Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

'Sürün ateşe şu riyakârı'

Sanki eldeki risaleleri okumuş, anlamış, âlemime yerleştirmişim gibi, eskiden beri nurların daha yayımlanmamış kısımlarına ilgi duymuş ve elde etmeye çalışmışımdır. Mesela Fırıncı abinin Trabzon'a geldiğinde çantasını çok karıştırmışlığım vardır. Badıllı abinin Mesnevi çevirisini hemen almıştım. Sonra birkaç çeviriyi de ilk alanlardan sayılırız.

Elimdeki Mesnevi çevresinden, Zühre'nin sonunu, bir yönüyle 12. Notanın devamı niteliğindeki kısmı okuyorum. Burada Üstadın İbn-i Semun'dan yaptığı "Zikirden hâli her söz boş lakırdı, tefekkürden hâli her sükût sehiv, ibretten hâli her nazar da lehviyat demektir" nakli, beni epeyce düşündürdü ve aklıma geldikçe de bu nakil, uykularımı kaçırıyor. Ayrıca tâ onuncu yüzyılda Bağdat'ta yaşamış bu âlimi üstad, nerede buldu, okudu, onu da varın siz düşünün. Bu yönüyle de risalelerde öyle alıntılar var ki o alıntıyla üstad, o kişinin fikirlerini de özetlemiş oluyor. 

Risaleler bir odada, kütüphane zemininden beslenerek telif edilmemiş. Yüzyılların İslâm kitabıyatıyla yoğrulan ve beslenen bir hafıza, Risale-i Nur külliyatının alt yapısını oluşturmuş. Bunu Risale-i Nur'un başta akıl ve kalbi doyuran marifet bilgisinden anlayacağımız gibi, kulağa hoş gelen ses akışı, güçlü ve etkileyici üslûp yapısından da anlayabiliriz. Asırlar, şekil ve mâna olarak akmış ve billûr bir avize gibi son asrın semasında asılmış sanki. Herkes, her tabaka ve her seviyeden insan, halis niyeti ve ihtiyacı nispetinde bu kaynaktan kendine pay çıkarmış ve çıkarıyor. Risalelerin anlattıklarına ihtiyaç azalmıyor, giderek artıyor. Zaten son muceddid oluşunun en büyük delili de âcizane budur diyorum. 

Tekrar, okuduğum Mesnevi çevirisindeki 12. Notanın devamına dönelim biz. Üstad, "Günahlarım öylesine çok ki bir ömür değil, nice ömürler istiğfara yetmez" dedikten sonra, istiğfarlarının ömürler boyu sürmesi için, münacat ve niyazını da yazmış. Ömürlerin istiğfarına yetmeyeceği ne günah işlemiş olabilir ki üstad? Demek bilmediğimiz günahları da var. Said Nursi'de günâh ve hata arayanlara müjde niteliğinde cümleler bunlar.

Âcizâne bu ömürlerin istiğfarına yetmeyeceği günahları, baştaki İbni Semun'dan yaptığı alıntıda aramak lazım herhalde. Günah da sevap da kişinin büyüklüğüne göre değişiyor. Senin işlediğin bir günah, başkasının hayaline ilişse, bunu mahvına alâmet sayıyor bir başkası. Kendimizden de anlayabiliriz bunu. Kendi adıma söylüyorum, kıymetli cihazlarımızı israftan ne kadar koruyor, kontrol altına alabiliyoruz. Ya da alıntıya dönersek, zikir adına yazılacak kaç sözümüz, tefekkür için ne kadar susuşumuz, ibrete dönen kaç bakışımız var?

Bakışların ibrete, sükûtun tefekküre, sözün zikre dönmediği her hâlimizden istiğfar etmemiz gerekirse, cidden kaç ömür yeter buna? Onun için Üstad, kitabının lisanına tevdi ediyor ömürlere sığmayacak istiğfarını. Peki biz nereye tevdi edeceğiz bu görevi? Devamında yine günah ve elemlerinin vasıf ve tahribatları için, "ağır yük, kara yüz ve hasta kalb"  tanımlarını kullanıyor. "Ağır yük" çok düşündürmeli bizleri. Çünkü işlediğin günahın ya da cisminin küçüklüğüne bakma. Günahı kime karşı işlediğine, nasıl bir mahiyeti neye harcadığına bak. "Kara yüz" de acayip bir hâli ifade ediyor. O fâş âleminde başta Rabbimiz, Peygamberimiz (asm) ve bütün insanların huzurunda açık edilecek hata ve günahların tartılacağı yüze sahip olmak ne hazin değil mi? Kalbimiz hasta ise, zaten balığın baştan koktuğu noktayız demektir. Çünkü idare merkezimiz kalptir. Onda küçük bir kararma ya da sekte, bütün mânevî vücudu bitirebileceği, bunun da telâfisi zor ebedî kayıpları netice vereceği unutulmamalı. 

Bütün bunlardan sonra ise Üstad, bütün amellerin niyetlere göre değer kazandığı, asıl kıymet katsayısının ihlas olduğu o faş âleminde Rabbim, "Sürün ateşe şu riyakârı" buyurduğu zaman, nasıl bir zillet olur bana sorusunu soruyor. Gerçekten nasıl bir zillet olur hiç sorduk mu kendimize cesur bir şekilde? Şimdi sormazsak ne zaman soracağız peki? Bir fırsat garantimiz var mı bir daha sormaya?

Bir karınca izi küçüklüğünde ve hassasiyetinde, kalbimizin şeytanî lümme tarafından üflenen, insanı sahib-i kemal, gurur ve kibire götüren çoğu zaman "yaptık, ettik, kıldık, koştuk" komutlarıyla ifadesini bulan her fısıltı, işte kalbi riyaya götüren bir marazın ifadesidir. Yine üstadın "Çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihetle yutar" dediği son nokta belki de bunu içine alıyor. Sevap yolundaki koca koca adımlar, riya kılığına girince, yok olup kaybolmakla kalmıyor; o âlemde belki de bu Rabbanî hitaba bile sebep olabiliyor. 

Üstad, okuduğum Mesnevi tercümesinde mevzuun devamında, Mevlana'nın dergâh-ı İlahiye seslenişini de yer veriyor. Sesleniş uzun ama:

"İlâhî ne firdevs'e liyakatim var,
 Ne de nâr-ı câhimine takatim."

dizeleri, her daim bzim de kalbimizin niyazı olması gerekmez mi? Hani Mevlana'nın "Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel." çağrısına bir küçük "Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel demek; yüz kere tövbeni boz da gel demek değildir." ilavesinde denildiği gibi, defterimizi yazboz tahtasına çevirmek akıl kârı mıdır? 

Demek neymiş? "Değiştiren marifete ulaşmak ya da marifette derinleşmeyi, değişene kadar sürdürmek gerekirmiş." Ahvâl, akval ve tavırlarımızda bizi değiştirmeyen, imanın ve âmelin zevkini tattırmayan, biraz daha ileri giderek üstadın tâbiri ile insanı "Bir hakikatine bütün dünyayı feda etmek derecesine" getirmeyen marifet, acizâne bana göre mecazda kalmış demektir. Yani "aksinin muhaliyetinden kaynaklanan bir imanın marifeti derecesindeyiz demektir. Bu da değiştiren marifet olmuyor, olamıyor. Maksat bu mudur peki? Değildir elbette. Nihayetsiz bir kuvvet-i iman, aksini muhal telakki eden itminan, inkârı ve inkâra meyli divanelik sayan bir anlayış ve bütün bunların bizdeki "değiştiren hâl ve ahvâle" inkılâbı temin eden bir marifeti hedef ittihaz etmektir asıl olan. 

Evet dostlar, dünya için ahireti unutmamak, her an, her zaman ve her dakika Halıkına iltica ve yalvarmak, vazife-i asliyesinde geri kalmamak; bir eline, elini seyyiattan kesecek istiğfarı, diğerine saadet-i ebediyeye seni ulaştırıp ve hayra kuvvet verecek duayı tutuşturmak, marifet ikliminin gereği değil midir? Bu vesileyle mübârek Kurban Bayramınızı tebrikle, âlem-i İslâm ve ailemiz için hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ederim.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum