Şarkıcı arkadaşın tabiriyle, Rabb'ine yaklaşacaksın, başka çare yok.

İsterseniz, bu konuyu daha iyi görmek için, mahiyetini daha önceki bir yazımızda söz konusu ettiğimiz, Şener Dilek abinin mezkûr yazısındaki bununla ilgili kısmıyla bitirelim yazımızı.

"Evet, hakikî lezzet odur ki içinde nefsanî, şehvanî, zulmanî, hayvanî ve şeytanî tuzaklar olmasın. Ruhu sürurlara gark edebilsin. kalbi firdevsî bir keyfiyete yükseltebilsin.

Evet, tarihte krallar, şahlar, padişahlar hakikî saadeti, iktidar ve saltanatın içinde aramışlar. Bu rüya ve bu hülyanın hiç bitmeyeceğini, bu iktidar ve izzetin tükenmeyeceğini vehmetmişler. Ama zaman ve zemin onları tekzip etmiş. Gün gelmiş rakipler, düşmanlar, hain ve çapulcular, sahtekârlar o saltanatı yakıp yıkmış. O izzeti tersine döndürmüşler.

Sefihler, sarhoşlar, meyhorlar saadeti, içki masasında, kumar kasasında, zevk-ü safa bahçe ve sofrasında aramışlar. Ama o masalar yıkılmış, o kasalar boşalmış, o sofra ve bahçeler tarumar olmuş. Maksatlarının aksiyle tokat yemişler.

Birkısım ekâbirler, o saadeti diktatörlükte, zalimâne mülk-ü iktidarda, vurup kırmakta, yakıp yıkmakta, biçip kesmekte, iblisâne ve deccalâne ahvallerin içinde aramışlar. Bulmuşlar mı? Hayır. Zamanın ezici çarkları onları savurup yokluğa atmış. O cehennem kütükleri de devrilip gitmişler. Lanetle yadedilmişler.

Evet, hakikî saadet odur ki kalp ve gönüllere şifa olsun. Ruhlara firdevsî cennetleri yaşatsın. Kalpleri itminana, insanları ebedî zevk ve sürûra gark etsin.

Evet, ebediyeti kucaklamayan, sönüp giden, yanıp tükenen bir saadet asla ve asla hakikî bir saadet olamaz.

Evet, Hz. Mevlânâ ne güzel demiş: "Ben değilim o padişah, tahttan inip tabuta binen... Benim fermanımdaki yazı, ebediyet ve ebediyete giden..."

Evet, ebediyettir insanı doyuran, imandır kalpleri tatmin ve vicdanları teskin eden, ruhları sürûrlara gark eden.

Evet, iman ve hidayettir, insanı Allah'a dost ve halil ve habib kılan. İman ve hidayettir en tatlı bir nimet. İman ve hidayettir en halis ve sâfi vicdanî bir lezzet. İman ve hidayet ruhun cenneti ve firdevsî bir keyfiyettir."

Evet dostlar, bu hayatın en saf ve hakikî lezzeti ve halis saadeti imandandır. Çünkü saadet, iman ağacının gölgesidir. İman inkişaf ettikçe, saadet de kıvamını bulur, kemalata gider. Demek "Hayat Zât-i Bakî-i Hayy-ı Kayyuma baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki sermediyet cilvesini alır. Daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakılmaz.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum