Ramazan Orucu Pratiği Üzerine Bir Çözümleme

Ramazan orucu etrafında anlamaya çalıştığımız orucun hikmetine dair tefekkürümüzü, nebevi terkiple “başı rahmet-ortası mağfiret-sonu kurtuluş” olarak tesmiye edilişini biz Rabbani metot/model olarak tanımlıyoruz. Burada bu çerçevede Rabb-oruç-kul bütünlüğü ve etkileşimi ve muhtemel etkilerini heceliyoruz, bir çözümleme yapıyoruz. Bunu yaparken de Mevlana'nın formüle ettiği “Hamdım yandım piştim” metodik öğretisinden de ilhamen istifade ediyoruz. Konumuza uygunluğu, sistematiği, içerik-anlam zenginliği bakımından tasavvufi gelenekte nefsin yedi mertebesi modelinden istifade ediyoruz. Yani nefsin yedi mertebesi olarak bilinen nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmain, nefs-i raziye, nefs-i mardiyye, nefs-i kamil terkip edilip tanımlanmış gayet metodik bir terbiye modelini meramımızı izahta gayet açıklayıcı buluyoruz.

Burada olanı ve biteni anlamaya dönük öznesi olduğu gibi nesnesi olarak da işin içine kendimizi katıyoruz. Tanımladığımız çerçevede meseleyi düşünürken ve yaşarken anlamaya dönük kendimize sorular soruyoruz. Mesela ramazanın “başı rahmet” derken ne demek isteniyor veya bu mana fiiliyatta nasıl bir anlama tekabül ediyor? Benzer şekilde "ortası mağfiret" derken, ne demek isteniyor; nasıl oluyor da sonunda “kurtuluş” zuhur ediyor? Bu süreçte Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen lütuf ve ihsan ikliminde rububiyetiyle hasıl olan nasıl bir manevi “ameliyat-ı cerrahiye” işliyor, ta ki "sonu kurtuluş"a varan bir liyakat kazanıyor insan?

Ramazan orucunu, sürecini ve sonucunu öngörülen çerçevede teorik ve pratiğiyle bir çözümleme denemesine girişmeden önce şunu söylemeliyiz ki, öncelikle orucu Allah emrettiği, yani Allah rızası için tutarız. Bununla birlikte dünya gözüyle görmediğimiz bir olan Allah’ı görür gibi oruç tutmak ve dahi hiç kimsenin olmadığı yerde O gördüğü inancıyla orucu bozmadan kemaline erdirmek haza imandır, ihlastır, hakikattir.

Ramazan orucuyla birlikte yoğun bir program dahilinde kesif bir uygulamayla müminler sanki de manevi bir kampa; onarılmaya, yenilenmeye alınmış oluyor. Ana tema “oruç” ibadeti etrafında diğer ibadet motifleriyle desteklenmiş, çeşitlendirilip, renklendirilmiş olarak bütünlük kazanır. Sahurun niyeti, günün orucu, vaktin namazı, mukabelenin bil mukabelesi, iftarın neşesi, yatsının teravihi, anın zikri, fikri ve şükrü insan üzerinden gün kendini tamamlayarak devri daim yapıyor. İftar vermek, sadaka vermek, selam vermek, el vermek Allah için almak, Allah için vermek suhulet peydah ediyor. Ramazan ayına dair vaaz edilen önem ve faziletlerin maksadı itibariyle temerküz ettiği nokta ise, hiç şüphesiz kulluk makamında insanı faziletli, sa’yü gayretini kalıcı kılmasındadır.

Ramazan ayının başı rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluş mezkur üç aşamalı boyutlarıyla kudsi bir maksat taşır. O maksat gereği insandaki cisim, nefis, kalp ruh daireleri ve bunların üzerindeki tedrici tezahürleriyle birlikte kişiyi keyfiyetli bir kemal noktasına taşıma gayesi güder. Ramazan orucunun özü ve özgül ağırlığıyla birlikte fiili, zaman ve mekana hakim, zatında müteselsil gerçeklikte etkin yaptırımıyla son derece müessir bir ibadettir. Öyle ki yapısı ve yaptırımı ve manevi tesiri, bereketi gereği, insan tekinin bizzat beden/nefis ve ruh boyutuna nüfuz ederek fark edilir derecede bir tesir oluşturur. Hakikat dairesinde ramazan orucunu tutmak iman eden er kişinin karıdır. Allah’ın davetine icabet edip etmeme noktasında, Ramazan imanımızın oruç üzerinden bir test edilişi, bir “keyfiyet” imtihanıdır bir manada. Daha baştan oruç tutup tutmamakla o keyfiyet bir anlamda sınanmış olur. Mümin oruç tutmakla imanın ameli yönü itibariyle bir ret ve kabul ikileminde “nefsi” aşarak, kabul dairesinden karar kılmış ilk etabı aşmış olur. Sıradanlık içerisinde düşünüldüğünde otuz günlük Ramazan orucunu tutmaya dair gerekse verilen teorik karar aşamasını, oruç tutma sürecini, o seyirde orucun hakkının kemaliyle verip verememesi sadedinde her adımı bir çok kolaylığı içinde barındıran zorluk, bir çok zorluğu içinde barındıran kolaylık halkası olarak düşünebiliriz.

İnsanın, işbu kolaylıkları içinde barındıran zorlu kemal yürüyüşünün aşamalarını, ramazanın kendi (başı-ortası-sonu) denklemi içerisinde ilgili basamakları rahmet kapısı, mağfiret kapısı ve kurtuluş kapısı olarak nitelendirmek bu bapta uygun olsa gerektir.

Rahmet Kapısı:

Ramazan-ı şerif “Elhamdülillah Müslümanım” diyen herkesi kucaklayıcı rahmani bir aydır. O idrak içerisinde imani bir motivasyonla iradi olarak ramazana ilk teravih, ilk sahurla birlikte ilk adım atmış oluruz. Büyük bir manevi yönelişle oruçlu tutanlar, ilk günün orucunun turfandalığıyla “rahmet kapısı”nın kabulüne mazhar olurlar. Sözlükte rahmet mastar olarak “merhamet etmek, severek ve acıyarak korumak”, isim olarak “şefkat, merhamet” anlamına gelirken münhasıran Allah’a nispet edildiğinde “lütufta bulunma” manasına gelir. Bununla birlikte rahmet; en genel çerçevede, Allah’ın yaratmış olduğu mahlukatın tamamına merhamet eden, lütufta bulunan, hepsine merhametle muamele eden anlamlarını ihtiva eder. Daha özel ölçekte liyakat kesbetmeye dönük, yani Rabb’in verdiği nimetleri kendi rızası doğrultusunda değerlendirip şükredenlere dönük “rahim” ismiyle oluşan ortak sinerjiyle daha özel, nitelikli, manevi baki nimetler verme anlamlarını taşır. Bu nokta-i nazardan ramazanın başının “rahmet” olması geniş kabul alanı içerisinde günahkar-günahsız ayırt etmeksizin iman imtiyazı kapsamında sadece müminleri ve her mümini içine alan bu davet bir merhamet eseri olarak görülebilir. Bütün kusur ve eksikliğimizle ayırt etmeksizin kalbinde zerre miskal iman taşıyan her mümine "Gel" dercesine, her Müslüman’a kredi açılıyor, her mümin kuşatılıyor demektir. Ham nefsimiz (nefs-i emmare) bütün “hamlığıyla” oruçla birlikte davete icabet ederek, Rahmanın “rahimiyet”ine, lütfuna mazhar olma imkanını yakalamış oluyor.

Hakkalyakin bir gerçeklik içerisinde sürece dahil olup, kemal bulma yürüyüşümüzü ruhumuzla birlikte kendimizden, içimizden, nefsimizden başlatırız. İlk oruçla, şuuraltı tarlasında yabanî ve zararlı otların boy verdiği bir halden, belki sıradan bir halden çıkarak, arınmayı gerekli kılan, manevi duyarlığı yüksek sıra dışı bir halin etki alanına girmiş oluruz. Değil haram dairesi, helal dairesi de disipline edilmek için “çekince” konur, kontrol altına alınır. Olağan dışı bir içe kapanma, sıradanlığa göre sıra dışı diyebileceğimiz bir programa, ruhun normaline tâbi olunur. Haliyle rutini bozan bu yeni hal ile birlikte tâbi olarak nefsimiz, mevcut bünyemiz, eski alışkanlıklarımız tarafından ciddi bir dirençle karşılaşmamız kaçınılmazdır. İlk elden nefsimiz üst perdeden “Sen sensin ben benim!” havasında bir duruş içerisindedir. Konuya ilişkin Ramazan Risalesi’nde şu ifadeler yer alır: “Nefis Rabbisini tanımak istemiyor, firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte ramazan-ı şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, za'fını, fakrını gösterir. Kul olduğunu bildirir.” Orucun açlık talim ve terbiyesiyle nefis, "Ben benim, sen sensin!" derekesinden "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim." beyanındaki derecesine yükselir. Nefis üzerinde etkili olan salt bir açlıktan öte “oruç”tur. Unutulmamalıdır ki her açlık oruç değildir; zira oruç bir ibadettir, ramazan orucu ise farz olan bir ibadettir. İbadet ise ubudiyet acziyetiyle rububiyetin kudretine teslimiyettir. Ubudiyet yani kulluk, kulluk yani Rabb’e teslim olma, yani Rububiyetin talim ve terbiyesine tâbi olma keyfiyetinde sultanlık makamında mertebe kazanmaktır.

Gayet tabi bu birden olmaz, hikmet gereği tedricen olur; zaman ister; kararlılık, sebat, sabır ister; talim ister; terbiye ister; nefsin arzularıyla baş etmek ister. Ramazanın erken dönemlerinde, tıpkı serbest dolaşan bir yılkı/yaban atının bir şekilde avlu içine alınması, terbiye edilmesi, gem vurulması gibi, terbiye maksadıyla nefsimize oruçla gem vururuz. Devamında ciddi bir gayretle, istikametli yürüyüşle doğru orantılı yoğun bir riyazi hayatın kendini hissettirme yönünde ilerlediğini görmek ne güzel olur. Günbegün cehtle, sabırla nefsin kötülüklerinden (emmare) pişmanlık duyan bir aşamadan geçerek, beden ruhu uyumu içerisinde belki kendini kınayan (levvame) bir mertebeye müteveccih ilerlemesine, “mağfiret”ine şahit olmamız mümkünattandır.

Mağfiret Kapısı:

İlk uzun erimli on günün sonrası, ramazanın ortasına yakın konumlanan “mağfiret kapısı”na oruç ehli acziyetini derk ederek pişmanlıkla, ümitle varmış, yanaşmış olur. Hatırlayalım mağfiret neydi? Sözlükte “örtmek, gizlemek, birinin kusurunu ifşa etmeyip bağışlamak” manasına gelen gafr (gufrân) kökünden türemiştir. Allah’a nispet edildiğinde “kulunun günahını örtüp kusurunu bağışlaması” anlamına gelir. Ayrıca alim Râgıb el-İsfahânî “Allah’a izâfe edilen mağfireti kulunu azap görmekten koruması” şeklinde yorumlamıştır. Aynı kökten gelen istiğfâr “kişinin kusurunun bağışlanmasını Allah’tan talep etmesi” demektir. Dahası İsfahânî’ye göre bu talebin hem söz hem fiille olması gerekir; aksi halde istiğfar kişiyi yalancı durumuna düşürür. (TDV/İ.A.)

Bu noktada ramazan orucu imanın hem sözlü hem ameli halini mündemiç fiili bir durumda cereyan eder. Orucun orta mahalli, yani ikinci aşaması olan “mağfiret” safhası, oruçla yaşanan fiili ve kavli duanın talebi ve gereği Cenab’ı Hak’tan af dilemesi demektir. Kişinin manevi liyakati nispetinde bu geniş lütfa mazhar olması müjdelenmiştir. Nefsin kötü arzuları ve aşırı istekleri, muzır halleri "Ben oruçluyum." farkındalığı karşısında gerileyerek müspet mesafe kaydedilir. Daha ileri bir adım olarak, beşer olmamızın gereği nefs-i emaremizden, mümkün olan günahlarımızdan arınmak için bütün ham taraflarımızla açlık cenderesinde pişeriz, pişmanlık duyarız, o nispette Allah’ın izniyle temizleniriz.

Bu mertebede oruç ehli, “ene”sine, yani nefsine üstünlük sağlama cehdiyle, onu “benlik” davası gütme sevdasından vazgeçirmeye zorlar. Bu noktada Allah’ın lütfuyla hayrı, şerri, şirki hassas bir surette ayırt edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirâyetine kavuşması sevindirici olur. O vakit kalben manevi ilhamlara (mülhime) mazhar olmaya hak kazanır. O hal ve o hakla kalbi Allah’tan gâfil kılan her şeyden uzaklaşma yolunu ihtiyar eder. İmanın hakîkatleri kalpte inkişâf hâlinde tahkikleşir, yerleşir. İman gözlüğüyle, “mana-yı harfi”yle eşyaya nazar etme basireti netlik kazanır.

Bir manada dünya, eşya ve madde, dünyevileşmiş nefsani gözlükle, münhasıran veya abartılı şekliyle nazar etmek değil, bilakis manevi bakışla eşyanın cürmü kadar yer tutan bir mesabeye inmesi demektir. Hele maddeye olduğundan fazla bir değer atfedişin manasızlığı çok çarpıcı bir şekilde içten içe keskin bir duyuşla hissedilmesi az şey değildir. Bu mağfiret babında zuhur eden soluklanma ile mana alemi iman, ihlas, mücahede keyfiyetinde kendi hükmünü manen icra eder; o keyfiyette Rabb’i rahimi kuluna mağfiret eder, onu bütün yapıp etmelerinden ötürü affa mazhar kılar ki kılması şanındandır.

Kurtuluş Kapısı:

En nihayetinde gelinen müjdeli durak “kurtuluş kapısı”dır. Hemen söylemek gerekirse ramazanın son on gününü içine alan, ihtiyari olarak ilgilisine not düşercesine “itikaf” sünnetini de dikkate almak, nasiplenmek ayrı bir saadet. Bir de yüzüğün elmas taşı/kaşı gibi derin bir hikmetle, engin bir merhametle adeta manevi bir “bonus” olarak yerleştirilmiş “bin aydan hayırlı” mübarek Kadir Gecesi var ki devlet içinde devlet. Kurtuluşta sona doğru rahmani muhteşem final bu. Hakikatte çok derin manasıyla, ceht ve sabırla oruç tutarak arşınlanan tam otuz gün, günbegün züht, takva, nefis terbiyesi ve manevi bir arınma sürecinde kat kat keyfiyet hali cereyan eder kemaline yol bulur.

Uzun soluklu otuz güne varan oruç yürüyüşüyle “Ceset, ruh hesabına inceleşir.”, nefis ruhun hesabına terbiye olur, serkeşlikten vazgeçer muti olur, kul ile birlikte kul olur. O nispette belki “ham” nefsimiz “Piştim” makamında mânevî hastalıklardan arınmış olması beklenir. Bu keyfiyette nefisler huzur, sükûn ve itmi’nâna kavuşma halini yaşarlar. Bu ahvalde nice nefis “Nefs-i Mutmainne” mertebesi manasına niçin ulaşamasın ki? O hal üzere kulun afaki alemden soyutlanmasıyla tevhidi talimle “kalbi söylettirmenin, ruhu işlettirmenin” neşvesi ve bereketiyle nasiplenir. Böylelikle oruç ehlinin her an şükür ve senâ hâline bürünmesi durumu alınan mesafenin keyfiyetini remzeder. Artık bu radde sonrası, baştan beri kendini uğraştıran yaban/yılkı atını terbiye eden usta seyis gibi, oruçla terbiye ettiği “nefis atı”na atlayarak mahmuzlama kıvamına gelir. Üstat’ın nefis ifadesiyle “O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, Hüdâ’ya sevk edersin.” manası kuşanılmış olunur.

Sözler’in sözüyle söylersek "Vakta ki, ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasi olan mevhum rububiyetini ve farazi malikiyetini terk eder.” sınırlarını bilir, dava gütmekten vazgeçer. Rabb’bin rububiyetine teslim olur. Bu aşama sonrası ahvale uygun kıvamda akıl, kalb, vicdan, hafıza, hayal, irade, şuur gibi latifeler letafet kazanır. Allah’tan razı olarak (nefs-i radiye) rızasına muvafık ameller, haller suhuletle zuhur etmeye başlar, istidada göre yer yer meleke haline gelir. Belki “nefs-i radiye” mertebesine bakan latif hallerin motifleri olarak, Allah’ın iradesine teslim olma haline masadak olunur aynı zamanda. Bu hal üzre Allâh’ın da kulundan râzı olması (nefs-i merdiyye) makamında biiznillah “kurtuluş” ümit edilir ve beklenir. O ilahi kurtuluş ki kayıtlı olarak kulun manevi beratı, o ölçüde kulluğun sultan-i zişanıdır. Bu mertebede insan artık alalede bir insan olmanın ötesinde üstün bir payenin ve yüksek bir sorumluluğun hem hafifliğini hem de ağırlığını hissetmeye başlar. Bu mertebede, keyfiyet nispetinde bir manada ruhumuz cesedimize, kalbimiz nefsimize, aklımız midemize hâkim” olma manasını kuşanır. O bapta ve o seyirde ramazanda, oruçta, nefiste (Nefs-i Kamile), ruhta, canda biiznillah kemaline erişir. O vakit “lezzeti şükür için isteme” keyfiyetine haiz kulların makamına ulaşılır ki; bayram o bayramdır. “İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bunlardır. (Bakara/5)

Ramazan Bayramı oruçlu olan, oruçla yol bulan, oruçla terbiye olan, kemal bulan mümin Müslüman kullarına Yüce Rabb’in rahmani bir hediyesi, mükafatıdır. Ramazan Bayramı Allah’a kul olma idrakiyle Müslümanca yaşamanın güzel bir ödülü olduğu gibi, şu üç günlük dünyada o şuurla mümince yaşanmasının ödülünün de ebedi hayat, ebedi bayram, ebedi cennet olduğunu biz fanilere fısıldar. Belki cennetin müminler alemine yansıyan bir küçük numunesi, bir provası, belki cenneti o güzide kullarına yaklaştıran bir cennet kapısıdır bayram.

Sakın “acaba” deme! Sen kalbini yokla kendi samimiyetini, ihlasını saflaştır. Velev ki kalıbınla küçük olsan da ibadet ettiğin Rabb’in kudretinin büyüklüğünü, rahmetinin genişliğini tefekkür et. Bir amelin Allah rızası için yapılması halinde “O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.” hükmünü derk et. Yetmedi bu ayda bire bin veren manevi bereketini fikret. Ramazanın rahminde saklı tutulan “bin yıldan hayırlı” Kadir Gecesi’ni fehmet. Fehmet de maddeyi manaya önceleyen sıradan günlerin sıradanlığının, fiziki kasavet kalıplarının, parmak hesabı matematiğinin ötesine geç. Geç ki rahmet enginliğinin özelinde “rahimiyet” muamelesine muhatap olasın, ihsan içinde ihsanı bulasın, bereket içinde berekete kanasın. Ta ki kurtuluşu Rabbani kurtuluşta bulasın; bulasın da huzura huzurda, huzurda huzura eresin.

Vakit tamamdır! İşte arda kalan üç aylar ve üçü aşan deruni boyutuyla Ramazan-ı Şerif. Ve işte burada dün-bugün-yarınıyla üç günlük fani dünya: Kemalini bulan zeval, zevalini bulan kemal! Ebediyet yurdu, ebedi saadet neresi ey âdemoğlu?

Selam ve muhabbetle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.