Zındıkanın planı hangi safhada?

"Batıl istediği kadar hak suretini giysin efkarı aldatamaz."

"Kendi mesleğini ikame etmek için; taasupla, başkasını sapkınlıkla itham etmek ve demagoji ile insanları kandırmak nazarı şeriatta merduttur."

Artık zaman başka mesleğe adavet edip, başkasını kötüleyerek taraf toplama zamanı değildir.

Zaman değişmiş, zamanın hükmü de değişmiştir.

Öyle ise…

***

Bir önceki yazımızda bir komplo teorisini nazarlara vermiştik.

Birçok dost arayıp devamını istemişti.

Aslında geçen yüzyılın tamamı bir komplo idi.

İnsanlık ilahi kaderleri terk edip şeytani senaryolarla idare edilmeye başlanmıştı.

Gerçi murad-ı İlahi her zaman farklıdır.

Burada ne kadar senaryo çizersen çiz ilm-i İlahide neler olacağını kimse kestiremez. Kimse oraya ulaşamaz.

Kulun nazarı kısıtlıdır ve ancak zahire bakar ve zahirle imtihan edilir.

Dolayısıyla ortada bir gerçek var.

İnsanlık Allah'ın istediğini bırakmış, âdeta Allah'la savaşa tutuşmuştu.

Batı bütün İbrahim’i değerleri kenara atmış, mesela Kant, aklınca bir hat çizmiş; "elimizin, ilmimizin yettiği kısım bizim, hattın diğer tarafı metafiziğin" diyerek, semavi değerleri kenara iten bir felsefeyle bütün dünyayı böyle batıl değerleriyle istila etmişlerdi. Maddeten dünyayı sömürüp işgal ettikleri gibi, şuurları da sömürüp, imanları işgal etmişlerdi. Yeryüzünde İslam’ı temsil eden hiç bir resmî merci kalmamıştı.

Yeryüzü, kainat ve insan yaratılış gayesinin aksine, felsefe öncülüğünde böyle bir isyan başlatınca mana alemindeki kararsızlığı ve karşı karşıya kaldığı dehşeti maalesef kimse bilmiyordu.

Lakin bir tahmin yürütülebilirdi...

Zira kâinatta mutlak bir Rububiyet söz konusudur.

Mutlak bir Rububiyet ise mutlak ve külli bir ubudiyet gerektirir.

Kâinatın kalbi manasındaki dünyada, Latife-i Rabbaniye görevi ile muzaaf insanlık bozulunca, Allah'ın Celali isimlerinin gazabı yakın olacağı muhakkaktır. Çünkü bu hal, "Rububiyetin azametine dokunur ve ulûhiyetin kibriyasına ilişir ve mâbudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celâlini müteessir eder.”

Oysa miraç ile birlikte ortaya çıkan Velayet-i Ahmediye ile Arz iki kutba bölünmüş, her kutbun kutb-u azamlarıyla velayet divanları kurulmuş, kâinatın tüm tahiyyelerini ve ubudiyetlerini Kâbe’nin manevi sütunlarından huzur-u ilahiyeye sunuluyordu. 

Zira mahlûkatın ibadeti ancak insanlığın ubudiyeti ile Allah'ın huzuruna varmalıdır. (Hilafet)

Lakin 19. asırda bu denge bozuldu

Yeryüzünde şer ve küfür çoğalıp hayır ve ubudiyet inkıtaa uğrayınca, Kahhar-ı Zülcelal'in ubudiyetin bittiği bir kâinatı helak etmesi kaçınılmaz gözüküyordu.

Zaten kıyamet; “Allah Allah" nidasının bittiği an kopacaktır.

İşte 19. asır böyle bir tehlikenin eşiğine gelmişti.

Ve işte benim teorim de buradan başlıyor:

Ubudiyetler eksilince Bediüzzaman'ın ubudiyeti ile birlikte “Tevhidi ve vahdâniyeti ve vahdeti kat'î bir surette iktiza ve istilzam ve icap eden ve şirki ve iştiraki kabul etmeyen ve müsaade vermeyen delilleri" başta insanlığa ve bütün zişurlara ispat edip beyinlere kazıması gerekiyordu.

Onun için, "acele edip kışta gelmişti."

Onun için hayatının sonuna kadar bir saniye boş durmadı.

Geceleri ubudiyet, gündüzleri tefekkür ve Risale-i Nur'u yazmakla uğraştı.

Sadece ömrünün son iki senesinde; “Bana günde iki saat izin verildi" demişti.

Uyguladığı metot farklıydı. Zikrine Cevşen-i kebiri almış, namazda tesbihatını Esma-i Hüsna ile yapıyordu.(Resulullah'ın (asm) metodu.)

Dualar ise peygamberlerin dualarıydı.

Bunları bütün talebelerine de öğretmişti. Onlar da bütün cemaate aktarmıştı.

Bütün bunların yanında kendisine has virdleri de vardı.

Onun ömrü boyunca devam ettiği ibadet ve virdlerinin bir gecesini sıradan insanlar günlerce tamamlayamazlardı.

İslam tarihi buyunca ilk defa böylesine kalp ve aklın ortasında bir yol keşfedilmiş ve bu yol her Müslümanın iç aleminde itirazsız yerleşiyordu.

Bu modelin birçok şubesinden iki tanesi çok önemliydi;

İhlas ve muhabbet...

Şimdi ehli zındıka ve şeytanın gözüyle meseleye baktığınızda şeytanın ve avanelerinin çıldırdığını görürsünüz.

Gerçekten acz ve fakrla Allah’ın inayetini arkasına alan bu sisteme ihlas ve muhabbetle bütün kalplerin musahhar olacağı bir gerçektir.

Nitekim henüz çocuk yaşta iken bu hizmetle tanıştığımızda bizi bağlayan en büyük etken cemaatteki muhabbetti.

Kardeşlik duygularıydı.

Musafaha idi.

Büyük-küçük demeden alim-cahil demeden herkesin aynı duygularla birbirini sevmesiydi.

Namazdaki coşkuydu, âdeta Kur’an yeni nazil olmuş gibi gözlerdeki parıltıydı, okunan cevşen ve namazdaki tesbihattı…

Dolayısıyla Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin en büyük eseri sadece Risale-i Nur değildir. En az Risale kadar önemli olan tamamen Sünnet-i Seniyye endeksli ibadet ve hizmet metodudur.

Bu hizmetin ana harcı ise muhabbettir.

Ve işte bu metodu, bu harcı, bu muhabbeti has talebelerine öğretmiştir.

Onlar da yaşantılarıyla destanlaştırmış, şu sözlerle de ölümsüzleştirmişlerdi:

“Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta, birimiz dünyada birimiz ahirette olsak da biz yine beraberiz.”

İbadet ve taata gelince; Bediüzzaman hazretlerinin bıraktığı yerde devam ettirmiş zaman içerisinde vakıf ordularını kurmuş, atmosferi aralıksız Kur'an’la Cevşen’le ve zikirle doldurmuşlardır.

Böylece ibadet ve duadan oluşmuş bir orduyla büyük, manevi bir şirket meydana gelmişti.

Şimdi siz söyleyin düşman gözüyle Risale-i Nur’a baktığımızda bu hizmeti çökertmek için neyi bozmanız lazım?

Risale-i Nur’u bozmaya gücünüz yetmeyince ne yaparsınız?

Ben söyleyeyim.

Önce muhabbeti kırarsınız.

Sonra asla cemaate yakışmayacak küfürlü dil kullanırsınız.

Ve en önemlisi abileri öldürürsünüz.

Sonra da itibarlarını katledersiniz.

Sizce şimdi hangi safhadayız?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum