Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Bediüzzaman’a göre 'göz ve kulak' eğitimde nasıl kullanılmalıdır?

Bediüzzaman’ın penceresinden eğitim ve öğrenimde “göz ve kulak” nasıl kulanılmalıdır?

Göz; vücut gömleğinin süslerinden ve bize verilen ilahi hediyelerden önemli bir parçadır. Ömür boyu değişmeyen tek organdır. İnsanın gözü, doğumun 16. ayından ölüme kadar bir daha hiç değişmez. Göz, insanın yaşamını yitirmesinin ardından canlılığını en çabuk (3 sn içinde) kaybeden organdır.

Bediüzzamana göre göz, vücud gömleğinin süslerinden biridir:

*Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini (SÖZLER,26.Söz)

Görmek için göz, anlamak için ise akıl gerekir. Başımızın önündeki bir çift göz, insanı dış dünyaya açan birer penceredir. Göz, kâinattaki farklı güzelliklere, gözün farkını ortaya koyarak bakabilmek için verilmiştir.

Bediüzzaman bu konuda şöyle diyor:

*gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz(A.MUSA)

*başta iki göz gibi, iki bakar bir görür.(K.LAHİKASI)

*başında iki göz gibidir; zahiren ikidir, fakat bir görürler. Ahvel (şaşı) gözlü, iki görür.(K.LAHİKASI)

İşitme siniri yaklaşık 30 bin lif içerirken, görme siniri 1 milyondan fazla lif içermektedir. İki gözümüz vardır ve her biri 130 milyon görme siniri hücresinden oluşur. Gözlerden gelen elektrik sinyalleri beynin arka kabuğunda yer alan birincil görme alanına ulaşır. Aslında gören göz değil, beyindir. Beynimizdeki derinlik algısı mekanizması objeleri 3 boyutlu olarak görmemizi sağlar.

İnsan gözü 10 milyon rengi, ayırt etme özelliğine sahiptir. Üç ana renk;  sarı, kırmızı ve mavidir. Bunların birbiri ile karışmaları sonucunda üç ara renk oluşur, bu ara renkler ise turuncu, mor ve yeşildir.  Görmek için ışık gerekir ama bazı canlılar bizim göremediğimiz ışığı görebilir. Örneğin arılar morötesi ışığı görebilirken, çıngıraklı yılan kızılötesi ışığı görür.

Beynimize gelen bilgilerin % 83’lik kısmı görme organımız aracılığı ile gerçekleştirilir.  Görmek için önce ışık sonra da onun yansıyıp gözümüze gelmesi gerekir. Görünür ışık, insan gözü tarafından algılanabilen elektromanyetik bir dalgadır ve dalga boyu 400-700 nm dir. Bu aralığın dışını ise gözümüz göremez. Gözümüzün önüne bir şey gelse sinek kanadı gibi bir şey, dağ gibi kocaman şeyleri göremeyiz.  Bazı ışıklar ise göze zarar verir.

Bediüzzaman evrende ışığı olmayan gök cisimlerin göz önünde durduğu halde görülemediğini, görmek için mutlaka ışığın olması şöyle ifade eder:

*Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz. (MEKTUBAT, 1.Mektup)

*Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin edelim. -Gerçek bilgi Allah katındadır - , Ahiret âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. (MEKTUBAT,1.Mektup)

*her zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyâresine kadar bir sâniyede çıkar. (SÖZLER,31.Söz)

Gözümüzle çevremize, evrene baktığımızda çok şeyler görür, güzelliğin bütün derecelerini, farklılıklarını görebiliriz. Acaba gördüklerimiz doğru yorumlayabiliyor muyuz? Bu büyük evren kitabının sayfalarını, cümlelerini, satırlarını ve sözcüklerini anlayabiliyor muyuz? Acaba gözümüzle yalnızca bakıyor muyuz yoksa görüyor muyuz?

Bediüzzaman bu konuda şöyle diyor:

*güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü(SÖZLER, 23.Söz)

*göz ile görünen bu hadsiz in'âmlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler, rahmetler, perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir.(SÖZLER, 10.Söz)

*gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne, mürebbiyâne, latîfâne şu işi yapan O’dur .(SÖZLER, 10.Söz)

*gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmûa-i kâinat ve bu mücessem Kur'ân-ı ekber-i âlem (SÖZLER, 13.Söz)

*gözünü aç, kafa fenerini bırak (SÖZLER,15.Söz)

*Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitâb-ı kebîrine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın heyet-i mecmûası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh ile hâtem-i Vahdet okunuyor. (SÖZLER, 22.Söz)

*Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli Zâtın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânnâme hükmündedirler. Lisân-ı halleriyle derler ki: "Biz öyle bir Zâtın sanatıyız ki, bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhûletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir Zâttır. (SÖZLER,22.Söz)

*Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gâyelerle müsmirdir ve mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır .(SÖZLER, 25.Söz)

*Göz önündeki bu hakîmâne, kerîmâne, rahîmâne, rezzâkâne terbiyeti ve bu acîb ve hârika ve mu'cize keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? (SÖZLER, 33. Söz)

*göz sûretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsırâtta güzel mu'cizât-ı kudretin envaını temâşâ eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, tarife hâcet yok.(SÖZLER, 32. Söz)

*gözlere kâinat bostanındaki mânevî çiçekleri toplayan şuâât-ı ayniye gibi zâhirî ve bâtınî bütün duyguların.(SÖZLER, 33. Söz)

*gözle görünen bu hadsiz in'âmlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inayetler, rahmetler, perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir. (ŞUALAR, 9.Şua)

*Bu kâinatta, gözle görünen hakîmâne ef'âlin ve basîrâne tasarrufatın şehadetiyle (ŞUALAR, 2.Şua)

*gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. (ŞUALAR, 4.Şua)

*yalnız gözü bulunan, kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına (MEKTUBAT, 19.Mektup)

*hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam, gözüne daha ziyade itimad ettiği için, (MEKTUBAT, 28.Mektup)

*kırk tabakadan, yalnız gözüne itimad eden tabakasına karşı (MEKTUBAT, 28.Mektup)

*Gözlü tabakasıdır. Yani, âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına(MEKTUBAT, 29.Mektup)

*akılları gözlerinde olan avâma ders veren fiildir.(MÜNAZARAT)

*Siz avâm olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyâde muknîdir.(MÜNAZARAT)

*müteşabihat denilen Kur'an-ı Kerimin üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. (İ.İCAZ, Nübüvvet hakkında)

*Siz avam olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyade muknîdir.(MÜNAZARAT)

Avam yani tahsil derecesi olmayan veya yalnız okuryazar tabakasından başka bir de akılları gözlerine inmiş Materyalistler vardır ki bunlardan farklıdır. Avam tabaka gözle gördüklerinden veya kulakla işittiklerinden gerçekleri öğrenebilirler. Ama bu Materyalistler  perdeler arkasında gizlenmiş gerçekleri, sebep sonuç ilişkisinin arkasında yatan gerçeği kabul etmemek için her şeyi gözleriyle görürlerse kabul edeceklerini öne sürerler. Adeta akıllarını gözlerine indirmişler, soyut kavramları, manevi güzellikleri gözle görmeyi beklemektedirler. Hâlbuki onların birçoğu akıl gözüyle görülebilir. O da yetmezse kalp gözüyle görülebilir.

*Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir.(İ.İCAZ, Nübüvvet hakkında)

*en âmî adam, göz kulakla diyecek (SÖZLER, Lemaat)

*İkinci tabaka: Gözlü tabakasıdır. Yani, âmi avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyunlar tabakasına (MEKTUBAT, 29.Mektup)

*Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.(MEKTUBAT, Hakikat çekirdekleri)

*Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez. (MUHAKEMAT)

İşitme duyusu da gözden sonra insanın çok önemli bir duyusudur. Bilgilerin %11 i kulak yoluyla elde edilir. Bu duyunun anahtarı sestir. Her insanın sesi parmak izi gibi özeldir, yalnız ona aittir. İnsan sesi, kuş sesleri, hayvan sesleri, ağlama sesi, inleme sesi,  toprağa atılan tohumun çatlama sesi, yağmurun sesi, şimşeğin sesi ve daha binlerce ses vardır tabiatta.

İnsan kulağına 500 bin sesi ayırt edebilme yeteneğinin verildiği bilinmektedir. Ana rahminde tam gelişen ve çalışan ilk organ olan kulak, ölüm esnasında ise en son ölen organdır.

Göz bakar, kulak işitir ama bir de görmek ve duymak vardır. İşte insanı insan yapan, bu manevi görüş ve duyuşlardır. Evrendeki manevi sesleri algılayabilen insan, kulağın duymadığı ama her varlığın çıkardığı sesleri aklen ve hayalen işitebilir, o seslerin sunduğu derin anlamlar içinde kendinden geçebilir.  Ve bu ortamda rüzgârın sesindeki musikiyi, bulutların bağırışlarıyla, deniz dalgalarındaki nağmeleri, yağmur ve kuşların seslerindeki ilahi müzikleri ve onların hep birlikte Allah’ı tesbih edişlerini işitebilir. Varlık âlemindeki her bir ağızdan gelen, kendi küçük dilleriyle yaptıkları tesbihatları da aklen, hayalen anlayabilir. Ve dünyada her bir uzvun yaptıkları şükür ve ibadetlere karşılık Cennette de o uzuvlara özel lezzetler verilecektir.

Evet insan kulağıyla duyar hisseder ama acaba hangi sesler ona mutluluk, lezzet veri? Her işitilen ses aynı özellikte midir? İnsan sesi, bülbül sesi, şarkı ve türküler ile dinlenen Kur’an sesi insanda nasıl bir tesir meydana getirir?

Evren, musiki dairesinin ilahi bir korosu gibidir. Türlü türlü sesler, nağmelerden bazıları kalplere hüzün yaşatır. Bazıları da İlahi aşkları uyandırır, ruhları aydınlık dünyalara götürür. Çok ilginç tabloları yaşatarak kalpleri ve ruhları lezzetlere ve zevklere doyurur. İşte bu ilahi besteyi duyamayan, onun notalarını yazan bestekârı bulamayan kulaklar için o sesler, notasız birer gürültüden başka bir şey değildir.

*Hattâ yalnız kulağı bulunan ve bir derece mana fehmeden avam tabakasına karşı Kur'an'ın okunmasuyla başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi der ki: "Ya bu Kur'an bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır. Bu ise, hiç bir düşman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün işitilen kitapların fevkindedir. Öyle ise mu'cizedir. (MEKTUBAT, 19.Mektub)

*Ve lisan, göz ve kulak gibi âzâların ettikleri hâlis şükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismânî lezzetler ile verilecektir. (ŞUALAR, 11.Şua)

*hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânâda o küçücük kulak ve lisânlara kemâl-i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisânlardan çıktığı  (SÖZLER, 13.Söz)

*Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkıyetin nihayetsiz vüs'atinden, o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbânî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir, fark etmez.( ŞUALAR, 7.Şua)

*Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. (SÖZLER, 32.Söz)

*herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten (LEMALAR, 30.Lema)

Dünyada öyle insanlar bulunur ki hiç okula gitmemiştir, ilim tahsil etmemiştir, yani avamdır. Onlar için yalnız gördükleri ve işittikleri vardır. Doğruya yanlışa öyle karar verirler. Kur’an onların anlayabileceği kadar basit, sade teşbihlerle, benzetmelerle onlara gerçekleri anlatır. Avam tabakayı kendine hedef kitle seçen Kur’an onların seviyesine iner. Kim avam tabakayı kendine hedef alırsa onlar da Kur’an’ın yolunu kendilerine örnek almalıdır. Mesela basit “temsili hikayecikler” gibi yollarla derin hakikatler, onların seviyelerine inerek anlatmalabilir.

Bediüzzaman bütün eserlerinde Allah, Haşir, Tevhid, Peygamberlik ve Melekler gibi soyut kavramların ve konuların anlatılmasında bu yöntemi sıkça kullanmıştır. Onun ilk talebeleri avam olsa da zaman içinde alimlerin henüz kavrayamadıkları konuları okudukları Risale-i Nur’ların penceresinden bakarak kavramışlardır. Talebelerinin ilim seviyesi zamanla avamdan havasa, okur yazardan profesörler düzeyine yükselmiş, ve eserleri de 60 dan fazla dünya dillerine çevrilmiştir.

İnsan kulağı belli frekanstaki sesleri duyar ama bazen frekans ötesi sesler vardır ki onlar manevi seslerdir. İşittiği seslerin arkasından duyulan seslerdir, hallusinasyon değildir, gerçeğin ta kendisidir. Kişideki iman nuruyla duyulabilir. Her kesin kendi kabiliyetine göre işitilir. O sesler insanı alır ta ötelere götürür, ruhları kalpleri lezzetlere boğar, zevkten başını döndürür. O sesler bazen de evrenin sessiz bir konuşmadır.

*kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyir ve seyelân-ı eşya o kadar mânidardır ki, o faaliyetle Sâni-i Hakîm envâ-ı kâinatı konuşturuyor. Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir; ve taharrük ise, bir tekellümdür. Demek, faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümât-ı tesbihiyedir. Ve kâinattaki faaliyet dahi, kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.(MEKTUBAT, 24.Mektup)

*kulaktaki zar, nur-u İmân ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u İmân sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. (İ.İCAZ)

*hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan birer tel-i mûsıkî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acâibü'l-mahlûkat mahiyetini göstersin ve ekser ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr sûretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin, öteki lehviyât gibi, insaniyetin iktizâ ettiği makamdan seni düşürtmesin. (SÖZLER, 23.Söz)

*Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. (SÖZLER, 2.Söz)

*Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimâtıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdîs ediyor, vahdetine şehâdet ediyor; ve cevv-i hava dahi, bulutların sesiyle, berk ve ra'd ve katrelerin kelimâtıyla Onu tesbih ve takdîs ve vahdâniyetine şehâdet eder; (SÖZLER, 25.Söz)

Öğrenmenin en etkili yolu okuduğu şeyleri tekrar etmekten geçer. Bediüzzaman gençliğinde okuduğu kitapların tümünü her gece 3 saat okuyarak 3 ayda bir tekrar edermiş. Kendi başına Risale-i Nurları okuduğunda mesela Haşir risalesini kendisi yazdığı halde 100 defa okumuş ve hala da okurmuş. Hafızası güçlü bir insan olan Bediüzzaman böyle yaparsa diğerleri acaba nasıl yapmalıdır?

Bediüzzaman 1953 senesinde Isparta’da beraber kaldığı talebeleriyle Sabah namazından sonra dersler yaparmış. Genellikle 2-3 saat nadiren de 4-5 saat sürer, kuşluk vaktine kadar devam edermiş. Kendisi ağır ağır ve tane tane okurmuş. Dersi sıra ile herkes okurmuş. O da kendi elindeki eskimez yazı ile yazılmış kitaptan takip edermiş.  Çok defa ikindiden sonra bazen de öğle namazından sonraki derslerde herkes yine sıra ile okur, diğerleri de onu elindeki kitaptan takip edermiş.

Göz ve kulak gibi 2 organ öğrenme işleminde en önemli iki organdır. Bundan istifade ederken düz metinler yerine günümüz teknolojisinin sunduğu slayt ve video gibi “görüntülü ve sesli yolları” kullanmak, ilgiyi çekecek ve öğrenmeyi daha da kolaylaştıracaktır. Kalıcı bir öğrenme için ise tekrar şarttır. Yoksa kalıcı hafıza devreye girmez. Öğrenilen bilgiler geçici hafızada kalır ve unutulur, kaybolur.

Bu sunumlar ayrıca muhatabın yaş ve bilgi seviyesine de uygun olmalıdır. Çocukların eğitimiyle yetişkinlerin eğitimi farklıdır. Onların durumlarına uygun olmayan bir metot asla başarılı olamaz.

Kim muhatabına bir şeyler öğretmek isterse mutlaka onun seviyesine inmek ve zamanın teknolojik imkanlarından yararlanmak zorundadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.