Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Eski Said'i yok saymak hangi aklın ürünüdür?

Hazret-i Bediüzzaman uzun, semeredâr fakat çileli bir hayat yaşamış. Bir mülâkatında "Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum." buyuruyor. Fakat Barla'da herkesle görüşmeden men edilmiş, mescitlere girmesine bile engel olunmuş, kendisine yapılan gayr-i insanî muameleleri "ayıplı, kusurlu nefsinin ıslahına" medar görerek o bed muameleleri anlattığı 16.Mektup'ta da ise "Dünya misafirhanesinin safasını çok gördüm, azıcık cefasını görsem yine şükrederim." ifadesini kullanıyor.

Bu iki zıt hâli yazılarımızın sıkı takipçisi H. Konyalı kardeş bana telefonla "Bir yerde dünya zevki tatmadım var, diğer yanda çok safa gördüm deniliyor. Bunda bir çelişki yok mu?" diye sormuştu.

Aslında bu sualin cevabı yine Tarihçe'nin sonundaki "Dünya zevki namına bir şey bilmiyorum." cevabının geçtiği yerin devamındaki "Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde ve mahkemelerinde geçti" cümlesinde var gibi. Çünkü Üstad, Birinci Said ya da sonraları Eski Said diye adlandırdığı döneminde bile çok da rahat ve safalı sayılabilecek bir hayat geçirmemiş. Yine ilk dönem hayatıyla başlayan ve bir ömür süren istiğna, hediye kabul etmeme ve ettirmeme, tecerrüt (evlenmeme) ve daima tefekkür ve tezekkür hâli, buna zaten izin vermemiş. Yine ilk dönemindeki hapis, tezyif, takip ve harp meydanları; devamında uzun sürgün dönemi de zevk ve safayı ona haram etmiş. 

Devamında "Harb-i Umuminin dağdağaları ve esaretimin  kesmekeşleri ve sonra İstanbul'a geldiğim vakit ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti" ifadeleri, her ne kadar bir safa vaziyetini gösterse de İstanbul'da kaldığı bu dönemde, "Bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler" ifadesi, bunlara bir gün sonra, "Beni dünyaya çağırma/ Ona geldim fena gördüm, Bütün eşya-yı mevcudat/ Birer fâni muzır gördüm" cevabı da gösteriyor ki Üstad, bu dönemde de tam bir tefekkür ve uzlet hâli yaşıyor.

Barla'da kendisine sorulan "Ne ile yaşıyorsun?" sualinin cevabındaki "Bereket ve ikram-ı İlâhi ile yaşıyorum. Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday, bana kâfi geldi" cümlesi de emsâlsiz bir istiğna ve iktisat hâlinin ifadesi.

Bütün bu özetlerden sonra o zaman Üstadın, "Dünyanın safasını çok gördüm" ifadesini âcizane  ben hediye almama sebeplerini saydığı İkinci Mektupta geçen "Tasannu (suni hareket ) ve temelluktan (dalkavukluk) beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı libas giymek bana daha hoş geliyor" cümlesi ile birlikte yorumluyorum. Sadece yaşamak ve hayatını idame için yiyen ve giyen bir insanın zevk ve safa ölçüsü ile, kendi adıma konuşuyorum bizim gibi naylon insanların ölçüsü bir olur mu? 

Hayatının her anını tefekkür, tezekkür, ibadet, dua ve ilmî bir meşguliyetle dolduran ve dünyayı ahiretin bekleme salonu gördüğü için, her musibetini hoş karşılayan bir insanın bazen musibetler, zindanlar bile safasını bozmaz. Zira hapishane köşeleri bir medreseye; mahkeme salonu ise bir üniversite kürsüsüne dönmüştür. Çekilen sıkıntı ve belalar bir insanın gıdası oluyor, bunları hep hayra yoruyor ve hizmete medar görüyorsa; artık orada "zevk safa" ölçüsü yapmamak lazım. Onun için bu cümlelerde bir tenakuz görmüyorum şahsen.

Üstat seksen küsür senelik bir bereketli ömür yaşamış ve altı bin sayfalık bir külliyatı miras bırakmış. "Eski Said Dönemi" dediği Barla hayatından önceki dönemde de yazdığı eserlerin bir kısmını tercüme ederek, bir kısmını yeniden gözden geçirip düzelterek ve o dönemde mahallî bir tabir olarak bu eserlerde kullandığı "Kürdi" lâkabını da "Nursi" şekline çevirerek yeniden neşri için talebelerine teslim etmiş. Hayattayken de Münazarat, Sünuhat, Hutbe-i Şamiye, Divan-ı Harbi Örfi isimleriyle de neşredilmişler.

Bunlar ile İkinci Said yani Yeni Said döneminde telif edilen eserlerinin, üstada nispet edilme ve değerli görme açısından hiçbir farkları yoktur. Hepsinin yerine, makam ve maksadına göre birincilikleri vardır. Aynı şey mektuplar ve müdafaalar için de geçerlidir. Hatta üstadın, müdafaaları ilmî birer risale olarak gördüğü beyanını da hatırlıyorum.

Geçenlerde bir akademisyen sohbetinde bulundum. Sonradan profesör de olduğunu öğrendiğim bir arkadaş, iman hakikatlerinin izah ve ispatı olan eserlerin yanında Eski Said eserlerinin çok bir kıymeti olmadığını hatta Üstadın bu eserlerde biraz konjonktürel kaldığını, eserlerde önemli bir tespit ve izahların da bulunmadığını beyan etmişti. Daha da ileri giderek bir hürriyet, müspet hareket konusunda bile bir risalesinin olmadığını ifade edince, dayanamayıp biraz da garip karşılanacak şekilde itiraz ettim. Garip karşılandı. Çünkü oradaki arkadaşların çoğu, o arkadaşımızı garip şekilde tasdik ediyorlardı. Garip şekilde tasdik edenler, bizim haklı itirazımı da garip karşıladılar. Ayrıca güya bu tutuculuk devam ederse, Üstad tanınmaz, bilinmez olurmuş suçlamasıyla da karşılaştık. 

Bir kişinin eksik ve yanlış tanınması ve bilinmesi, hiç  bilinmemesinden daha iyi bence. Hiç olmazsa, bilmeye ve anlamaya çalışanlar doğru yerden başlamış olur. Üstad, sadece iman hakikatlerinin izahı ile değil; başta hürriyet, cumhuriyet, demokrasi gibi kavramların yanında, âlem-i İslam'ın dert ve bunlardan çıkış yollarını gösterilmesi ile de çağa damgasını vurmuştur. Bunları hafife almak, azîm bir aymazlıktır. Bence pek de masum olmayan bir aklın ürünüdür. Üç beş yabancı okuyan, nurların bu konularına mesafeli sözüm ona akademisyen arkadaşlardan bu eserleri layıkınca okuyanlarının bana hak verdiklerini gördüm. Bu yazıyı da onun için bu başlığı atarak yazıyorum.

Şöyle bitirelim. Bir yazımızda bahsetmiştik. Britanyalı filozof ve matematikçi, birçok güzel etkinliklerde de bulunmuş Nobel ödüllü 1970'te ölen Rusell adında bir yazar var. Bu filozof, maalesef "Allah, ahirette bana niye inanmadın diye sorguya çekerse, Allah'ım sana inanacak kadar yeterli delil bulamadım diyeceğim" beyanında bulunmuş.

Risale-i Nurları bütünüyle okuyup da "Üstad niye hürriyeti anlatmamış, müspet hareket risalesi yazmamış" gibi itirazları olanları, kâinata bakıp da Allah'a delil bulamayan Russell'in bu  hâline benzetiyorum. Bu filozof, okumasını ve bakmasını doğru yapabilseydi, her şeyin Allah'ın delili olduğuna görebilecekti. Nurları doğru ve analitik okuyup İhlas, Uhuvvet Risaleleriyle Müdafaalar ve Lahika mektuplarını analiz edebilen insan, "Üstad niçin müspet hareket risalesi yazmamış" demeyecekti. Demek ki okumamış ya da o gözle okumamış. Alıcı gözüyle bakmamış. Tanzim, tasnif ve insaf selektörleri yarım çalışmış demek ki.

Elin adamının hürriyet yazılarını okuyan, takdir eden bir insan Münazarat, Divan-Harb-i Örfi, Hutbe-i Şamiyeyi hürriyeti öğrenmek gözüyle okuyabilseydi yine bu soruyu sormazdı. Çünkü Üstad bir Kur'an talebesi ve her şeyi Kur'an ölçülerine göre layıkınca değerlendiriyor. Bizlerin de buna ihtiyacı var zaten. Batılı birinin tahlili, izahı, tasviri kendi alanında belki keskindir, itibarlıdır. Fakat âlem-i İslâmda ne kadar kabil-tatbiktir. 

Üstad, alem-i İslam'ın yaralarını teşhis eden ve tedavi yollarını gösteren güçlü bir ses. Bu sesin tahlili ve izahının bu asra verecekleri ile yabancı biri aynı olur mu? Bu güçlü sesin bir hürriyet neşidesi ve bir müsbet hareket kasidesi var. Hem de bâkir duruyor. Ona göz yummak ya da ehemmiyetsiz görmek ise, her iki okuyuşuyla bir hızlandır. İman hakikatlerinin değeri tartışılmaz. Fakat bu, Lahikaların ve Birinci Dönem eserlerinin itibarını zedelemez ve zedelememeli. Bunlar, İkinci dereceye atılmamalı ve atılamaz.

Dersini, iman hakikatlerini Nurlardan alan ve tazeleyen biri, meslek, meşreb ve sosyaliteyi başka yerlerden tâlime gönderilirse; diğer derslerini de zamanla onlara kaydırıyor. Maalesef bunun örnekleri, yanımızda, yöremizde var ve bu bizi hem üzüyor hem de düşündürüyor.

Evet dostlar, eskiden yazılan fakat Yeni Said Döneminde yeniden tanzim edildiği için yeni dönemin eserleri de sayılabilen bu eserleri, dikkat ve insafla yeniden ve her zaman okumalıyız. Bunların ihmalinin bedeli maalesef bazen ağır oluyor. Hem iman hakikatlerini bu eserlerden en güzel şekilde talim ettiğimiz gibi meslek, meşrep, siyasî, içtimâî derslerimizi de biz Kur'an'ın bu asra bakan bu eserlerinden alacağız. Yoksa bir yerde tökezleyebiliriz. Bu düstur, kaide ve ölçülerin günümüz şartlarında tatbik-i nazariyesi ise, Nur talebelerinin hem meşveret zeminleri hem de nurun verdiği basiret ve tecrübe, ziyadesiyle tanzim eder.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum