Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Sun'i mektup

Televizyon seyretme adetim pek yoktur; nadiren haberlere bakar, geçerim. Akşamları bazen bir iki dakika, mâlum cenahın yayınlarını ibret için yoklarım. Gerçekten ibretlik cümlelere rastlarım. Cumhuriyet gazetesine de denk gelirse bakarım. Onda da ikinci sayfa, hep mukaddesat aleyhinde yazılarla doludur. Bir ikisine bakıp mesnetsiz, ispatsız birkaç yazısını gazetenin sahibine anlattığımda buna şaşıran okuyucusu da olmuştur. Hatta birine bir risale de vermiştik.

Geçenlerde yine böyle bir anlayışta olan televizyondaki tartışma programına kısa süreli baktığımda bayan bir konuşmacı, hükümeti suçlamak için pandemi kısıtlamalarında içki satan yerlere getirilen satış yasakları saatinin öne çekilmesinden yakınarak, bunun "seküler hayata indirilmiş bir darbe ve ağır bir müdahale olduğunu" ciddi şekilde anlattığını, diğer  konuşmacıların da bunu tasdik ettiğini gördüm.

Bu güruhun, işlenen cinayetlerin ve trafik kazalarının yarısına yakınının ve ölümcül hastalıkların da çoğunun alkol ve sigara gibi maddelerden olduğunu unuttukları gibi; bu ve buna yakın meseleleri çok mühimsedikleri sanki bir namus meselesi gibi gördüklerini anladım.İçkilerinin satış zamanlarına bile dokununca, bu pandemi dolayısıyla da olsa; damarlarına dokunmuş, sinirlerini altüst etmişti.

Aslında bu tip içkilerin zararlarını yeri geldiğinde, en güzel yine onlar anlatır. Peki içkiye olan bu ilgi ve rahatsızlık niçin? Bence Kur'an'ın getirdiği yasak yüzünden. Onların dertleri Kur'an ile. Yani Cenab-ı Allah, içkinin sarhoş edenini yasaklamasaydı; belki de bunu içmedikleri gibi, karşısında da olmayacaklardı. Bunu, kullandıkları 'seküler hayata darbe' sözünden anlıyoruz. Dertleri aslında içkinin satış zamanı değil. Allah'ın bir yasağına ulaşma zorluğuydu. 

Bunları dinleyince, aklıma anlatılan bir kıssa geliyor. Eski dönemlerde yaşayan meczup görünümlü biri varmış. Bir meydanda sürekli "Allah var" diye bağırırmış. Bazen de insanları kolundan tutarak çekip "Allah var!" dermiş. Bir gün biri, buna cıkışarak "Eh, anladık, biz de biliyoruz, Allah var" deyince: "Bildiğin gibi değil, hakikaten Allah var" deyivermiş. Bu menhiyat müptelaları ve hudut tanımazları da gerçekten bir kenara çekip şöyle güçlü bir şekilde: "Allah var!" diyesim geliyor. 

Bütün bu anlatılanlar beni 26 Lem'a'ya, ricalara götürdü. 7.Rica'da geçen "imanın hazır günü, tabutiyetten çıkarıp uhrevî bir ticaretgâh" suretine çevirmesi tespiti ne muazzamdır. Yani senin her günün, bir ticaret kapısı ama imanın varsa. Peki imanın yoksa, hazır gün ne olacak senin için? Her günün 'seküler bir hayatın' misafirhanesi suretini alacak. Kayıp ki ne kayıp!  O zaman 'hazır gün' geri gelmemek üzere giden saniyeler,ebed memleketine gönderilen zulmanî manzaraların misafirhanesi konumuna düşecek.  Noksan, kısa, âciz, elinden bir icat gelmeyen cüz'i bir iraden var. İmanla takviye edilip önü aydınlanmamış bir irade ile, neye ne çare bulacaksın? Bu irade, akan hayatını mı durduracak, seni bekleyen kabri mi kapatacak, bu eli kısa iradeyle ebed ülkesinde uzaktan uzağa nazara çarpan kafilelere mi yetişeceksin? Böyle bir iradenin elinden ne gelir? Daha bu iraden, ihtiyarlanmanı durduramadığı gibi; dökülen dişlerine, beyazlaşan saçlarına, boğazından geçen yiyeceğe dahi müdahil olamıyor.

Peki bunlar kendilerini nasıl aldatıyorlar? Sekülerlik, Batıcılık, çağdaşlık gibi görünüşte parlak, kulağa hoş gelen çoğunun çıktığı medeniyete de bir çare olamadığı görülmüş, hatta sahiplenen kişileri intiharlardan bile kurtaramamış anlayış ve fikirler, acaba bu mukallitlere bir fayda sağlar mı? Yani arkalarında onları bekleyen ecel aslanını öldürüp önündeki kabir darağacını kaldırıp sağ ve solundaki acizlik ve her şeye muhtaçlık halini defedip içinde bulunduğu ve peşindeki yolculuğu iptal edecek bir çareleri var mıdır? Bunları düşünmemek, bu ince şey dediklerine kafa yormamak, yani gözünü güneşe karşı kapamak, bir insanı nasıl ve nereye kadar teselli edecektir? Mutantan ve kof felsefî izah ve çare diye sunulan müsekkin cinsinden tavsiyeler ise, düşünen beyinlere huzur getirememiştir. Sadece yumulan gözleri, daha da karanlığa göndermiştir.

Üstad, 13. Rica'da Van şehri için, "sun'i bir mektup" diyor. Şehir öyle de insanları gafletle oyalayan ve "kendilerini misafir değil de mâlik" tasavvuruna götüren vaziyetler farklı mı? Risalelerde sıkça geçen, Ankebut Suresinin 64. Ayetinde Rabbimiz ne güzel anlatıyor. "Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri bu dünya hayatı, hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur ,keşke bunu bilselerdi."

Bahsettiğim programda içkiye ve bir saat erken satış yasağına olan itiraz, aslında bir oyun ve eğlenceden ibaret dünya hayatını, gerçek hayat zannetmekten kaynaklanan bir anlayışın fevaranıydı.

Zengin ve fakirin, şah ve gedanın, idareci ve memurun eşitlendiği bu pandemi süresinde bile bir saatlik bir kısıtlamaya tahammül edemeyen, kendi varlığından bile habersiz anlayış, bir kahvaltı hükmündeki bu dünya sofrasındaki geçici ve sonu ızdıraplı haram zevkleri, kendini bekleyen ahiretin ebedî lezzetleriyle donanmış sofrasına tercih ediyor. Bunun aklı ikna edecek bir izahı yok gerçekten. Bunca nimetle insana hürmet eden bir rahmete karşı, ubudiyetle hürmet lazım gelirken, gafletle karşılık vermenin hüsran maliyeti ebedî bir kayıp oluyor. İnsan ise, bunu isteyerek karşılıyor. 

Evet dostlar, daha güzel bir yerde görüşmek üzere ayrılmanın verdiği lezizane hüzne karşılık; ebedî ayrılığın mutlak hüznünü tercih edenler, aslında bu dünyada da rahat değiller. Bakmayın öyle mezarlıktan geçerken ıslık çalmalarına.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum