‘Zafer Annelerindir!’ Nuriye Nursi ve Fatma Berk

Onu, derin dünya uykusundan uyandığım günlerde tanımıştım. Derin bir rüyadan uyanmış gibiydim. Sanki onunla gözlerimi dünyaya açmıştım. Yazdığı Nur risaleleri uykularıma bereket katacak, rüyalarımı renklendirecekti. Kısa süre sonra “Zafer Bizimdir” isimli bir kitapla karşılaşmış, tek kelimeyle çarpılmıştım. Kitap mazlumların avukatı Bekir Berk’in Bediüzzaman ve talebelerini savunurken yaşadığı halleri anlatıyordu.

“Zafer Bizimdir” beni büyük insanların rüyalarına kanatlandırdı. Büyük insanlar büyük davalarla büyürler. Büyük davalar rüyayla başlar destanla devam eder. Büyük hayatlar kundakta başlar kefenle sona erer.

Bu asrın büyük adamı Bediüzzaman’dır. Onun da dünyayı değiştirecek bir rüyası vardır. Birinci Dünya savaşının öncesidir. Ağrı Dağı infilak etmiş, dağ gibi parçalarını dünyanın her tarafına dağıtmıştır. O dehşet içinde annesine seslenir. ‘Ana, korkma. Cenab-ı Hakkın emridir; O Rahimdir ve Hakimdir.’ O andamühim bir zat amirane seslenir: İ’caz-ı Kur'an’ı beyan et.

Uyanır. Anlar ki büyük bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılaptan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'an'a hücum edilecek; i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddinin fevkinde olarak, Said gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğunu anlar.

O rüyayla insanlığın imanını kurtarmayı dava edinir. Hayatını her şeyiyle bu yüce ideale tahsis eder.  O rüya ve o rüya gibi hayat yıllar sonra Risale-i Nur olarak günyüzüne çıkar. Altın harflerle iman destanı yazar. Kıyamete kadar bu destanın sesi olacaklar kendine bildirilir. Bekir Berk onlardan biridir. O da Bediüzzaman gibi kundaktan kefene muhteşem bir hayat yaşar.

Bir rüyayla destanın doğuşu

Bekir Berk 1926’da Ordu’nun Uzunhisar nahiyesinin Delikkaya köyünde dünyaya gelir. Babası komiser, annesi ev hanımıdır. Babası Çerkez’dir. Annesi Bitlis’ten Ordu’ya göç eden bir ailenin kızıdır. Aile Kureyş’in Haşimi kolundandır.

Bekir Berk’te de her şey Üstadının rüyasını hatırlatan muhteşem bir rüyayla başlar. 9 yaşındaki Küçük Bekir, Efendimizle (asm) Ebu Cehil ordusuna karşı savaşmaktadır. Ya­nında Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra) de vardır. Peygamberimiz (asm) savaşa katılmak isteyen Bekir’e miğferini ve zırhını giydirir. Kâfirlere kar­­şı savaşmak üzere emirler verir. O da tam bir teslimiyetle kabul eder: “Yaparım efendim, emredersiniz efendim, baş üstüne efen­dim! Cebelden cebele atlarım efendim, binerim efendim, giderim efendim!...”

Bekir bambaşka âlemlerdedir. Terler içinde uyanır. Annesi onu hayranlıkla seyretmektedir. Kalbi yerinde çıkacak gibidir. Gözleri kapalı olduğu halde, rüyanın asudeliğiyle ses verir.

“Anne, Peygamber Efendimizi gördüm; bana emirler veriyordu.”

"Aman Ya Rabi! Aman Ya Rabbi! Müjde oğlum! Bu rüya bir müjde. Efen­di­mizin (asm) zırhını giymen herkese nasip olmayan bir şey. Herhâlde sen bu devrin Ebu Cehilleriyle savaşmakla gö­revlisin."

O gece, oğlunun kulağına fısıldar: Sen büyük adam olacaksın oğlum. Okuyup büyük işler ya­pacaksın.

O peygamber rüyasından sonra kader onu ümmetin işlerinde istihdam edecek, “Ümmeti! Ümmeti!..” diye inleyecektir.

Bekir’e, Bediüzzaman’ın yarım kalan ebedi rüyasını tamamlayacak yollar açılır. Bu rüya yıllar sonra onu Üstada götürecektir. Ordu’da başlayan rüya Isparta’da gerçekleşecektir. Değil mi ki ikisinin arkasında da önce Allah sonra anaları vardır.

Kader hükmünü verir. Babası düğmeye basar. Bir akşam, “İstanbul’a gidiyoruz hanım. İki haftaya kadar yola çıkaca­ğız” diyerek Bediüzzaman yolunu açar.

İstanbul’a gelirler. Bekir, Kırkıncı İlk mektebinde öğrenime başlar.

Babası Çerkez kökenli bir komiserdir. Komiserlikle Çerkezlik birleşince kaçınılmaz olarak evde de askeri disiplin uygulanır. Bundan dolayı Bekir babaya karşı mesafelidir. Kalabalıklardan ürker. Annesi sığınılacak yegane liman olur.

Annesi çağın ızdırabını sinesinde taşımaktadır. Oğlunun İslam fedaisi olmasını istemekte, Hızır’dan medet dilemektedir. Bu niyetle sık sık Ayasofya camine gitmektedir. “Ayasofya Camiinin iki direği arasında bilmem kaç rekât namaz kılan, Hızır’ı görürmüş” diye bir söz duymuştur.  O da bu inançla namazını kılmış ama Hızır’ı görememiştir. Bunun üzerine hüngür hüngür ağlamış, gözyaşları içinde eve dönmüştür.

O gece rüyasında bir zat, “Hatun, ne istiyorsun? Neden bu kadar ağladın?” diye sorar. O da Bekir’i göstererek, “Oğlumun İslâm fedaisi olmasını istiyorum!” der. Bunun üzerine o zat, Bekir’in başını okşar. O hal ile rüyadan uyanır.

Annesiyle her Cuma sabahı Ayasofya Camiini ziyaret ederler. Bir sabah gel­diklerinde Caminin tahta perdelerle çevrili olduğunu görürler. Kapıda duran bekçiye sebebini sorarlar. Bekçi cevap veremez, yutkunur, ağlamaya başlar. Gözlerine dikkat ettiklerinde sabahlara kadar ağlamaktan kıpkırmızı olduğunu fark ederler. Mesele anlaşılır. Cami kapatılarak müzeye çevrilmiştir.

Annesi çözülür. “Başımıza bu da mı gelecekti?” diye ağlamaya başlar. Küçük Bekir Ana, korkma. Cenab-ı Hakkın emridir; O Rahimdir ve Hakimdir’ diye annesine teselli veren Genç Bediüzzaman’ın sesini hatırlatan bir sesle annesini teselli eder: Merak etme an­neciğim. Büyüyünce ben onu açtıracağım.

Ayasofya kapansa da ana-oğul ‘belki açılmıştır’ umuduyla her hafta sonu Camiye gitmeye devam ederler. Ama her seferinde aynı manzarayla karşılaşırlar. Tahta perdelere hapsedilmiş bir Cami ve gözlerindeki yaşı gönlüne hapsedememiş, ağlayıp duran o bekçi…

Bekir annesinin şefkat ve dua dolu bakışları altında büyür. Ortaokul çağına gelir. 1938’de Gaziosmanpaşa Ortaokuluna kaydolur. 1941 yılında Kabataş Erkek Lisesine girer. İkinci Dünya Sa­vaşı nedeniyle Türkiye’de de yokluk yılları başlar. Maaşı masraflara yetmediği için baba­sı Bekir’i okuldan almak ister: Artık bir işe girsin, ev geçindirmede ba­na yardım etsin.

Annesi karşı çıkar. Saçını süpürge edip oğlunu oku­­tacağını, bunun için gerekirse yiyip içmekten vazgeçece­ği­­ni söyler. Sesler yükseldikçe yükselir.

Bekir çekinerek araya girer: Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, üstünden bir yol geçer.

Bekir onca maddi ve manevi zorluğa rağmen okuyup avukat olur. 1958 yılında Bediüzzaman’la yolları kesişir. Onun davasına gönülden bağlanarak onun ve talebelerinin avukatlığını üstlenir.

Bekir Berk’in annesi Fatma Hanım onu İslam fedaisi olarak yetiştirmek istemiş, Rabbi duasını kabul etmiş, oğlunu çağın İslam fedaisi Bediüzzaman ile karşılaştırmış, böylece onu İslam’ın bayraktarı kılmıştır. Bekir Berk annesinin dualarını arkasına alarak cepheden cepheye koşmuştur. Annesini her ne kadar çok sevse de anadan, yardan, serden geçecek kadar İslam davasına bağlanmıştır. Annesi, oğlunun İslam kahramanı Bediüzzaman’a hizmet etmesinden çok memnundur. İhtimal ki yıllar önce Ayasofya’dan döndüğü gün gördüğü rüyada Bekir’in başını okşayan adam bu adamdır. Bir gün Bekir’i Üstadı ziyarete giderken halini arz eder. “Üstada selâm söyle. Benim için ellerinden öp! Beni talebeliğine kabul etsin.”

Bekir Berk Üstadın yanına varınca öyle bir cezbeye kapılır ki, az ve huzur arasında kendinden geçer. Dolayısıyla annesinin selamını iletmeyi unutur. Tam yanından çıkarken Üstad, “Yanında bir emanet var” deyince, annesinin dileklerini hatırlayarak selamını arz eder.

Bediüzzaman da “Ben onu altı yıl önce Nur talebeliğine kabul ettim!” diye mukabele eder.

Bekir Berk “Acaba neden altı yıl önce?” diye düşüne düşüne annesinin yanına gelir.  Annesi bu sözün sırrını ifşa eder.

“Bir dinî toplantıda konuşurken, birisi bana, ‘Hadi ordan Nurcu!’ diye hitap etmişti. Ben de Nurculuktan hiç haberim yokken, ‘Tabiî Nurcuyum ya, Nur’a başım kurban olsun!’ demiştim. Meğer Üstad, beni talebeliğe o zaman kabul etmiş!”

Aradan yıllar geçmiş, oğlu her geçen gün Nur davası içinde yerini daha fazla almaya başlamış, iman düşmanlarının hedefi haline gelmiş, nihayet 1971 yılında Balıkesir’de tutuklanıp hapsedilmiştir. Nur Davası için şehirden şehre koşan Bekir’in annesi için bu durum sürpriz değildir. Hadiseden on gün sonra haberi olur. Bekir’ini “Vatan haini” diye içeri atmışlardır.  Şefkatli, fedakâr ve hamiyetli anne olayı duyunca hiç üzülmez. Tam tersine sevinir. Evladını tebrik etmek için bir mektup yazar:

“Sevgili oğlum Bekir!

Gözlerinden öper, Allah’tan uzun ömür ihsan etmesini dilerim.

On gün kadar senin durumunu çocuklar söylemediler. Fethi’­den mektup alınca hadiseye vâkıf oldum. Namaz kılarken götürmüş­ler diye duyunca bilsen ne kadar sevindim! Zira ben seni bu ruh­la büyütmüştüm. Allah’ın ipine yapışan necat bulur evlâdım. De­mek kaderde bunlar da varmış. Ne yapalım? Allah elbette her şe­yi iyi edecek. Belki hakikatleri senden öğrenecekler var. Bunlar bi­rer vesiledir. Sütüm sana helâl olsun! Yolun da açık olsun. Eğer mü­saaden olursa ziyaretine geleceğim. Telefonla haber sal.

Çok şükür rahatsız değilim. Seni de merak etmiyorum. Çünkü ben seni Allah’a vermişim, O’na havale etmişim. Mareşal Çakmak hadisesinde nasıl metin idiysen, şimdi de ondan yüz derece metin olmanı istiyorum.

Davan haktır ve Allah, doğruların yardımcısıdır.

Ben hepinize dua ediyorum. Elemin zeval-i lezzet olduğunu unutma.

Tekrar selâm ile gözlerinden öperim.

Annen Fatma Berk

9 Ekim 1971.”

Bekir Berk’in üzerinde annesinin çok büyük tesiri vardır. İşte mahkeme gününde de kendisini yalnız bırakmamıştır.

Rabbim çağ yangınlarında çağın en güzel rüyalarına durduran Bediüzzaman ve annesi Nuriye Hanımın ve Bekir Berk ve annesi Fatma Hanımın mekânlarını cennet etsin. Amin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum