Yavuz Sultan Selim

Ahmet Şimşirgil'den...

Dokuzuncu Osmanlı padişahı olan Yavuz Sultan Selim’in babası sultan II. Bayezid Han, annesi Dulkadıroğlu Alaüddevle’nin kızı Aişe Hatun‘dur. (Gülbahar Hatun olduğu da ifade edilmektedir) 10 Ekim 1470’de Amasya’da doğdu.

Küçük yaşta İstanbul’a gönderilen Selim, dedesi Fatih Sultan Mehmed Han’ın terbiyesinde yetişti. Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri yanında yüksek fen ilimlerini de öğrendi. Arabî ve Farisî’ye mükemmel surette konuşacak şekilde vâkıf oldu. Çok çevik ve zeki idi. Bir defa dinlediğini bir daha kolay kolay unutmazdı. Spora meraklıydı. Ata binmek, güreş tutmak, ok atmak ve kılıç kullanmak hususunda büyük maharet sahibi oldu.

Babası II. Bayezid Han padişah olduktan sonra askeri sevk ve idare ile ilgili devlet yöneticiliğini öğrenmesi için kendisini Trabzon’a vali tayin etti. Trabzon’da devlet işlerinin yanında ilimle uğraşır ve büyük âlim Mevlana Abdülhalim hazretlerinin derslerini takip ederdi. Bu arada edebiyat ve tarih ile de ilgilendi. Eyaletini çok güzel idare eden Selim’in bu sırada komşu devletler ile de münasebetleri oldu.

Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı.

Bunların en meşhuru 1508 Kütayis seferidir. Bu seferlerde bugün Türkiye toprakları içinde bulunan Kars, Erzurum, Artvin illeri ile on beş mahalli fethederek Osmanlı topraklarına kattı. Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi onun âdil idaresine hayran kalarak Müslüman oldu.

Akkoyunlu Devleti’ni yıkarak Şii-Safevi devletini kuran ve Anadolu için yıkıcı emeller besleyen Şah İsmail’in faaliyetlerini yakından izleyerek mâni olmaya çalıştı. Erzincan yakınlarında bir Safevi ordusunu bozguna uğratarak, komutanları İbrahim Mirza’yı esir aldı. Bu cevvaliyeti ile Anadolu’da halk arasında ve yeniçerilerce bir destan kahramanı gibi sevilip sayıldı. Tahta geçmesinde bu faaliyetlerinin büyük rolü oldu.

Sekiz yıl saltanat süren Selim Han; uzun boylu, iri kemikli ve omuzlarının arası gayet geniş olup, mütenasip bir vücuda sahipti. Yüzü yuvarlaktı. Yüce bir himmet, sağlam azim, vakar, geniş tasavvur, keskin zeka, ileri görüşlülük, çabuk kavrama, tahminde isabet, fıtrî kahramanlık, her türlü silahı mükemmel bir şekilde kullanma, harp mahareti ve büyük değişiklikler yapma kabiliyeti, süratli manevra yapma, mukavemet etmede kuvvet, güçlüklerden yılmama gibi her bir kahramana iftihar vesilesi olacak pek çok üstün meziyetlere sahipti.

İslamiyete bağlılığı ve dini yayma ve din yolundaki bid’atleri yok etme yolundaki gayret ve himmeti son derece yüksekti. En büyük ideali Müslümanları ve İslam devletlerini bir bayrak altında toplamaktı. Bunun için gece gündüz çalışarak babasından devraldığı devletini iki katından fazla büyüttü. Akıllara sığmayan bu muazzam fütuhat dört yıl (1514-1518) gibi kısa bir süre içerisinde yapılmıştı.

Doğu-Anadolu’da Safevilerden Erzincan, Kemah, Ayıntab, Mardin, Urfa, Diyarbekir ve çevresi, Ramazanoğulları’na ait Adana, Tarsus ve havalisi, Memlüklerden el-Cezire, Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’ı alarak ülkesine katmıştı. Bundan başka ehemmiyeti pek büyük olan İslam âleminin manevi hükümdarlığı mânâsına gelmekte olan halifeliğe sahip olarak Osmanlı hükümdarlarının mevkilerini yükseltmiştir. İslamiyetin meydana çıktığı Mekke ve Medine’nin Osmanlı Devleti idaresi altına girip, Selim Han’ın mütevazi bir tabir olan ‘Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn’ (İki şerefli beldenin hizmetçisi) ünvanını alması İslam âleminde bu devlete olan hürmet ve itibarı kat be kat artırmıştır.

Asıl hedefi Safevi Devleti’ni tamamen ortadan kaldırıp Orta Asya’ya kadar giderek oralardaki sünnileri nüfuzu altına alıp, tam bir birlik meydana getirmekti. Zira Anadolu’daki parçalanmanın devleti düşürdüğü bunalımları görmüş ve bizzatihi yaşamıştı. Onun en fazla endişelendiği husus ve devleti için gördüğü en büyük tehdit, Müslümanların birlik ve beraberliğinin bozulmasıdır. Kendisine atfedilen bir dörtlükte Selim Han’ın birlik ve beraberliğe verdiği önem çok iyi anlaşılmaktadır.

Milletimde ihtilaf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hatta bî-karar eyler beni
İttihad oldu hücum-ı hasmı def’e çâremiz
İttihad olmazsa daim dağdar eyler beni

Büyük devlet adamı

Devlet işlerinde kati bir programla hareket eden Yavuz Sultan Selim, herhangi bir devlet işini kesin olarak ortaya koymadan önce, muhtelif yollarla onun hakkında vezirlerin ve diğer ilgililerin fikirlerinden istifade ederdi. Uzun süre düşündükten sonra son kararını verir ve ondan asla dönmezdi. Hatta bu kararın aleyhinde bulunanları ve vazgeçmek isteyenleri şiddetle cezalandırırdı.

Bundan dolayı hususi meclislerindeki güler yüzlülüğü ve müsamahasına veyahut yaptığı hizmet dolayısıyla teveccühüne mağrur olup padişahın kararı haricinde mütâlaa beyan edenlerin ne suretle idam edildikleri Safevi ve Memlük seferlerinde görülmüştür.

İrade ve azim kudreti, derin görüşü ve yüksek dehasıyla babasının devrinde durgunlaşan idareyi kısa zamanda hareketli ve cevval bir hale getirdi. Buna mâni olmak isteyenleri tepelemiştir.

Muazzam bir casus teşkilatı vardı. Bu sayede gerek memleket dışında ve gerek içeriden anında mâlumat alırdı. Pek mühim işlerde bizzat takibat yapardı. Hudutlardan uygunsuz haberler aldığı vakit; “Siz işlere bakmıyorsunuz!” diyerek vezirleri hem tazir eder hem de hapsettirirdi. Hersek zâde Ahmed Paşa, Dukakinoğlu, Sinan Paşa ve Pîrî Mehmed Paşa bu vartaya uğramışlardandır.

Selim Han celal sahibi bir padişahtı. Şahidi olduğu olaylarda derhal cezalandırma yoluna giderdi. Buna rağmen şikayet durumlarında iyice araştırmadan ve soruşturmadan hüküm vermezdi. Fikrini açık söyleyenin mütâlaasını kendi fikrine aykırı olsa bile kızıp söylenerek dinler ve hak sözü kabul ederdi.

Bir gün Yavuz Sultan Selim’e bazı kimseler gelerek Amasya’da Gümüşlüoğlu Şeyh Mehmed’in “Sultan Korkud sağdır” diyerek propaganda yaptığını ve başına adamlar topladığını bildirdiler. Bunun üzerine padişah, şeyhi getirtip İstanbul’da hapsettirdi.

Şeyh Mehmed Efendi doğru sözlü ihlaslı ve muhterem bir zâttı. Bunu bilen veziriazam Pîrî Paşa derhal padişahın yanına gelerek Şeyh Mehmed hakkındaki sözlerin asılsız olduğunu ve bunu tahkik için mutemet birisinin memur edilmesini arzetti. Sultan Selim Han da o zaman ‘ehl-i vukuftan birisini bana gönder’ diyerek tembihledi.

Celalzâde Mustafa Çelebi’yi gören Pîrî Paşa:

“Divanda meseleler görüşüldükten sonra padişahın yanına gideceksin, bir yere ayrılma” diye bildirdi. Padişahın huzuruna çıkacağını duyan Celalzâde büyük bir heyecan kapıldı ve divan müzakerelerinden sonra arz odasına girdi.

Sultan Selim Han bu esnada bir kitap mütalaası ile meşguldü. Celalzâde’yi görünce:

“Celal oğlu Mustafa sen misin?” diye sordu.

“Ben kulun, Padişahım” demesi üzerine:

“Gümüşlüoğlu’nu nasıl bilirsin? Cevher veya meder (toprak) midir? Nice idrak kılursun, bilirsin?” dedi. Mustafa Çelebi de:

“Evliyalık menbaının, kaynağının cevheri ve nefisle mücadele meydanının hâlis eri, bir ulu kişi bilirim” diye cevap verince;

“Ulu mu! Ulu mu! Ulu mu!” diyerek üç kere tekrar edip hiddet göstermiş ve sormuştu.

Fakat Mustafa Çelebi’nin her defasında:

“Evet padişahım ulu kişidir” diye sükunetle cevap vermesiyle hiddeti geçmiş ve kendisiyle sonra yumuşak bir şekilde konuşmuştur.

Bu arada Celalzâde’ye yevmiyesini de soran Selim Han on akçe olduğunu duyunca miktarı çok az bulmuş ve artırılmasını emretmiştir. Sonra da:

“Şeyhe bizden selam söyle, hatırını hoş tutsun” diyerek Celalzâde’yi Gümüşlüoğlu’na göndermiştir.

Padişahın devlet işlerinde ve adam seçiminde büyük bir isabeti vardı. Çaldıran Muharebesi sırasında divandaki en küçük rütbeli şahıs olan Pîrî Mehmed Çelebi’yi keskin görüşlerinden dolayı takdir etmiş ve onu kısa denilebilecek bir sürede ‘veziriazamlık’ mevkiine kadar yükseltmiştir. Değerli adamlara karşı itimadını her zaman muhafaza eder, söylentilere asla kulak asmazdı.

Memleketin genişlemesi ve bu yüzden işlerin artması üzerine veziriazam Pîrî Paşa bir telhis ile kendisine bir yardımcı vezir, muavin istemiş, padişah da muvafık görmüştü. Birkaç gün sonra Rumeli beylerbeyisi Çoban Mustafa Paşa’nın muavini olmasını arzedince Selim Han:

“Ben deli olmadım, öyle bir adamı tayin edeyim” diyerek kabul etmemişti.

Aradan iki ay geçtikten sonra Pîrî Paşa evvelki ricasını tekrar etmişti. Bunun üzerine padişah:

“Madem ki onun vezir olmasını bu kadar çok istiyorsun, öyleyse senin vezirin olsun” diyerek Mustafa Paşa’nın vezirliğini istemeyerek de kabul etmişti.

Beş altı ay sonra Pîrî Paşa’nın hastalığı sebebiyle bulunmadığı bir arz gününde Mustafa Paşa, Pîrî Paşa’nın arzlarının yanlış olduğunu ileri sürerek itiraza kalkmıştı. Padişah ‘mülayemetle ne ise söyle’ diye müsaade etmiş o da bundan cesaret alarak veziriazamın aleyhinde söyleyeceklerini anlatmaya başlamıştı. Bunun üzerine Sultan Selim, büyük bir kızgınlıkla elindeki okla Mustafa Paşa’nın başına vurarak:

“Bre mel’un! Bunca zamandan beri hizmetimi gören Türkün doğru veya yalanını bilmez miyim? Kalk sen benim vezirim değilsin. Anın vekilisin ve bu rütbeye anın arzıyla nail oldun” diyerek öldürmek istemişse de yine Pîrî Paşa’nın ricasıyla kurtulmuştur.

Selim Han’ın devlet işlerinde titizliği, hata edeni affetmemesi ve sinirli yapısı vezirlerini son derece korkutur, işlerini ciddiyetle takibe yol açardı. Geride olanlar, ‘rakip ölmez görev gelmez’ endişesi taşımazlardı.

Rakibin ölmesine çâre yoktur
Meğer vezir ola Sultan Selim’e

sözü meşhur olmuştu. Selim Han’a vezir olursa rakip çabuk gider ve bize de ikbal yolları açılır, derlerdi. Ancak Selim Han’a vezirlik etmek de kolay değildi. Kendisinin şiddet ve gazabından korkan ve her an ölüm tehlikesi geçiren Pîrî Mehmed Paşa bir gün usanarak divanda:

“Padişahım, eninde sonunda bir bahane ile beni öldüreceksiniz. Hemen bir gün evvel halâs etsen münasiptir” deyince Selim Han bir hayli gülmüş ve:

“Benim dahi muradım odur. Lakin yerini tutar bir adam bulunmaz. Yoksa seni muradına eriştirmek kolaydır” demişti.

Böylece Padişah, “yerine geçer adam bulunmaz” diyerek Pîrî Paşa’ya karşı kadirşinaslığını da göstermiş oluyordu.

Bu büyük devlet adamının sekiz yıllık kısa saltanatı sırasında yaptığı işler gerçekten baş döndürücü olmuştur. İki buçuk milyon kilometrekareye yakın devraldığı devletini dört yıllık bir zaman dilimi içerisinde (1514-1518) altı buçuk milyon kilometrekareye çıkarmıştır. Bu suretle tarihin en büyük cihangirleri arasında yerini almıştır.

Yıkıcı Şii propagandasını Anadolu’dan söküp atmış ve vurduğu müthiş darbe ile İran’ı Türkiye için bir tehdit olmaktan çıkarmıştır. İkiyüz elli yedi yıldır devam eden, Timur Han’ın fethe müyesser olamadığı Memlüklü Devleti’ni iki meydan savaşı ile tarihe gömmüştür. İslam halifeliğini üzerine alarak Osmanoğullarına büyük bir prestij ve manevi güç kazandırmıştır. Cezayir’i himayesine alarak Mağrib’e atlamış ve İspanya ile karşı karşıya gelmiştir.

Faruk Sümer Bey, ‘Büyük ideallerin adamı olan Selim Han’ı ne ümerası, ne uleması ve ne de askerleri anlayabildi. Büyük işler yapmak ve başarmak için yaşayan bu büyük ülkücü hükümdar gayesine ulaşamadan öldü’ derken Yahya Kemal de genç yaşta ecel kendisini teslim almasaydı ‘Muhammed aleyhisselamın şânı bütün âlemi kaplayacakdı’ diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.

Sultan Selim’i Evvel’i râm etmeyip ecel
Fethetmeliydi âlemi şan-ı Muhammedî

Gerçekten de bu cihangir padişahın son seferinin neresi olduğu belli olmamış, Avrupa seferi diye kaynaklara yansımıştır. Zira onun nerede duracağı belli olmadığı gibi tasavvurlarını da kimse tahmin dahi edemiyordu.

Bu devlet yıkılır mı?

Selim Han bu muazzam imparatorluğun inkıraza düşmemesi, devamı ve geleceği için de düşünür ve tedbirler geliştirirdi. Bir gün saltanat tahtında otururken fethettiği vilayetler ile devletinin kudret ve azametini düşünerek rahatlar ve kalbi ferahlar. Bu halde Pîrî Paşa’yı huzuruna çağırır ve:

“Pîrî lalam! Allahü tealanın izn-i inayetiyle Mısır’ı feth eyledik. Haremeyn-i şerifeyn ahalisi hükmümüz altına girdi. Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn unvanıyla muazzez ve mükerrem olduk. Şimdiye kadar her ne canibe yöneldiysek Allahü tealanın lütf u ihsanıyla feth u nusretler müyesser oldu. Şu halde emrimize muhalif hareket edecek ve karşı koyacak bir güç yoktur. Şimden sonra bu devlete zeval olmak ihtimali var mıdır?”

Akıllı ve tedbirli bir zât olan Pîrî Paşa:

“Devletlü padişahım! Şimdiki hâl bu devlete zeval olmaya bir durum görünmez. Ayrıca yüksek cedlerinizden ve atalarınızdan bu kanun ve kaide ki kurulmuştur ve icra olunur gayri bu devlete zeval erişmek muhal ender muhaldir. (hiç mümkün değildir)

Lâkin benim devletlü Padişahım! Bir zaman sonra üç haslet evlad-ı kiramlarınız zamanında peyda olursa o zaman devletin ihtilali mukarrerdir, kaçınılmazdır.”

Selim Han bu cevaptan üzüntü ve elem içinde kalarak kızgınlıkla:

“Bre kara Türk! Benim hazinemde hazine mi eksiktir? Kullarımdan kullar mı eksiktir? Cebehanemde at ve katırdan, deve ve sair sefere ait alatdan eksik nesne mi vardır? Hemen her nesnem kemal kuvvetinde olup hiçbir nesneye ihtiyaç yok iken ol üç şey ne nesnedir ki Devlet-i Aliyye’ye zeval sebebi ola!” deyince, Pîrî Paşa:

“Devletlü Padişahım! Hakk teala sizin ömür ve devletinizi izz ü şevketle günden güne ziyade eylesin. Hazinen ve kulların ve âlat-ı harbe ait her nevi silahların ve mühimmatın ve eşyaların cümle mevcut ve mükemmeldir. Şu noksan ve şu eksik denecek hiç bir şey yoktur.

Hakk teala hazretleri göstermeye, sizin saltanat günlerinizde ol üç şey ortaya çıkmaz; lâkin bir zaman sonra evlatlarınızın saltanat yıllarında içlerinden birisi bir ahmak veziriazama düşerse yahut rüşvet kapısı açılıp mansıplar ehline verilmez ise veyahut hükümet edenler avretlerinin muratları ve arzuları üzere hareket eder olursa, ol zaman devletin inkırazı mukadder olur.”

Bu sözler üzerine Selim Han, Pîrî Paşa’nın bu yerinde değerlendirmelerini ve sözlerini beğenmiş ve aynı zamanda derin bir tefekküre dalmıştı. Sonunda “Allahümmahfizna ya Rabbe’l-alemin” (Ey alemlerin Rabbi! Bizleri muhafaza eyle) dedikten sonra Pîrî Paşa’ya bir hil’at-ı fahire ihsan etmiştir.

Selim Han askerin nizam ve intizamına çok değer verirdi. Askerlik kanununa aykırı bir işe kesinlikle tahammül göstermezdi. Askerin az, öz temiz ve disiplinli olmasını isterdi. Teknolojiye çok mühim gösterirdi. Devletin şevket ve haşmetinin bu unsurlarda olduğuna inanırdı.

Bir keresinde Mısır seferinde nakit para sıkıntısı çekildiğinden defterdar, bir bezirgandan altmış bin altın para borç bulmuş ve onunla sıkıntı giderilmişti. Sonra vergiler toplandığında defterdar borcu ödemek üzere bezirganı davet etti. Altmış bin altını kendisine teslim etmek istediğinde bezirgan:

“Ey efendi! Gördüğün gibi padişahımın Devlet-i Âliyesi’nde mal ve menalim haddinden ziyadedir ve şu dünyada bir oğlumdan gayri kimsem yoktur. Verdiğim altmış bin altın tamamen devletimin olsun. Heman oğluma padişah devletinde iki akçe ile cebecilik ihsan olunsun” diyerek arz u niyazda bulununca onun bu arzusu padişah katına iletildi.

Bezirgâna, defterdara ve bunu kendisine ileten vezirlerine şiddetle kızan padişah:

“Yüksek ceddimin ruhu içün hepinizi katlederdim. Fakat âleme, Haremeyn-i Şerifeyn hakimi Sultan Selim bir bezirganın malına tamah edip, bahane ile onu katletmiş, birkaç vezir ve defterdarının da günahsız kanına girmiş diye şâyi olur (yayılır). Bundan sakınırım. Yoksa hepinizi gazap kılıcıma lokma ederdim. Tiz bezirganın parasını verin ve bu çeşit yanlış işleri asla bana getirmeyin. İçinizden her kim benim temiz askerlerim arasına yabancı sokmaya kalkarsa iki cihanda felah bulmasın” diyerek hiddetini dile getirdi. Bezirgânın altmış bin altınını o anda geri verdirdi.

İlme ve âlimlere hürmetkardı

Sultan Selim Han, ilim öğrenmeye çok meraklı idi. Geceleri üç veya dört saatten fazla uyumaz, vaktini ilim öğrenmekle geçirirdi. Bu hâl müsait zamanlarda da devam ederdi. Hususi meclislerinde ilmi ve edebi mübahaseler olur, değerli ilim adamı ve şairler bu meclise iştirak ederlerdi. Okumaya o kadar meraklı idi ki, savaşa gidiş ve dönüşlerinde seyyar kütüphanesi yanında bulunurdu. Seçtiği kitaplardan bazan kendisi okur bazan da nedimlerine okutur ve dinlerlerdi. Çoğu kez bilgileri hocaları ile de mütalaa ederdi. Mısır seferi dönüşünde İstanbul’a gelinceye kadar İbn-i Tagriberdi’nin ‘Nücûmu’z-Zahire’ isimli eserini, Kemal Paşazâde’ye tercüme ettirmiş, menzillerde parça parça kendisine takdim edilen tercümeleri okumuştur.

Selim Han’ın edebi bir lisanla yazılmış olan ve pek muğlak olan Vassaf Tarihi’ni mütalaa etmesi Arapça ve Farsça’daki yüksek vukufiyetini göstermektedir. Kemal Paşazâde, Osmanlı Tarihi eserini onun emri ile yazmıştır. Mısır’daki ikameti esnasında Hind ve Çin haritalarını yaptırmıştır.

Âlimlere karşı çok hürmetkardı. Mısır dönüşü Kemal Paşazâde ile at başı beraber sohbet ederek gelirlerken Kemal Paşazâde’nin atının ayağı çamurlu bir çukura girmiş ve ürken at, ayağını hızla çekince sıçrayan çamurlar sultanın kaftanını kirletmişti.

Kemal Paşazâde üzülmüş, mahcup olmuş ve ne diyeceğini bilememişti. Onun hâlini gören Selim Han:

“Üzülmeyiniz hocam. Âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için üzüntü değil; bir iftihar vesilesidir.” Sonra adamlarını çağırarak “Alınız bu çamurlu kaftanımı, öldüğüm zaman üzerime örtünüz” diyerek ilgililere teslim eder. Yüzyıllardır beri bu kaftan, bir camekan içerisinde Selim Han’ın sandukası üzerinde durmaktadır. İlmin değerini ve ilim adamlarına verilen kıymeti gösteren bu hadise ve onun sergilendiği Selim Han türbesi gençliğimize bir mektep değerindedir.

Selim Han pek celalli olmasına rağmen âlimlerin hak sözlerini kabul eder ve kendi kararlarından vazgeçerdi. Meşhur müftü Zenbilli Ali Cemali Efendi ile olan diyalogları meşhurdur.

Bir defasında Selim Han, Topkapı Sarayı hazinesi görevlilerinden yüz elli kişiye sorumsuz davranışlarından ve vazifelerini ihmalden dolayı gadaplanarak öldürülmeleri konusunda emir vermişti.

Müfti Zenbilli Ali Cemali Efendi durumu öğrenince derhal Divan-ı Hümayun’a geldi. Kubbe vezirleri saygı ile kalkıp kendisini karşıladılar ve baş köşeye oturttular.

“Ne buyurursunuz?” diye sorduklarında Müfti efendi:

“Saadetlü padişahın yüce tahtı eşiğine iletilecek sözüm vardır” cevabını verdi.

Onlar da durumu padişaha bildirdiler. Selim Han’ın görüş izni vermesi üzerine Ali Cemali Efendi arz odasına girerek padişahı selamladı. Selim Han’ın izzet ve ikramına kavuşarak gösterilen iskemleye saygı ile oturduktan sonra:

“Devletlü Padişah! Fetva makamında olan bu duacınızın üzerine vaciptir ki padişah hazretlerini vebal ve günah olacak işlerden saklaya. Ondan şer’-i şerife aykırı bir iş sâdır olacak olursa huzurlarına varıp doğrusu ne ise açıkça bildirmek, âlimlerin ittifakı ile sabittir.

İşittiğime göre küçük bir günah sebebiyle nice kullarınızın katline ferman buyurmuşsunuz. Bu gayr-ı meşru’ emirden feragat ve rücu’ etmek vaciptir. Bundan vaz geçmezseniz Allahü tealanın indinde mesul olursunuz.”

Selim Han Şeyhülislam’ın bu ikaz edici tavrına ve kararından kesin bir dille geri dönülmesini isteyen sözlerine alınmış ve kızmıştı.

“Bu iş saltanatın gereklerindendir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idaresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Hem bu işlere karışmak sizin göreviniz de değildir” dedi.

Müfti bu sözlere karşılık:

“Ben saltanat işlerine karışmam. Belki ancak ahiretiniz hususuna mukayyed olurum. Zira ol benim vazifemdir. Söylemeyip sükût etsem günahkâr olurum. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker bana lazımdır. İslamiyetin emir ve yasaklarına uymakta Hakk tealanın cümle kulları birdir. Emir ü vezir, gani ü fakir, sagir u kebir, Allah’ın kulları olmakta beraberdir. Hakk teala her günahın karşılığında ya ta’zir (azarlama) ve yahud belli bir had cezası takdir etmiştir. Bu miktar suç için Hakk teala katl emretmedi. Yoksa ahiret gününde padişahımdan sual olunur.”

Padişah bütün bu sözlerin hak olduğunu ve Allah rızası için söylendiğini ve kendi ahireti için söylendiğini bilip kızgınlığı geçti. ‘Affettik’ diyerek Ali Cemali Efendi’ye lütuf gösterdi. Neşe ile uzun müddet sohbet ettiler.

Müfti Efendi sohbet sona erip gitmek üzere ayağa kalktığında:

“Padişahım ahiretiniz ile ilgili hizmeti yerine getirdim. Mürüvvetle ilgili bir sözüm daha var” dedi. Padişah ‘onu da söyle’ buyurunca:

“Affettiğiniz bu kulların, vazifelerinden ayrılıp muhtaç kalmaları ve sokaklarda el açarak dolaşmaları padişahlığın şanına layık mıdır? Saltanatın gereği oldur ki onlara tekrar görevleri ve işleri tayin buyurula” dedi.

Padişah onun bu şefaatini de kabul edip, çeşitli iltifatlar ederek evine yolcu etmiştir.

Buna benzer bir hadise de padişahın Edirne yolculuğu sırasında geçmiştir. Selim Han Edirne’ye gidişi sırasında Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi de kendisini uğurlamaya gelenler arasındaydı. Padişahı yolcu edip dönerken dört yüz kişinin elleri bağlı olarak götürüldüklerini gördü. Bunların niçin elleri bağlı olarak götürüldüklerini sordu. ‘Padişah ülkede ipek alınıp satılmasını yasaklamıştı. Bunlar bu yasağa uymadıkları için yakalandılar ve cezalandırılacaklar’ dediler.

Zenbilli Ali Efendi, Selim Han’a yetişti. At başı beraber olarak giderlerken ipek alışverişinde bulunan dört yüz kadar tüccarın cezalandırılması emrine katılmadığını söyledi.

Padişah bu eleştiriden kırıldığını belli ederek:

“İnsanların üçte birini yola getirmek için üçte ikisini yok etmek mübah değil midir?” diye sordu.

Müfti, ‘ancak büyük bir kargaşada mübahtır’ cevabını verdi.

Bu cevap üzerine Padişah:

“Bir hükümdarın buyruğuna karşı gelmekten daha büyük kargaşa olur mu? Bir padişah ki emri memleketinde geçmeye, onun ülkesinin çökmesi pek yakındır.” dedi.

Ali Cemali Efendi: “Bunların karşı geldikleri kesinlikle sabit değildir. Zira ipek eminliğinin bulunması bu ticarete izin verildiğinin delilidir” dedi.

Padişah daha da hiddetlenmişti. “Senin saltanat işlerine ait bu gibi hususlarda söz söylemen vazifen değildir. İşine bak!” dedi. Bu sözler karşısında Zenbilli Ali Efendi de üzülmüş ve sinirlenmişti.

“Bu husus ahiret işlerindendir ve buna karışmak benim vazifemdir. Zira bu adamları katlederseniz büyük vebal vardır” diyerek selam vermeden hiddetle padişahın yanından ayrıldı.

Bu davranışı padişahın gazap ateşinin iyice köpürmesine neden olmuştu. Hiddet içerisinde atının dizginlerini çekip durdu. Herkesin gözü kendisine ve vereceği karara odaklanmıştı. Bir müddet atı üzerinde sessiz ve hareketsiz bekleyen padişah kızgınlığını bastırıp tekrar yola koyuldu. Konağa varınca söz konusu tutukluları af ederek saldı ve böylece İslamiyet’e bağlılığını herkese göstermiş oldu.

Edirne’ye vardığında ise Zenbilli Ali Efendi’ye hem Rumeli hem de Anadolu kazaskerliğini verdiğini belirten hükmünü gönderdi. Sultan Selim nâmesinde şöyle diyordu:

“Tasallub-ı dinî ve istikamet-i tıynî ile ittisafun ve kemal-i insaf u intisafun mâlumum olmağın kaza-i tarafeyni cem itdüm ve her kelam-ı hakka ilkayı sem’itdüm. (Dini meselelerdeki titizliğin ve de yaratılışındaki dürüstlüğün ile direnmen ve insaf ve anlayıştaki olgunluğun bilinmekle her iki kazaskerliği bir araya getirip sana verdim ve her doğru söze kulağımı kabarttım).

Zenbilli Ali Efendi ise bu gönül açıcı ve çekici sözlerle getirildiği yeni görevi ile ilgili olarak padişaha şu cevabı yazdı.

“Eşi olmayan padişahımın emrine uymanın başlıca görev olduğu bilinmekte ve âlimlerin zihinlerine de nakşedilmiş bulunmaktadır. Ve lâkin dilimden ve kalemimden “hakemtü” (hükmettim) sözcüğü çıkmaya diye Rabbime söz vermiştim. Ol ahdimizi korumak yüzünden, vukubulan kusurumuzu af buyurmak, bu duacı kulunuzun en büyük ricasıdır. Ümit ederim ki, padişahımın affı olmuş ola.”

Dinin hakkını korumak için mal ve mevkiden kaçınmayı ilke edinen bu büyük alime karşı Padişahın gönlü daha da meyletmişti. Onun bu davranışına karşılık ricasını kabul ederek beş yüz altın hediye eyledi ve dualarını istirham etti.

Bu hadiseler Selim Han gibi celalli bir padişahın şahsında Osmanlı padişahlarının, hukuk karşısında tutumunu ve mensup oldukları dinin kurallarına bağlılığını net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Hocam vedaya gelmişti!

Selim Han bazen âlimlerle ders verme niteliğinde latifeler yapmaktan da geri durmazdı. Mısır’da geçen şu hadise Hasan Can’a belki ecel terleri döktürmüştü; ama tarih boyunca rüya yorumlayanlara da ibretlik bir hikâye olarak kaldı. Rüyaların yoruma göre çıkacağı, bu itibarla herkese rüyalarını anlatmamak gerektiği hususu da iyice akıllara kazınmış oldu. Olay şöyle cereyan etmişti.

Mısır’ın fetholunduğu günlerdi. Selim Han bir sabah düşünceli bir tarzda Hasan Can’a:

Bu gece rüyada Muhammed Bedahşi hazretlerini gördüm. Bir beyaz kepenek giymiş üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu halde gelerek yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedalaştı. Hasan Can derhal rüyayı tabire girişerek:

“Bu durum şeyhin göç ettiğine delildir. Zira pîr-i fanilerin yolculuğu ahiret seferi ve vedalaşmaları da ol seferin ayrılığına işarettir” dedi. Selim Han bu tabirden huzursuzlanmıştı. Biraz da gazapla:

“Rüyanın neticesinin yoruma bağlı olduğunu bilmez misin? Eğer Şeyh’e bir hal olursa, senin tabirinin etkisine bağlarız. Cezalandırılmayı hak edersin” dedi.

Hasan Can böyle bir tabirde bulunduğundan ve padişahı incittiğinden oldukça üzülmüştü. Sonra padişah, hocası Halimi Efendi yanına geldiğinde yine bu mevzuyu açarak olayı nakletti ve:

“Eğer hocama bir hâl olacak olursa Hasan Can ne eyler, ne cevap verir? Cezalandırılması ve dayak atılması gerekmez mi?” dedi. Halimi efendi de Hasan Can’a dönerek “Doğrusu senden böyle acemi davranış beklemezdim. Aceleci davranmışsın.” dedi. Utancından başını eğen Hasan Can ise:

“Padişahım düşü gördüğü geceniz ayın ne gecesi ise kaydolunsun. Görelim şeyhe bir hal olmuş ise düş gecesinden önce midir sonra mıdır? Önce ise yormam karşısında caize ve ihsan hak eylerim ve eğer sonra çıkarsa en son cezama ferman buyrula” dedi.

Selim Han bu sözleri kabul ederek hatt-ı şerifiyle rüyasının gecesini yazdılar.

Birkaç gün sonra gerçekten de kimi arz ve mektuplarla bir ulak gelerek şeyhin rahmet diyarına göçtüğünü bildirdiler.

Selim Han, Hasan Can ile Halimi Efendi’yi çağırarak şeyhi vefatını bildirdi ve gelen mektubu gösterdi. İkisi de meraklanmıştı. Mektup okunduğunda Selim Han’ın gördüğü rüyanın Muhammed Bedahşi’nin vefat ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca birkaç gündür üzüntü ve elem içerisinde kalan nedimi Hasan Can’ı kıymetli bir hilat ve iki yüz dinar altın hediye ile sevindirdiler. Hasan Can, ‘Bunca lütuf Muhammed Bedahşi hazretlerinin kerameti eseridir’ diyerek ruhuna dualar eyledi.

Mektupta ayrıca Muhammed Bedahşi hazretlerinin Selim Han’a yaptığı öğüt ve nasihatlerle dolu uzun bir dua name ile şu bilgiler vardı.

Şeyh hazretleri ölüm döşeğinde iken Şam’ın ileri gelenlerini huzuruna çağırmış onlara Osmanlı sultanlarının menkıbeleriyle birlikte iyi güzel ve beğenilen hallerini sıraladıktan sonra:

“Ey Şam-ı şerifin ileri gelenleri ve halkı! Bu uğurlu ve kutlu padişahı bu ülkeye kerem sahibi yüce yaradan göndermiştir. Hakk’tan size bir rahmettir. Zalim idarecilerin elinden sizi kurtardı. Cenab-ı Hakk merhametli bakışlarını bu belde üzerine çevirdi ki bu gidişi ve huyu iyi padişahı size hâkim eyledi. Sakın ola ki onun itaat halkasından boynunuzu çıkarmayasız. Benim dua ve selamımı, sevgi dolu haberlerimi ol durağı yüce padişaha iletesiniz.

Selim Han Muhammed Bedahşi hazretlerinin bu övgü ve muhabbet dolu sözleri ve dualarına mazhar olması karşısında duygulanmış ve gözyaşlarına engel olamamıştı.

Sâdeliği severdi

Yavuz Sultan Selim ihtişam ve debdebeye hiçbir zaman ehemmiyet vermezdi. Daima sâdeliği sever ve sâde giyinirdi. Bir defasında oğlu Şehzade Süleyman huzuruna çok süslü bir elbise ile girdiği zaman:

“Oğlum Süleyman, anan ne giysin!” diyerek sitem etmişti. Mısır seferinde iken kendi askerinin zırh, Memlüklerin ise zînet ile süslü olduğunu görünce de hayret ile Kemal Paşazâde’ye dönerek ‘bunun hikmeti nedir’ diye sormuştu. Kemal Paşazâde de: “Askerlerinizin Mısırlıların güzel eşyalarını ganimet almak için her türlü fedarkarlığı yapacakları tabidir. Dolayısıyla onların bu durumu sizin zafer nedenleriniz cümlesindendir” diyerek hikmet yüklü bir cevap vermişti.

Kendisi için fazla para sarfıyla köşk ve lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Devletin bir kuruşunun dahi boşa harcanmasına rıza göstermezdi.

Mısır seferinden dönüşünde bir müddet kalmak üzere Edirne’ye giderken Sirkeci ile Sarayburnu arasındaki sahile yakın basit bir köşk yapılmasını, hazine defterdarı Abdüsselam Bey’e emretmişti. O da Yalıköşkü denilen fevkalade güzel köşkü yaptırmış ve döşetmişti.

Selim Han köşkü gezerken mükellef halini gördükçe canı sıkılmış huzuru kaçmıştı.

“Ben sana bu kadar para sarfına müsaade etmemiştim. Şöyle altında dinlenilecek, güneşten korunacak küçük bir gölgelik istemiştim” deyince Abdüsselam Bey müşkül durumunu kurtarmak için köşkü kendi malından hediye olarak yaptığını söylemiş, arz ve kabulünü istirham etmiştir.

Bir daha olmaması şartıyla defterdarının ricasını kabul eden Selim Han, onun bu hediyesine karşılık hil’at giydirmiş ve çeşitli ihsanlarda bulunmuştur.

Yavuz Sultan Selim’in bu hareketi hazineye görülmemiş bir zenginlik katmıştır. Asıl hazine koğuşuyla hazine-i hümayunun (iç hazine) âmir ve mesulü olan hazine kethüdasının elinde bir mühür bulunurdu. Selim Han:

“Benim altınla doldurduğum hazineyi (iç hazine) bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazine anın mührü ile mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun” demiştir.

Bu mühür Selim Han’ın Mısır seferinden dönüşünde kullanmış olduğu kırmızı akikden yapılmış bir mühürdü. Ortasında “Sultan Selim Şah” ibaresi etrafında da “tevekkülî alâ hâlikî” dua cümlesi hakkedilmişti. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar padişahlar, Selim Han’ın vasiyetine uymuşlar ve iç hazineyi hep onun mührüyle mühürlemişlerdir.

Şair Yavuz

Selim Han bütün Türk Edebiyatında Farsça’yı en iyi kullanan şairlerden biridir. Farsça divanı gerçek bir sanat eseridir.

Almanya’da basılmış, bir kısmı Türkçe’ye de çevrilmiştir. Rakibi Şah İsmail’in ‘Hatai’ mahlasıyla halk diliyle Türkçe şiirler söylemesine karşılık Selim Han’ın Türkçe şiirleri pek azdır. Şah İsmail özellikle Anadolu Türklerini tarafına celbedebilmek için propaganda maksatlı olarak basit şiirler söylemekte idi. Buna karşılık Selim’in Farsça’yı İran halkını etkilemek üzere kullandığı yazılırsa da bu iddia sahiplerinin Selim’in şiirlerini hiç görmedikleri anlaşılır. Zira son derece mükemmel bir eğitim alan Selim Han, şiirlerinde sanatkâr hüviyeti ile karşımıza çıkmaktadır.

Şiirlerinde ‘Selimî’ mahlasını kullanan padişahın Farsça bir gazelinin açıklaması şu şekildedir.

Dertli gönlüme Senin aşkının ıstırabı derman olsun
Sevgilinin aşkının elemi onun canının ilacı olsun
O güzel başımı yolunda toprak etme müjdesi bana yeter
Zira başım her an onun emrine âmâdedir.
Vücudumu hançerle parça parça ederse canıma minnet
Yüz tane can u gönül onun kapıcısının sadakası olsun
Sevgilinin ayağını öpmek Selim için devlet ve servettir
O olmadıktan sonra devlet ve servet yerin dibine batsın
Her ne kadar bela çölünün şahnesi Mecnun olduysa da
Ay yüzlülerin sevdasına benim kadar tutulmamıştır.

Selim Han’ın saltanat sürmekten ziyade dervişane bir hayat sürmek ilim ve tasavvuf erbabı ile sohbet ve muhabbet etmek bir nevi gönül sultanı olmak arzusunu taşıdığını ifade eden bir beyti söylenir:

Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş

Böyle bir beyti var mıdır kesin olarak bilinmez ama aşağıda yine açıklaması verilen Farsça şu gazeli bunun işareti gibidir.

Dünyada hiçbir şeye haset etmedim. Şu kadar ki
Benden evvel de aşk âdeti vardı, onu kıskandım.
Gûya gamda gönlümü muhafaza ediyordum. Halbuki O,
Ben mevcut olmadan can u gönlümle aşina imiş
Ey gönlüm cefaya alış. Zira sevgilinin aşkında
Vefa ayrılığın mukaddimesi cefa zevkin habercisidir
Ya Rabbi Leyla Mecnun’un gönlüne cevr okunu attığında
Benim deli gönlüm nerelerde gezmekte idi
Güzellere sevgi izhar etmek ne bela imiş
Keşke başım gitseydi de aşk sırrı faş olmasaydı
Gam vadisinden saltanat tahtına düştüğün için üzülme ey Selim
Ne yapalım bu da Allahın takdiri imiş

Sehi Çelebi Selim Han’ın şairlik yönünü anlatırken: “Şiirleri âşıkane ve merdanedir. Şayet padişahlık etmeyip halkın, ileri gelenlerin ve memleketin işleri ile uğraşmak yerine gönül rahatlığıyla tamamen şiire yönelseydi, her tarafta meşhur olan Hüsrev-i Dehlevi’nin şiirleri onunkiler yanında, okunma hakkına sahip olacak kabiliyette olmazdı” demiştir.

Selim Han’ın divanında Türkçe şiir hiç yoktur. Ancak çeşitli tezkire ve şuara mecmualarında ona izafe edilen şiirleri, Sehi Bey’in ifadelerini doğrulamaktadır. Nitekim kendisine atfedilen şu şiirinde gurur ve tevazu beraber yürümektedir.

Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etdi felek
Giryemi etti füzûn eşkimi hûn etdi felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

Selim Han’ın Türkçe şu gazeli de şiir sanatı hakkında yeter bir fikir verebilecek ölçüde güzel ve orijinaldir:

Gözlerimden aktı deryâlar gibi yaşım benim
Dostlar çok nesne gördü onmadık başım benim
Geçmek için seyl-i eşkimden hayâlim askeri
Bir direkli iki gözlü köprüdür kaşım benim
Her gece altun benekli âsmânîler giyip
İşbu çarh-ı pîre-zen olmuştur oynaşım benim
Mihnet ü derd ü belâ olmasa yoldaşım benim
Ey felek dokuz dolu câm içmeyince Han Selim
Dehr içinde olmadı hergiz ayakdaşım benim

Tarihlerde Selim Han

Celalzâde Mustafa:

Mal, mülk ve cevherin yanında hiç değeri yoktu. Bütün âdeme hükümdar olmaktansa zavallı bir gönlü gamdan kurtarmayı tercih ederdi. Yüksek mevkilere hak kazananlara hakkını vermeyi severdi. Nâmert, dönek ve korkak kimselere iltifat; soysuz, mayası bozuk ve cimri şahıslara hizmet etmek ona göre en kötü işlerdendi. Her hizmete liyakat göstermekte pehlivan, nüktedan, cahillerle konuşmaktan uzak, şanı yüce, bilgili ve bahtiyar bir padişahtı.

Hükümdarlar tac ve tahtta oturup hükümet idare etmekle itibar sahibi olurlardı. O ise olgunluk ve marifet ülkesinin şahı, fazilet ve güzellikler memleketinin şehinşahıydı. Ayın külahına baş eğmezdi. Tac ü tahttan ar ederdi. Halifelik kaftanı uzun boylarına ve münasip endamlarına layıkıyla varis olmuşken o fakirlere yaraşır elbise ve kisveler seçip giyinirdi. Atlas ve altın yaldızlı, ipekli, sırmalı ve gösterişli giyeceklere önem vermezdi. Yeme ve uyumaya düşkün değildi. Sabah akşam gayreti ve himmeti insanı olgunluğa kavuşturacak şeyleri elde etmek ve gece gündüz çalışıp çabalamaları iyi ve güzel işleri tamamlamak içindi.

Harp meydanında saf-kıran, karar sırasına pars ve aslan gibi atılgandı. Onun nazarında cenk vakitleri bahar bayramı, düşman saflarını delme, yiğit ve kahramanca can verme vakti ise zafer bayramları idi.

Şükri-i Bitlisî:

Ol ebü’l-gazi ki devr-i rûzigâr
Görmemişti bir ona benzer süvâr
Ol keramet mülkinün şehzadesi
Ol vegâ meydânınun âzâdesi
Arsa-i ‘âlem süvarı Han Selim
Âleme hükm eyleyen Sultan Selim
Müminün dünyada gam-hârı Selim
Ehl-i İslamun hevâ-dârı Selim
Heybetinden yirde gökte murg u mûr
Eylemezlerdi icazetsiz ‘ubûr
Kılıcından kana gark oldı cihân
Kanı şimdi ol mübâriz pehlevân
Âleme arz eyleyen rengin bahâr
Yir yüzin tac-ıla iden lale-zâr
Kanı İslâmın ümidi Han Selim
Kancaru azm eyledi Sultan Selim

Hoca Sadeddin Efendi:

Ol durağı yüce padişahın öyküsü yazılmaya kalkışılsa gerçekten bir kitap olur. Öyle ki felekler sayfa, yaprak ve defter, yeryüzünün ekseni kalem, kutbu da uç olsa şu Utarid denilen akıllı yazıcı onun yüceliğini tanımlamada ve saltanatının haşmetini tasvirde aciz kalır. Yiğitliği, bahadırlığı ve cihangirlik konusundaki titizliği eşsizdi. Güzel yüzü aydın, konuşması fasih ve beliğ, anlayışı olgun ve yüksek idi. Yüce saltanatının kapısı tabl ve alem sahiplerinin başvurduğu, eyvanı ve gökleri tutan divanı ise kılıç ve kalem ehlinin toplandığı bir yerdi.

Hasan Can:

Yemek zamanlarını biz söylerdik. Yoksa gözünde manevi gıdaları derlemekten başka bir şey yoktu. Hazine-i Âmire’de bulunan değerli kitapları başından sonuna dek birer kere okumuştu. Sabahlara kadar devam eden meclisi sanki manevi ruhlar durağı idi. En sevinçli günü ve en büyük eğlencesi cihad meydanlarında vuruşmasıydı. Savaşın en kızgın anlarında bile korku bilmez, neşe içinde dolaştığını görenler anlatırdı.

Latîfî:

Gözü pek, dili fasih, arif bir padişahtı. Dünyanın problemlerini yakinen bilen biriydi. Öylesine kalben metin, kahraman ve yiğit biri idi ki göğsünü demir bir siper edinip ok gibi düşman üzerine tek başına atılmak, saflar yaran kale döven toplar gibi düşman askerini karşılamak, yanlara değil doğrudan merkeze saldırmak onun yanında caizdi. Şu beyit sanki onun durumunun göstergesi olarak söylenmişti:

Düşman askeri Kaf’tan Kaf’a da olsa
Allah hakkı için o savaştan yüz döndürmem.

Osmanlı sultanları arasında hüner, fesahat, anlayışı yüksek ve zeki olmak özellikleriyle tanınmıştır. Öylesine adaletli bir sultandı ki, devrinde adalet isteyen kişinin korkusu mükafat gününe, hakkı, arasat gününe kalmazdı.

Göğe ağmazdı bir mazlumun ahı
Meğer aşıkların dûd-ı siyahı

Zihin ve zekada temiz yaratılışı, akıl ve anlayışının çokluğu öyle bir seviyede idi ki, çok kurnaz kişiler tarafından dahi asla aldatılamazdı. Küçük ayrıntıları fark edebilen çok zeki kişiler onun yüce huzurlarında bilgisiz ve ebced okuyan çocuk gibi kusurlu kalırdı. Buna rağmen meşveretsiz bir iş işlemezdi.

Heybet ve salabetinden bey ve vezirlerin kalplerini korku salmıştı. Heybetinin şöhreti bütün kainata, yedi iklim altı yöne yayılmıştı. Bu yüzden her yer, her an bir güvenlik emniyeti içinde, dönemleri Nuşirevan’ın çağına denk bir devirdi. Kısacası saltanat işini ve icrasını bütün insanlara öylesine sevdirmişti ki bütün yaratılmışlar kıyametteki dirilişlerine ve mutlu anlarına dek ona aferin, ne güzel, mübarek olsun derler.

Sultanlık onun boynuna dikilmiş uygun bir elbise
Padişahlık onun makamına yerleşmiş bir alametti.

Mustafa Nuri Paşa:

Sultan Selim Han bahadır, yönetici, dediğini yapan, âlemin gidişinden haberdar, asabi, heybetli, doğruluktan ayrılmaz, yeteri derecede cömert, konuşması hoş, şanı yüce bir padişah idi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum