Arap baharı bittiğinde

İnsanlık tarihinin hiçbir merhalesi, aynı anda ve aynı şartlarla gerçekleşmemiştir.
Bu önemli ayrıntıya göre kimi toplumların bir devri veya bir süreci diğerlerinden daha erken karşılaması ise, onlara tarih önünde bir adım öne çıkabilme imkanı tanımıştır hep.

Coğrafî, siyasî ya da bizzat hükm-ü İlahî'ye bakan nedenleri bir yana, bu gerçeğin ardında yatan can alıcı etkenlerin başındaysa: "yeni devri zamanında okuyabilmek” gelir kesinlikle. Ki zaten tarih de, eski devirlerden kalan anlayışlarını zamanında yenileyemeyenler ile, içinde bulundukları devri zamanında ve doğru okuyabilenlerin birbiriyle serencamı değil midir bir bakıma?

'İleri veya geri toplum' tanımlamasına kaynaklık da yapan bu durum, toplumların olduğu kadar, bireyin kendi tarihçesi için geçerli olan bir hali de ifade eder aslında. Zira tarihin en tekrarlı derslerinden biri olmasına rağmen, toplumların ve fertlerin yine de her devirde muhtaç oldukları en önemli derslerden biri de işte budur sanırsam: Yüz yüze bulundukları devrin meşru icaplarına ayak uyduramayanların, zamanın ruhunu yakalayamama trajedisiyle yüzleşmek zorunda kalmaları da kaçınılmazdır!. 

Ne var ki, ‘iyi-kötü, samimi-sahtekar, aydın-gerici vs.’ farkı gözetmeksizin, hemen her toplumun veya ferdin dahi her devirde yüzleşebileceği bu ünlü trajedi; yüzleştiği kimselerin gerçek anlamda ‘iyi-kötü, samimi-sahtekar, aydın-gerici’ tavırlar göstermelerine sebep olması yönüyle de ele geçmez bir turnusol kağıdıdır aynı zamanda.

Tıpkı, benzer iki durum karşısında iki ayrı yönetici modelinin gösterdiği iki farklı tavrın; "zalim, cebbâr, hodendiş" ile; "velî sultan, şefkatli padişah" tanımlamaları arasındaki farklılıktan kaynaklandığını göstermesi gibi!.

Zira Arap dünyasının son devirdeki meşhur zalimlerinin, yüz yüze kaldıkları "Malikiyet ve serbestiyet" devri gerçeğini gör(e)meyerek haklı insanî talepleri dahi 'ulusal çıkarlar' bahanesiyle engellemeye çalışmalarıyla; yine ‘hürriyet’ talepleri karşısında, devleti öncelemede gördüğü ‘millî menfaatleri’ o meşhur istibdadına mazeret kılan II. Abdulhamid'in 31 Mart vakası karşısında gösterdiği tavır, bu durumu gayet iyi özetlemektedir.

Diğer bir tarifle, "menfaat-i kavmiye" adına hareket ettiğini iddia etse dahi, aslında bu maske altında "menfaat-i şahsiyesini" arayan ve bunu da kendi halkını katletmekten çekinmeyerek gösteren mütekebbirlere karşılık; 'millî menfaatleri koruma uğruna' da olsa, halkına silah doğrultmaktansa yeri geldiğinde koltuğunu tereddütsüz terk edebilen bir padişah...

Yani -zamanımızda da sıkça görülebilen bir halet olarak-, "menfaat-i şahsiyesini bâzı menfaat-i kavmiye içinde arayan" millet düşmanları ile; milletini "menfaat-i şahsiyesinin" önünde gören samimî bir millet sevdalısının yer aldığı iki taraf.

Ancak, söz konusu iki örnek arasındaki işte bu “sınanmış samimiyet uçurumuna” rağmen, son tahlilde, her iki tarafı yine de kendisinde buluşturmuş olan o mühim hata: "yeni devri okuyamama hatası”!.

İşte bu durumun haber verdiği öncelikli sonuçlar bize göstermektedir ki; millet, vatan, bayrak gibi kavramlara karşı sevgimizde istediğimiz kadar samimi olalım, yeni bir devrin beliren etkileri karşısında gerekli düzenlemeleri "zamanında" yapamamamız, pekala bizim de bu hatayla ve neticeleriyle karşılaşmamamızı netice verebilecektir maazallah.

Tam da bundan dolayı denilebilir ki, Tunus'taki "yasemin" devriminin Arap baharıyla bulduğu etkili karşılığın, (hep dillendirildiği üzere) yeni bir devrin habercisi olup-olmadığını “doğru ve zamanında” okuyabilmek, şu sıralar memleketin önünde duran en önemli soru(n) olarak belirmektedir.  Zira ana nedenleri ve sonuçları bakımından söz konusu hareket kesin olarak gösteriyor ki; inanca, kimliğe, iradeye kılıflar biçen üsttenci, yasakçı ve baskıcı yönetim tarzlarının artık 'hazmedilemeyeceği' yeni bir süreç, “niyetten kuvveye" çoktan çıkmış durumdadır.

Ve böyle bir süreci okuma noktasında da, değil sadece memleket; hem mazisi, hem de geleceği açısından alem-i İslam dahi bize önemli sorumluluklar yüklemektedir. 
Diğer türlü, mevcut şartlara endeksli nazarlarıyla yeniyi algılayamayanların, 'maden devrine' geçmiş toplumlar karşısında 'taş devrini' yaşamaya devam ediyor olacaklarını, her devrin şaşmaz ve mukadder bir hali olarak zihnimizin bir kenarında hep tutmamız gerekmekte.

Bu nedenle, genelde bu ‘olası’ yeni devrin gecikenlerinden olmama, özelde ise memleketin bağrını yakan bir büyük fitneyi bertaraf etme adına süratle yapmamız gereken (ve alem-i İslam'ın geleceğinde de etkisi kuvvetle muhtemel olacak) hamle ise, inanıyorum ki, insan onurunu ve hürriyetini önceleyen adımlar olacaktır en başta.

Yani emareleri her yanı sarmış "malikiyet ve serbestiyet" devrinin de gerektirdiği üzere; artık 30'lu yılların statükocu kalıplarından ve milliyetçi şartlanmalarından arınmış, katılımcı, tarihi kökleriyle barışık ve de 'zamanın ruhunu' iyi okuyan bir anlayışın daha fazla gecikmeden inisiyatifi ele alacağı adımlar..

Zira süfyanlarını yıka yıka ilerleyen Arap baharı, çoktan başlamış bir ‘maden devri’ adına kapımızı tam zamanında çalan bir uyarıcı değilse ‘bile’; o adımların atılması, bu bahar bittiğinde ‘taşlarla’ mesafemizi belirleyecek bir atılım değil midir yine de?.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum