Uçurumda Açan Çiçekler

Haşir Çiçeği

Hayatı çilelerle, hapislerle, sürgünlerle dolu Bediüzzaman 1926 yılında Barla’ya sürgün edilir. Sıddık Süleyman önce gönlünü, sonra da bahçesini açar kendisine. Süleyman’ın Cennet Bahçesi’nde dünyayı cennete çevirecek Cennet Risaleleri sürgün verir.

Bediüzzaman dağları, bağları gezer. Badem ağaçlarının çiçek açtığı mevsimde bahçeleri gezerken birden, ‘Fenzur ilâ âsâr-i rahmetillahi…’ (Rum Suresi.30) âyeti hatırına gelir. Geze geze yüksek sesle okumaya başlar. Kırkı çıkınca akşam olur. Menziline gelir. Şamlı Hafız elinde kalem, tetikte beklemektedir. Bediüzzaman, “Yaz Kardeşim!” diyerek Haşir Risalesini telif eder.

1936 yılında Kastamonu’nun çiçekli dağlarına sürülür. Dağlarda dolaşa dolaşa kâinattan Hâlık’ını soran bir yolculuğunun seyirlerini Ayetül Kübra olarak sayfalara nakşeder. Çiçeklerin, böceklerin, sineklerin, semeklerin dilinden Rabbini anlatır.

1943 yılında Denizli Hapsinde ebedi sümbüller olan Hafız Alilerin, Hasan Feyzilerin ruhunda Meyve Risalesini telif eder. Oradan Emirdağ’a sürülünce Emirdağ Çiçeği’ni kayda geçer. Gün gelir Hafız Aliler, Hasan Feyziler toprağa düşerler. Denizli Kabristanını cennete çevirirler. Kabirlerinde sümbüller biter. Kokuları ezelden ebede, Denizli’den deryalara uzanır.

Bediüzzaman sürgünlerle yoğrulmasaydı, hapislere konulmasaydı Cennet, Haşir, Ayetül Kübra, Meyve ve Emirdağ Çiçeği Risalelerini sürgün vermeyecekti. Bahçesinde Sıddık Süleyman, Hafız Ali, Hasan Feyzi gibi çiçekler yeşermeyecekti. Sabret, Meyve Risalesine yakışır hayat yaşarsan şu dünya zindanından çıkacaksın. Emirdağ Çiçeği gibi bir eser yazarsan şu dünya sürgünden kurtulacaksın. Üstad’la Denizli Hapsinde kalan Hasan Atıf daha ilk gün, “Burada anne rahminde kaldığımız kadar kalacağız, sonra çıkacağız.” demişti. Sabret insan dünya zindanında anne rahminde kadar kalacak, sonra güneşe çıkacaktır. Üstadın sümbülleri Hafızlar, Feyziler, Süleymanlar, Zübeyirler, Hüsrevler buna şahittir.

Gül mühür vurur, lale imza basar

“Ağaçlara bak! Kışta ölmüş kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hatta herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir Zat” seni kışın ortasında bırakmaz. O ki, ‘Acele ettim kışta geldim’ diyen Bediüzzaman’ı bahara çıkarmıştır.

“Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki:

Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir.

İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de; şu çiçek, bir mühr-ü Rahmanîdir. Şu enva’-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi, bu çiçek Sânii’nin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmanî hey’atını aldı.”

Sabret ve şükret; o tepeciğe mührünü, sarıçiçeğe tuğrasını vuran Rabbin senin adını da bahtiyarlar defterine kaydeder.

Uçurumda açan asil çiçek: Zübeyir Gündüzalp

Zübeyir Gündüzalp ‘Bediüzzaman Bahçesinde’ açan asil çiçektir. Tohumu Ravza’dan, suyu Barla’dandır. İslam’ın her çilesine razı olmuş, çiçek gibi boynunu cellada uzatmıştır. Yetmemiş, kendisi gibi çiçek çocuklar yetiştirmeye ahdetmiştir.  Bir dostu gül şakirtliğine soyununca çok sevinir.

“Mademki İslâm’ın her derdine razı olduğunu bildiriyorsun, bu müjdenle bize aşk ve şevk veriyorsun, o halde iyi dinle. Vazifen: Dikenler arasından güller toplayacaksın. Ayağın çıplaktır, batacak; elin açıktır, ısıracak. Buna sevineceksin!”

Üstad sık sık kırlara, dağlara çıkar. Ağaçların üzerine çıkar, âlemi seyrede seyrede kalbine ağan sözleri nakşeder. Varlık ona, o da varlığa selam durur. Fesleğenler yanında başkadır. Gülün yanındaki gül, gübrenin yanındaki gübre kokar. Zübeyir fesleğenin gölgesinde büyümüştür. Bir gün ağır şekilde hastalanır. Sevenleri Üstadı gibi kuruyup toprağa düşmesinden korkar. Üstadın beklediği baharın geldiğini hatırlatan çiçeklerle ziyaretine giderler. Kafkas Dağlarının vahşi çiçeği dile gelir. “Kardeşim, Üs­tad fesleğeni sevdi, ötekilerden artık koparmayın!’

Zemheride Açan Çiçek: Hüsrev Altınbaşak

Hüsrev dünya zindanında zemheri yaşar. Zahmette rahmeti, tohumda çiçeği görür. “Sevgili Üstadım” der. “Madem çiçekleri görmek için baharı beklemek zarureti vardır; biz de onu şiddetle ve sabırsızlıkla intizar etmekteyiz.”

Muzaffer Ecevit bir gün rüyasında bir odayı süpürdüğünü, Hüsrev’in de kendisine meyve verdiğini görür. Bir zaman sonra ikili Nur talebesi oldukları gerekçesiyle hapse düşerler.  Üstelik aynı koğuştadırlar. Altınbaşak, Ecevit’e rüyayı hatırlatır. “Yeri süpürmek burada bana hizmet etmendir. Sana meyve veriyordum ya, o da benden dinleyeceğin derstir. Rüyayı gördüğün gün, ‘Hayır olacak.’ demiştim, hayır olacak inşaallah!”

Gerçekten de öyle olur. Hüsrev’e Risaleler gıda olarak yetiyordur. Devletin ekmeğine el sürmenin âlemi yoktur. On gün hiçbir şey yemez, içmez. Onuncu günün sonunda yer. Ecevit şaşırır. Hüsrev hayretini giderir. “Ben onların yemeğini yememeye niyet etmiştim ama ‘boykot yapıyor’ demesinler diye yedim.”

Hüsrev zindanda çiçek gibi yaşamış, çiçeklerden saat yapmıştır. Gün gelir, içeriden çıkar. Çiçekten zamana bakar. “Hapse girerken badem çiçekleri yeni açmıştı. Çıkarken de aynı şekildeydi.” der. Evet, tam bir yıl içeride kalmıştır.

Gül Devri Dervişi: Hüseyin Kuru

Gül derindir, acıyı göstermez

Risale-i Nur’da Gülcü Hüseyin olarak geçen Hüseyin Kuru 1909 yılında Kastamonu’nun Küre İlçesinin Saman Mahallesinde dünyaya gelir. Bir zaman sonra ailesiyle İnebolu’ya yerleşir. Hüseyin’in doğduğu sene gül asrının sahibi Bediüzzaman Kastamonu, İnebolu’ya gelir. Gül tohumlarını ekip, gider. Otuz yıl sonra Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı gibi güller yetişir.  Onlardaki güzel kokuları ve renkleri gören Hüseyin heves eder, bahçesine güller diker. Meyhanedekilerin de belirttiği gibi eskiden Hüseyin’in çoğu kere “kafası iyidir” ama göğüs kafesinin altında altın gibi bir kalbi vardır. Gülfidanı gibi boyu, gül gibi yüzü vardır. Yüzü de, kalbi de katmer katmerdir. Gül tecelli etmiştir. Gönlü ve yüzü bahçesine de yansımıştır. Bahçesine seksenin üzerinde gül diker. İnebolu'ya ağır misafir geldiğinde buraya getirilir.  Gül alıp, gül satar. Üstad’ı Kastamonu’da görünce o en güzel güle vurulur. Bu öyle bir güldür ki dünya bahçe olsa yerini doldurmaz. Güllerin Üstad’ı o gün Hüseyin’e gül aşısı yapar. Ondan sonra yüzünün bahçesi daha bir güzel görünür, gül teri daha güzel kokar.

Gül alırlar, gül satarlar, gülden isim takarlar

Hüsrev Altınbaşak gülden anlar. Üstad ona Gül Fabrikası Sahibi diye seslenir. Semerci Hüseyin Kuru’ya Gülcü Hüseyin lakabını takar. Semerci Hüseyin bir gecede Gülcü Hüseyin makamına yükselir. İsmini tarihe kaydetmek için Risale-i Nur kütüğüne de ‘Gülcü Hüseyin’ olarak geçer. Semerci Hüseyin nerede, Gülcü Hüseyin nerede…

Hz. Hüseyin (ra) Gül-ü Muhammedi’nin (asv) tohumu ve torunudur. O günden sonra Gülcü Hüseyin, Bediüzzaman’ın tohumu ve manevi torunu olur. Üstad gül rahlesinde Hüseyin’e ders verir. “Sakın gülcülüğü bırakma.” Üstad doğru söylemiş Gülcü Hüseyin, “Sakın gülcülüğü ve gülüşünü bırakma.”

Gül Hz. Muhammed (asv), lale Allah’tır. Nur talebeleri ve Bediüzzaman Asr-ı Saadeti güllerle, lalelerle ihya ederler. Ahirzamanda gül çağı yaşanır. Gül muştularıyla soluklanılır.

Gülü gül ile yazarlar

Üstadla tanıştıktan sonra Hüseyin gül kütüğüne kaydedilir. Gülün terini silmesini öğrenir. Gül dalından biçtiği kalemlerle gül kokuları içre Risale yazmaya başlar. Kanayan yaraları gül yapraklarıyla sarar.

Bir gün gül yaprağı gibi kendini Sevgililerin kucağına bırakır. Sevgililerin kucağı rahmet deryasıdır. Deniz güle bulanır. Deniz gülsuyu olur. İnebolu Denizinden dünyaya dalga dalga gül kokusu yayılır. Hüseyin’i gülle kundaklarlar. Gülden kefen yaparlar. Aşk gülün teridir. Zemzem Gül-ü Muhammedi’nin (asv) teridir. İnebolu Denizini zemzem sayarlar, Hüseyin’i zemzemle yıkarlar. Boyranaltı Kabristanına gül tenini bırakırlar. Cümle melekler, cümle İnebolu dile gelir: Ya Resüllah! Yezid zulmüyle şehit olunca torunun Hüseyin’i yanına aldırmıştın. Bu da bizim Hüseyin’imiz, gül şehidimizdir. Yezidlere boyun eğmemiştir. Bunu da torunun say…

Üç şehit çiçeği

Mehmet Çiçek, Bayram Yüksel ve Ali Uçar’ın refakatinde Nur çiçekleri ekmek için Avrupa Tarlasına gider. Üç çiçek elim bir trafik kazasında şehiden vefat eder. Bu işler böyledir, dünyada çiçek gibi adamlarla yaşarsan Mehmet Çiçek gibi çiçek misali gidersin dünyadan. Kabrinburcu burcu çiçek kokar.

Çiçek Aşıcısı Ali İhsan Tola

Ali İhsan Tola asrın şifalı çiçeği Risaleleri tanıdıktan sonra aktarlığa merak salar. Risaleden aldığı ilhamla bitkiden hayvana, çiçekten arıya uzanan varlıklardaki şifaları keşfedip dostlarını tedavi eder. Zamanla ehl-i dünya hallerinden endişelenir. “Risale propagandası yapıyor; gelenlere sekir verici otlar içiriyor.” iddiasıyla 103 gün hapis yatar. Çağa çiçek aşısı yapan bu çiçek adam böyle bir yalanla hapse düşer.

Hapishanede Açan Nurlu Çiçek: Hasan Çiçek

Hasan Çiçek Nur’larla tanıştıktan kara listeye alınır. 1943 yılında Denizli Hapsine götürülür. Üstad ve talebeleriyle çok güzel günler geçirir. Risale yüzünden yaşadığı sıkıntılardan bir gün olsun şikâyet etmez. Dokuz ay sonra köyüne döner. Dokuz yıl sonra derin yapılar Denizli Hapsine benzer senaryoyu tekrar yürürlüğe koyar. Hasan’a yine Yusufeli (Medrese-i Yusufiye) yolu görünür. Bir müddet yattıktan sonra köyüne döner. Yorgun bedeni daha fazla dayanamaz. Bir süre sonra çiçek kurur. Kökü Kabristanına dikilir. Elbette cennette yeşerecektir.

Barla’nın Dağlarında Bediüzzaman çiçekleri açar

Gözü hep yükseklerde olan Bediüzzaman dağlarda, kalelerde korkusuzca dolaşır. Yirminci yüzyılın başında Van Kalesinden çağlara seslenir.

“Ey 300 seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saîdler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.

Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.”

Yıllar sonra Barla’ya gelir. Talebelerine, “Ben bir müddet yalnız gezeceğim” diyerek Barla Kabristanına doğru yürür. Talebeleri de yüz metre geriden takip ederler. Üstad duvarla çevrili bir bahçeden geçerek ağaçları seyrede seyrede ağır ağır ilerler. Mevsim bahardır, çiçeklere hürmet vaktidir. Gereğini yapar, çiçekleri öper, öper. Bir zaman sonra bağrında çiçek gibi açacağı Kabristana yürür. Bu uzun yürüyüş 23 Mart 1960’da sona erer. Barla Kabristanında Bediüzzaman çiçekleri açar.  Yediden yetmişe Zübeyirler, Sungurlar, Tahiriler gâh zindanlardan, gâh sürgünlerden, gâh gönüllerden, gâh yüreklerden derledikleri çiçekleri sadakte diyerek kabrine bırakırlar. Ne mutlu bu çiçekli ve çileli yolun yolcularına…

Onlar uçurumda açan çiçeklerdi. Karşılarındaki imansızlık denilen büyük yangının farkına vardılar, tumbalarını alıp yangını söndürmeye koştular. Onlar çiçekleri ezmediler, ormanları ateşe vermediler. Bütün insanlık için dünyanın cennet bahçelerinden bir bahçe olmasını istediler. Çiçekler, ağaçlar diktiler. Dualarından cennet bahçeleri yeşerttiler, ormanlar büyüttüler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.