Said Nursi'nin Abdülhamit’le meselesi o dakikadan itibaren bitti

Said Nursi'nin Abdülhamit’le meselesi o dakikadan itibaren bitti

​Metin Karabaşoğlu ile yapılan röportaj serisinin 14. bölümü…

Risale Haber-Haber Merkezi

Röportaj: Şener Boztaş (Alternatif Bakış-TV 111)

NEREDEYSE HAMİDİYE ADIYLA YENİ BİR MEZHEP ÇIKACAK ORTAYA!

Bediüzzaman’ın Abdülhamit ile ilişkisini 1908 Hürriyet inkılabındaki tavrını; Bediüzzaman’ın muhalefetini; neden, niçin, nasıl muhalefet ettiğin; 31 Mart hadisesinde nasıl bir pozisyon aldığını konuşacağız. Bediüzzaman’ın hürriyet mücadelesine, meclisin açılmasına aktif destek verdiğini biliyoruz. 31 Mart hadisesinde bir darbe girişiminin olduğunu ve Abdülhamit’in tahttan indirildiğini biliyoruz. Bediüzzaman’ın divan-ı harpte yargılanmasını ve beraatını biliyoruz. Birtakım tarihçiler Abdülhamit’in tahttan indirilişi yahut Osmanlı’nın çöküşü hesabını Bediüzzaman’a kestiklerini görüyoruz. Oradaki tarihsel gerçeklik nedir ve Bediüzzaman’ın tutumu hangi esaslara dayanıyordu?

Olayın o kısmında o kadar hata görüyoruz ki. Bir kere vakanüvistik falan değil tarih bilimi açısından baktığımızda; o kadar mitsel, o kadar efsanevi bir şey üretiliyor ki. Anakronizm denilen bir şey vardır. Sözel hadiseleri açıklamakta bir problemdir. Bugünden düne bakarsınız ve “şöyle olsaydı şöyle olurdu” diye bir sonuç elde edersiniz. Bir kere burada Abdülhamit dönemi müthiş bir anakronizm çerçevesinde açıklanıyor. Abdülhamit efsanevi bir şeye dönüştürülüyor.

Mesela seviyesiz bir şekilde Bediüzzaman’a saldırmaya kalkan bir tarihçi bozuntusu diyeceğim, çünkü bir tarihçinin hem bilgi hem yorum açısından yapmaktan utanacağı şeyleri yapan bir kişidir. Bediüzzaman’ı kastederek “sizin için put mu, peygamber mi, eleştirilemez mi” gibi şeyler söylüyor. Bunu “Bediüzzaman Abdülhamit’e kâfir dedi” diyerek alçakça bir iftirada bulunuyor. İzahlarına bakıyorsunuz; kendince Bediüzzaman’ı, Mehmet Akif’i yerin dibine batırmaya çalışıyor. Şehit Enver Paşa’ya son derece seviyesizce hakaretler ediyor. Şimdi insanın sorması gerekiyor. Abdülhamit put mu? Ama böyle bir şey var Türkiye’de. Neredeyse yeni bir itikadi mezhep çıkacak ortaya; Hamidiyye mezhebi adı altında. Bu mezhebe göre Abdülhamit’i eleştiren delalette, kafir veya mürtet oluyor. Abdülhamit’i eleştirenin haklı veya haksız olmaksızın bu kişiler hakkında her türlü yalan ve iftira caiz oluyor. Böyle bir durumla karşılaşıyoruz. Bu epeydir üretile gelen bir şeydir.

HANEDANLIK SİSTEMLERİ AVRUPA VE ASYA COĞRAFYASINDA SARSINTIYA UĞRADIĞI

Arkasından şöyle bir anakronik bir kurgu yapılıyor. Abdülhamit başta olmaya devam etseydi; Osmanlı olduğu gibi devam ederdi. Bütün meselelerini de çözerdi. Böyle bir kurgu üzerinden geliştiriliyor. Bir kere bu tarih ilminin hakkını veren, birazcık sosyal bilimler, yöntem, mantık ve muhakeme sahibi kişi; istibdadı üzerinden, yani o saltanat rejimini koruduğu yapı üzerinden, Abdülhamit dönemi ve Osmanlı döneminin istikbali üzerine böyle bir şey söyleyemez. O döneme bakarsak bütün Avrupa coğrafyasındaki Habsburglar nerede, Romanovlar nerede, hohenzollern sülalesi nerede?

İmparatorlukların çözüldüğü, hanedanlık sistemlerinin çözüldüğü, küresel bir dalga olarak ulus devlet yapılarının oluşmaya başladığı bir süreç. Yani bu süreci belki daha suhuletli bir biçimde aşma imkanınız var. Ki Bediüzzaman bu akışı görüyor. Saltanat sistemini klasik yollarla sürdürmenin imkanı yok. Bu sistem ancak meşrutiyete dönüştüğünde devam edebilir. Bu anlamda bakarsak; meşrutiyete dönüştürebilen yapılar devam etmişler. Avrupa’nın büyük bir kısmı çok önceden başlamış İngiltere başta olmak üzere. Sultan, kral ya da kraliçenin daha sembolik bir konuma geldiği ve asıl olarak halkın seçtiği yöneticiler üzerinden bir hükümet sisteminin oluştuğu ve bu şekilde yönetimin her açıdan murakebeye, denetime açık olduğu; kamuoyunun sağlıklı bir biçimde işlemesinin imkânlarının belirlendiği ve de Kanun-i Esasi yani anayasanın en tepedeki hanedan temsilcisini ve herkesi bağladığı durumdur. Bazıları bu geçişi daha rahat atlatabilmişler. Bu dönem; hanedanlık sistemlerinin bütün Avrupa ve Asya coğrafyasında sarsıntıya uğradığı bir dönemdir.

Abdülhamit dönemi üzerinden türetilen bir efsane var. Bir defa bu anakronizm. Yani “Abdülhamit devam etmeseydi, meşrutiyet olmasaydı, şöyle şöyle olurdu.” Bu yanlış bir format; tam aksine meşrutiyet bir imkandı. Bediüzzaman öyle gördü. Belki ittihatçılar orada onu suiistimal etmeseler ve bu defa bir kişi sultası yerine bir zümre sultası, oligarşik bir istibdadı getirmeseler belki Türkiye; 1908, 1920 ve 1923 yıllarındaki dönüşümü daha rahat halledebilirdi. En fazla böyle bir şey söyleyebiliriz.

ABDÜLHAMİD DÖNEMİ MEDRESELERİN GÖZDEN DÜŞTÜĞÜ BİR DÖNEM

Bediüzzaman 1907’nin sonlarında İstanbul’a geliyor. İstanbul’a gelişinin bir sebebi var. Bu sebep Abdülhamit’in bir icraatı ile ilgilidir. Abdülhamit bakıyor ki; Avrupa‘nın İslam dünyası ve Osmanlı’ya karşı bir öne geçmişliği var. Buna karşı ne yapabiliriz? Bizim eğitim noktasında atmamız gereken adımlar var. Şunu da belirtmek gerekir ki; Abdülhamit döneminde medreselerin gözden düştüğü bir dönemdir. Bunu da belirtelim. Bu farklı bir şey gibi görülür. O noktada da medrese içinden Abdülhamit’e muhalefet; sanıldığından daha fazladır. Yani çok çalışılmış bir şey değil ama böyle bir realitenin içinde olanlar biliyorlar. Okullar açılmış; mesela mekteb-i tıbbı harbiye, Abdülhamit döneminden önce de var bu daha da yaygınlaşıyor. İdadiyeler, rüştiyeler Avrupa tarzında eğitim veren okullardı bunlar. Bu Bediüzzaman’ın daha önce yaşamış olduğu ve ırki bir tanım olan, bölücülük faaliyetleri içinde kullanılmasından korkulan, Osmanlı Devleti içerisinde çok rahatlıkla kullanılabilen Kürdistan’da da; Osmanlı’nın bir parçası olarak orada da bu okullar açılmış. Mezunlar vermiş. Bunların bir kısmı daha sonra üniversite eğitimi almışlar. İstanbul’da memuriyetleri olmuş.

İKİ AYRI EĞİTİM TARZI OLUŞUYOR

Bediüzzaman’ın gördüğü bir tablo var. Kendi yaşadığı, doğup büyüdüğü diyarda, Bitlis ve Van başta olmak üzere yanına Siirt’i, Mardin’i, Diyarbakır’ı vs. diğerlerini de dahil edildiği bir durum var. Manzara şudur: İki türlü eğitim var. Birincisi klasik tarzdaki medrese eğitimidir. Medreselerde klasik olarak Arapça ve o yöre Müslümanlarının anadili olan Kürtçe üzerinden bir eğitim gerçekleşiyor. Medrese eğitimi görmüş kişilerin istihdam alanı sınırlı oluyor. Çünkü nazarlar başka şeylere dönüyor. İkincisi daha Avrupa tarzında seküler bir eğitim veren mektepler var. Mekteplerin eğitimi Türkçe ve ayrıca bu eğitim Avrupa’daki eğitim modeli iktibas edilerek yapılmıştı. Daha garbi, seküler bir damar taşıyor. Sonuç olarak Bediüzzaman’ın gördüğü nedir? Bir tarafta mektep, öbür tarafta medrese, iki ayrı eğitim tarzı ve bu iki ayrı eğitim tarzı iki büyük probleme yol açıyor. Birincisi işin istihdamla ilgili boyutu ile ilgilidir. İşin geçim meselesiyle ilgili kısmı başlı başına bir sorun. Bediüzzaman bunun üzerinde fazla durmuyor. Mesela on, on beş sene okuyorsun, çok cüzi bir gelir elde edebiliyorsun. Başka bir okulda okuyorsun; çok önemli bir rütbe ve gelir ediniyorsun. Bunun eğitimin içinden geçenler için yol açabileceği huzursuzluk var. Bir de diğerinin belli bir havası varsa ona karşı bunu anlayabiliriz.

BEDİÜZZAMAN’IN GÖRDÜĞÜ TEHLİKE

Bediüzzaman bunun üzerinde çok durmuyor. Durduğu asıl nokta nedir? Birincisi bu gerilim dolayısıyla ehli medrese ehli mektebe iyi gözle bakmıyor. Çünkü aldığı eğitim, orada oluşan düşünüş biçimi olarak bir ladinileşme görüyor. Buna karşılık mektepten çıkan da medrese ehlini; “bunlar geride kalmış” nazarıyla bakıyor. Buradan dindar, seküler; dindar, ladini denilebilen bir fay hattı oluşuyor. Birbirine düşman, birbirinden yararlanacak değil; birbirine kötü gözle bakan veya küçük gören veya ezmeye çalışan bir şey çıkıyor ortaya. Tehlikeli bir fay oluşuyor orada. Mektep, medrese ikiliğinden oluşan. Birinci olarak bunu görüyor Bediüzzaman. Kendi doğup büyüdüğü diyardan yaptığı bir gözlem. O mekteplerin açılması iyi niyetli olabilir ama oluşan tablo bu.

Diğer taraftan Arapça ve Kürtçe medreseleri çizgisi. O bölgedeki insanların ana dili zaten Kürtçe. Türkçe öğreten mekteplere gidiyor. Burada da dil üzerinden oluşan bir milliyetçilik zuhur ediyor. Ayrıca bir de şu var. Mektepten çıkıyor bazıları; bir Kürt çocuğu olarak Türkçe öğrenmiş, Türkçe eğitimi görmüş; sonra yükseköğrenim için İstanbul’a gelmiş. Orada milliyetçi fikirlerle karşılaşıyor. Türkçülük ağırlıklı olarak. Bunları görüyor Bediüzzaman ve tepkisel olarak Kürtçülük ürettiklerini görüyor. Ümmet bütünlüğünü Osmanlı içerisinde omuz omuza asırlarca aynı din için, aynı devlet çatısı altında çaba göstermiş, cihat etmiş, her açıdan mücahedede bulunmuş İslam’ın iki unsuru arasında milliyetçi bir çatışma ve gerilim oluyor. Bediüzzaman yanlış bir şey mi görmüş? Bir; dindar-seküler fay hattı oluşuyor, iki; Türkçü-Kürtçü geriliminden milliyetçi bir fay hattı oluşuyor. Her ikisinin sancılarını hala yaşıyoruz.

BEDİÜZZAMAN MEKTEP VE MEDRESELERİN MUHTEVASINI BULUŞTURAN BİR EĞİTİM ÖNERİYOR

Bediüzzaman, son derce ferasetli ve basiretli bir şekilde, kendi bölgesinde gördüğü bir şey hakkında harikulade bir tespitte bulunuyor. Bu tespit burada kalmıyor. “Nasıl çözebiliriz?” diye kafa yoruyor. Ve diyor ki: her iki problemi de çözebilecek bir eğitim modeli oluşturmak mümkündür. Nedir o? Mektep ve medreselerin muhtevasını buluşturan bir eğitim. İslami ilimler ile pozitif bilimleri beraberce mezcedilebildiği bir eğitim modeli oluşturulması mümkün. Bazıları bu noktada eleştiriyor Bediüzzaman’ı. Bu eşitlerin beraberliği anlamında da değil zaten. “Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir; aklın nuru fünun-u medeniyedir. İkisinin imzacıyla hakikat tecelli eder” derken; ziya ile nur arasındaki sembolizm üzerinden gidiyor. Güneşin doğrudan ışığı ziyadır. Aya yansımış nurdur. Kur’an’ın Yunus Suresinde bize öğrettiği üzere, Arapçadaki semantik ile baktığımızda burada elbette dinin ve ulum-u diniyenin merkezde olduğu; fenni ilimlerin o Kur’ani miras üzerinden öğrenildiği bir sistem. Bediüzzaman, taşların yerli yerine oturduğu bir sistem oluşturuyor.

MEDRESETÜZ ZEHRA PROJESİ İŞTE BUDUR

Ayrıca burada Arapça, Kürtçe ve Türkçe eğitim verilmesini öneriyor. Arapça İslam’ın anadili. İslam medeniyetinin anadili. Türkçe Hun medeniyetinin taşıyıcısı olan Osmanlı’nın anadili. Kürtçe de o bölgedeki Müslümanların anadili. Mektep ve medrese muhtevasının, müfredatının buluştuğu ve Arapça, Kürtçe ve Türkçe üç dilde eğitimin verildiği bir proje Medresetüz Zehra projesi. Bu proje uygulamaya konulursa gördüğüm iki problem de hallolur. Yani; dindar-ladini diye oluşan fay hattı, ortadan kalkar. İkisi alması gereken eğitimin yarısını almış olmaz. Diğer yarısına düşman olmaz. Gençlerin, çocukların hepsi birden olması gereken eğitimi tam olarak almış olur. Ayrıca bu üç dilde eğitimle de milliyetçi gerilimin önü alınmış olabilirdi.

Medresetüz Zehra projesi ile bunu düşünüyor. Bunun uygulanması için ne gerekiyor? “İstanbul’a gideyim; bunu en yukarıya takdim edeyim, anlatayım” diyor. Bediüzzaman’ın İstanbul’a geliş sebebi bu.

HAMİYETLİ BİR MÜSLÜMAN ÂLİMİN YAPMASI GEREKENİ YAPMAK ÜZERE İSTANBUL’A GELİYOR

Burada mektep medrese farklılaşmasının oluşturduğu problem var mı, yok mu? Baktığımızda net bir şekilde Bediüzzaman’ın bunu doğru gördüğünü ve doğru bir şekilde çözüm düşünmüş olduğunu anlıyoruz. Münazarat’taki mektupları hatırlarız. Padişah sarayda güvenlik endişesi sebebiyle kalın duvarların arasında. Bir çözüm düşünür ama çözümünün ne tür patolojiler ürettiğini oradan göremez. Arada bir ona bilgi verenler de, zaten filtreleyerek bilgi veriyorlarsa hiç göremez. Hâlbuki Abdülhamid iyi niyetli olarak düşünüyor. Ama o iyi niyetli düşüncenin uygulamada sonuçları bunlar. Bediüzzaman, “Bir de gideyim birebir anlatayım, bu sonuçların olmaması için olması gereken eğitim modeli budur” diye arz ediyor. Hamiyetli bir Müslüman âlimin yapması gerekeni yapmak üzere İstanbul’a geliyor.

Ama padişahla görüşmesi bir türlü mümkün olmuyor. Çünkü arada kalın duvarlar var. Engeller var. “Ne için geldin, niye geldin, şu mu, bu mu” denilerek arz etmesi mümkün olmuyor. Hala yaşarız ya, “siz dilekçe olarak şuraya koyun; bir zaman görüşülür” deniliyor. Böyle bir muameleye mabeynde muhatap oluyor. Bakıyor ki bu şekilde anlatmanın, ulaşmanın imkanı yok; bu defa Medresetüz Zehra projesini bir gazetede yayınlamaya karar veriyor.

HER ZAMANIN ÂLİMLERİNİN VE ENTELEKTÜELLERİNİN KULAĞINA KÜPE OLMASI GEREKEN BİR TAVIR

Ondan sonra başına gelenleri zaten biliyoruz. İşte “padişaha akıl mı öğretiyorsun” muamelesine maruz kalıyor. Yukarıdan gelen bir emirle haksız yere tımarhaneye gönderiliyor. Böyle bir şeye cesaret edebilmesi nedeniyle aklından zoru olduğu gerekçesiyle. Sonra klasik şey var; “sana maaş bağlıyoruz” deniyor. Çünkü tımarhanedeki doktorun beyanı var. “Bediüzzaman deliyse akıllı kimse yoktur” diye. Bu defa Şefik Paşa geliyor, kendisi zaptiye nazırı. “Sana şu kadar maaş bağladık, padişahın emriyle, İrade-i Şahane ile şu kadar maaş.” Bediüzzaman ne diyor? “Bu maaş değil, susmam için rüşvettir. Ben bir âlimim. Benim bir âlim olarak benim hizmetim ilim ile nasihat ile olur. Peki, benim ilmimin, nasihatimin tesir etmesi nasıl mümkün olur? Bundan dolayı benim maddi bir menfaat elde etmememle olur. Dolayısıyla bu teklif, benim kabul edebileceğim bir teklif değil. Çünkü benim ilmimin tesirsiz kalmasını getirecek bir şeydir” diyor.

Orada da harikulade bir şey vardır. Aslında her zamanın âlimlerinin ve entelektüellerinin kulağına küpe olması gereken bir tavır gösteriyor. Buna karşılık bu defa zaptiye nazırı hiddetleniyor ve onu hapse attırıyor. Hapisten ne zaman çıkıyor Bediüzzaman? Meşrutiyet ilan edildiğinde çıkıyor. Son olarak Şekerci Han kısmı var. Meşrutiyet düşüncesini Bediüzzaman zaten daha on beş on altı yaşında benimsiyor. Onu da “Siyasette muktesit mesleği” olarak ifade ediyor. İki şey söylüyor; biri Namık Kemal’in rüyası. Ki Namık Kemal o rüyayı gerçekten gördü mü görmedi mi, bilmiyoruz. Ama o dönemde bir rüya geleneği oluşmuş. Namık Kemal’in Rüya isimli makalesinden başlayarak. Çünkü doğrudan bir şey yazdıklarında kovuşturmaya tabi oluyorlar. Ne yapıyor Namık Kemal; bir rüya gördüm, rüyamda şöyle oldu, böyle oldu, şu dendi, böyle dedim vs. diyerek düşüncesini ancak öyle anlatabiliyor.

BEDİÜZZAMAN’IN, İTTİHAD-I İSLAM, MEŞRUTİYET VE HÜRRİYET FİKRİ

Esasında orada meşrutiyet fikrinin, Osmanlı’nın bundan sonraki yolu olması gerektiği manasını; hürriyetin merkezde olması gerektiğini anlatıyor. Yani saltanat modelinin sürdürülebilir olmadığını ve Osmanlı’nın istikbalini temin etmeyeceği, bilakis bunun ardından yıkıntı geleceği, bu manalar içerisinde böyle bir şey ortaya koyuyor. Bediüzzaman ona atıfta bulunarak, “Namık Kemal’in rüyasıyla uyandım” diyor. Diğer taraftan da 15-16 yaşlarınayken Mardin’de, Cemalettin Afgani’nin -ki siyasi noktadaki Afgani’nin arızalı tarafları vardır, şudur budur diyerek eleştirilir ama önemli bir figürdür- İttihad-ı İslam diye bir düşüncesi, bir derdi var. Onunla ilgili kendi projeleri var. Artı tarafları vardır, eksi tarafları vardır. Ama neticede o tanışma ile Bediüzzaman’ın, siyasi noktada İttihad-ı İslam, meşrutiyet ve hürriyet fikri daha on beş on altı yaşında dünyasına yerleşiyor. İstanbul’a gelirken de böyle bir düşüncesi var. Diğer taraftan meşrutiyet zaten Abdülhamit’in kabul ettiği bir şey. 1876’da abisinin yerine tahta geçerken, -ki abisi o an bir rahatsızlık geçiriyor ve sonradan abisi iyileşiyor aslında, oralara girmeyeceğim. Altı ay bir sene sonra iyileşiyor ama olan olmuş- Kanuni Esasi ve meşrutiyet ile geçiliyor. Fakat 1878’in başında Kanun-i Esasi askıya alınıyor. Ve meşrutiyet daha bebek iken kesintiye uğruyor.

ABDÜLHAMİD VE BEDİÜZZAMAN’IN HEMFİKİR OLDUĞU NOKTA

Bugünkü deyimle ifade edecek olursak demokrasi kesintiye uğruyor. İkinci Meşrutiyet’te ise 1907’den başlayarak yeniden demokrasiye dönüş mücadelesi veriliyor.

Aynen, yani dolayısıyla olmayan bir şeyi de istiyor değil Bediüzzaman ya da diğerleri. Zaten sen bunun altına imza attın ve bunun sözünü verdin. Ama Osmanlı Rus savaşı, bunların sonuçları vs. 1878’de ilga edildi ve o süreçte otuz senelik bir kayıp oldu. Bu defa istibdat dönemi başlıyor ve giderek sertleşiyor. Çünkü daha önceden gelen bir entelektüeller kuşağı var. Onlar genel olarak zaten Avrupa ve dünyada gidişatı görüyorlar ve saltanat rejimi giderek genç kuşaklar tarafından daha az kabul edilebilir noktaya, daha doğrusu kabul edilemez bir noktaya doğru gidiyor. Ama buna karşılık netice olarak, bir de o yapıyı muhafaza etmek için giderek sertleşildiğini görüyoruz. Jurnalcilikler var. Güya devletin bekasını sağlamak maksadıyla hafiyelik sistemi oluşturulmuş. Bunun getirdiği bir takım sorunlar var zaten.

Bir kere yanlış istihbarat var. Yanlış istihbarat yanlış kararları da getirir. İkincisi; arada zarar gören masumlar var diğer taraftan yine bu çerçevede basına ve fikir hayatına uygulanan bir baskı söz konusu. Abdülhamit bunu yaparken; diğer taraftan kendisi dindar bir padişah ve de hem devletin bekası hem de Alem-i İslam’ın istikbalini, Osmanlı’nın İstikbali ile irtibatlı olduğunu gören biri. Bediüzzaman da bu noktada kendisiyle hemfikir zaten. Bediüzzaman da Alem-i İslam’ın istikbali ile bu toprakların istikbalinin birbirine baktığının farkında. Bediüzzaman, Alem-i İslam’ın üçte ikisi sömürge halinde, hepsindeki o sömürge zincirlerinin kırılmasını sağlayacak diye de bakıyor. Abdülhamit ise ne olarak bakıyor? Alem-i İslam’ın istikbali için benim bu rejimi korumam gerekir diye bakıyor. İki farklı durum var. Ama neticede ikisi de Alem-i İslam’ın ve Osmanlı’nın istikbalinin birbirine baktığının farkında.

Dindar bir padişah bu çerçevede, bunun farkındalığının içerisinde zaten. Bu mana dahilinde İttihad-ı İslam’ı bir politika olarak taşıdığını ve temsil ettiğini görüyoruz. Bunu uygulamalarını da görüyoruz. Ta Japonya’dan Güney Afrika’ya kadar gönderdiği isimler üzerinden, mesela Hindistan alt kıtası ile Osmanlı arasında oradaki Müslümanlarla kurulan bağlardan, ilişkilerden bunu anlıyoruz vs… Fakat bir taraftan Abdülhamit’in saltanat yönetiminin ikamesi ve takviyesi için dinin araçsallaştırıldığı şeklinde bir manzara da oluşuyor. “Bu saltanat rejiminin aşılması lazım, meşrutiyet lazım, halkın kendi yöneticilerini seçebildiği meşruti bir sisteme geçilmesi lazım. Avrupa’da olduğu gibi hürriyet lazım, olması gereken budur” diyen bir kuşak, bunun önünde dindar bir padişahın elinde dinin –Üstad bunu daha sonra söyleyecektir; “din, siyaset-i İslamiye’ye dahi alet ve tabi edilemez. Din bütün siyasetlerin üstündedir” diyecek bu tecrübeler üstünden bunu söyleyecektir.

“ŞERİATIN İSTİBDADA MÜSAİT” ZANNINI UYDURAN BİR TABLODA

Siyaset-i İslamiye için ve İslamiyet’in araçsallaştırıldığı bir tablo neyi getiriyor? Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “şeriat istibdada müsait zannıyla, bu defa istibdada eleştiri getiren kuşakların, din buna müsaade ediyor zannıyla, böyle bir kurguyla, kendilerine göre bir çıkarımla oklarını ve eleştirilerini dine yöneltmelerine yol açıyor.” Zaten bunların sonuçlarını görüyoruz. İttihatçılar şöyle söylerler, böyle söylerler duyuyoruz işte. Sonra Kemalistler. İttihatçılar hangi dönemin gençleriydi? Kemalistler hangi dönemin çocuklarıydı? “Şeriatın istibdada müsait zannını” uyduran bir tabloda bu defa iki kuşak, dönemin gençleri ve çocuklarını önemli bir kısmı, daha kalburüstü kısmı diyelim, dini bağları zayıf, dini bir problem alanı olarak görür hale geliyor. Bediüzzaman böyle bir problemin de farkında. İşte meşrutiyetle bu problem de aşılacak. İslamiyet’in esasları dahilinde savunulması mümkün olmayan bir saltanat sistemini meşrulaştırmak için araç olarak kullanılıp, bir defa hürriyet isteyen, meşrutiyet isteyen, ki bu saltanatla kıyasladığımızda meşruti sistem Hulefa’i Raşidin mirasına daha uygun olan bir yönetim tarzı içeriyor ve bu problem de ortan kalkacak. Din araçsallaşmaktan çıkacak. Siyaset için, velev ki Siyaset-i İslamiye olsun, ve de bir kuşak siyasi noktadaki muhalefetini dine muhalefete dönüştürmeyecek. O kuşağı din adına kaybetmeyiz.

AKLA HAYALE SIĞMAYACAK, ALÇAKÇA BİR İFTİRA ATIYORLAR

Burada Bediüzzaman’ın son derece doğru bir tahlilde bulunduğunu görüyoruz. Bediüzzaman gelmiş, Medresetüzzehra ile ilgili görüşmek istemiş, ulaşamamış, buna karşılık gördüğü muamele var. Öbür taraftan dinin siyaset için araçsallaştığı o yapıda, şeriat istibdada müsait zannıyla İslam’a gelen zararı görmüşlüğü var. Bu çerçevede eleştirilerini Abdülhamit’in siyaseti ve içtimai noktalardaki, mektep sistemi vs. belli uygulamalar için eleştiriyor. Eleştirisini de ifade ediyor. Diyorlar ya “Bediüzzaman Abdülhamit’e kafir dedi” diye. Yani akla hayale sığmayacak, alçakça bir iftira atıyorlar. Ondan sonra buyur ispat et diyorsunuz bu iftiranızı. Cevap şu: “Said Nursi put mu?” Değil. Peki, Abdülhamit put mu? Yani Said Nursi put mu, eleştirilemez filan. Hiç ağzımızdan böyle bir şey çıktı mı? Çıkması mümkün olabilir mi? Abdülhamit eleştirilemez mi?

Şöyle diyelim. Velev ki, Bediüzzaman eleştirisinde haksız. “Haksız dahi olsa eleştiri caizdir” dersin. Yanlış görüyorsun dersin ikna edersin. İkna olursa olur. Olmazsa onun kabahati olur. Kaldı ki hep bir şey söylüyoruz. Bediüzzaman’ın eleştirileri doğru ve Bediüzzaman’ın orada getirdiği eleştiriler o günden ehli siyasetin farkında olabildiği ve uygulayabildiği, adım atabildiği bir muhtevaya kavuşsaydı belki son yüz senesinde bu ülkenin yaşadığı sıkıntılar yaşanmayabilirdi. Türk-Kürt gelimi üzerinden hâlâ canlar gidiyor. Diğer taraftan dindar seküler fay hattı bu ülkenin en önemli sorunlarından. Yüzde elli yüzde elli neredeyse bu ülkeyi ortadan ikiye bölüp birilerinin dışarıdan bu ülke üzerine oynamasına yol açabiliyor. Belki bu problemlerin daha kolay halli ve en azından bu kadar büyük olmaması noktasında bir imkan oluşturabilirdi. Haksız da değil eleştiride. Gördüğünde ve çözümlemesinde doğru çözüm önerisi de son derece makul ve mantıklı. Hem Medresetüzzehra açısından bu böyle.

ULUM-U DİNİYE VE FÜNUN-U MEDENİYENİN BERABERCE TAHSİLİNDEN DAHA MAKUL VE MANTIKLI NE OLABİLİR?

Bunun ontolojik arka planının Muhakemat’ta görüyoruz. Kur’an Allah’ın kelamı, dünya Allah’ın mülkü dolayısıyla kâinatta cari tekvini şeriatla, Kur’an’la bildirilen tekvini şeriatın uyumu elbette beklenebilecek bir şeydir. Dolayısıyla ulum-u diniye ve fünun-u medeniyenin beraberce tahsilinden daha makul ve mantıklı ne olabilir? Ontolojik açıdan da itikadi düzlemde son derece sağlam bir zemine dayanıyor. Aynı şekilde meşrutiyetle ilgili analizlerinde zaten “edille-i şeriye ile ispat ettim” diyor. Hulefa-i Raşidin dönemi ortada. Saltanat İslam’ın öngördüğü, istediği bir şey değil ki. Emeviler ile birlikte başlayan bir şeydir. Hilafetin alternatifi olarak oluşturulmuş bir şey. Hulefa-i Raşidin’in ardından ne oluyor? Bu defa hanedan sistemi, saltanat sistemi geliyor. Ümmetin hür iradesi perdelenmiş oluyor ki bu noktada, bunu aşma noktasında hem Emevilerde hem Abbasilerde iki örnek var. Emevilerde Ömer bin Abdülaziz, Abbasilerde Mehdi. Bu isimler hanedan sistemi ile geldikleri halde yöneticilikleri için ümmetin özgür iradesine başvurarak meşru halifeler, makbul kişiler olmuşlardır. Bediüzzaman o konu hakkında meşrutiyet ile ilgili konuşurken Abdülhamit’e bunu da söylediğini göreceğiz. Ne diyor? Ömer-i Baki’ni, Ömer-i Sani’nin yolunda geçir diyor. Ömer-i Sani yani Ömer Bin Abdülaziz.

BEDİÜZZAMAN, ABDÜLHAMİD’E “SEN DE BÖYLE YAPABİLİRSİN” DİYOR

Ne yaptı Ömer-i Sani?

Saltanat sistemi içesinden geliyordu. Ama Hulefa-i Raşidin, bir hanedanın mensubu olmak, yönetici olmak için yeterlidir anlayışı yok. Hulefa-i Raşidin; “Peygamberin halifesi Hz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan bunlardan böyle görmedik. Onlar nasıl biatle, ümmetin hür iradesiyle seçildilerse, ben de hür irademle kabul ediyorlarsa yönetici olurum” dedi. Bediüzzaman meşrutiyetin kabulünü, işte bu denetim sistemini ve hür irade ile seçim sisteminin kanallarının açılıyor olduğunu ifade ediyor. “Emevi saltanatını, Ömer Bin Abdülaziz bu şekilde kendi döneminde hilafete dönüştürebildiyse; aynı şekilde senin önünde saltanattan hilafet çıkaran bir Ömer-i Sani örneği var. Aynısını sende yapabilirsin” diyor. Burada da İslam tarihi içerisindeki net yerini göstererek ortaya koyduğu bir şey var. O açıdan da temelleri son derce yerinde ve sağlam bir şey söylüyor.

Ama buna karşılık getirilen nedir? Mitleştirilmiş bir Abdülhamit tarifi, her derde deva bir Abdülhamit, her meseleyi görmüş, her meseleyi çözmüş bir Abdülhamit, yüz sene sonra bir şey olur onu da Abdülhamit düşünmüştü. Mektep-medrese çift tarzlı eğitimin yol açtığı problemi görememişti. Ama böyle bir şeY var. Onu da çözdü, bunu da çözdü. Çözmediği, görmediği şey, mesele yoktu tarzında böyle mitleştirilmiş, efsaneleştirilmiş, kutsallaştırılmış bir Abdülhamit sistemi oluşturulunca, böyle bir mit haline gelince Abdülhamit; bu defa ne oluyor? Abdülhamit’ e yönelik haklı bir eleştiri ve haklı bir uyarı dahi neredeyse o uyarıyı yapanın imanına, itikadına saldırı bile caiz diye bir sonuç üretebiliyor. Bunu da birileri yapageliyorlar. Buradan da Bediüzzaman da böyle bir saldırıya maruz kalıyor.

“EY BAŞTAKİ YÖNETİCİ NUR TALEBELERİNİ MAHVET, EZ” DİYEN BİR KASABA KURNAZLIĞI VAR

Tabi bunun kasaba kurnazlığı diyebileceğimiz bir tarafı da var. Belki onun üzerinde de durmak gerekiyor. Şimdi böyle bir efsane Abdülhamit üretiyorsunuz. Dolayısıyla Abdülhamit kusursuz, hata yapmaz, ne gördüyse doğrudur ve ne görmediyse; görmemesi doğrudur şeklinde bir Abdülhamit modeli oluşturduğunuzda, o zaman Abdülhamit’e yönelik herhangi bir eleştiri ve eleştirinin sahibi kabul edilemez hale geliyor. Gayrı makbul, kötü haline geliyor. Tabi bu O dönemle ilgili bir değerlendirme düzeyinde kalmıyor. Oradan geliyoruz buraya, bugün yine dindar bir yönetici var bu ülkede. “Tıpkı Abdülhamit gibi” diyerek, Abdülhamit’in yerine konuluyor. Peki ne oluyor? Bediüzzaman’ın Abdülhamit’e eleştirisini nazara vererek “bakın bunlar Nur talebeleri kötüdür. Ey baştaki yönetici bunlar kötüdür, bunları mahvet, bunları ez geç” diyen bir kasaba kurnazlığı var.

AYRI AYRI AÇILARDAN BAKIYOR OLMAMIZ; BİZİM İÇİN KAZANÇTIR

Bediüzzaman’a öğretilen en önemli şeylerden biri İhtilaf-ı Ahlak. İhtilaf-ı ahlak neyi açıklıyor, Müslümanlar olarak ayrı ayrı açılardan bakıyor olmamız. Ki bunu 24. Söz’de ontolojik bir temelde Esma-i Hüsna temelinde, harikulade bir şekilde açıklıyor. Ayrı ayrı açılardan bakıyor olmamız; bizim için kazançtır. Zaten istişare niye farz? Akıllar bir araya geliyor ve ortak akıl bu şekilde oluşuyor. Aynı bakan, aynı düşünen insanların istişaresi olmaz ki zaten. Bir kişi olarak söylediğiyle, bin kişi olarak bir araya gelip söylediği aynı olacak. Ayrı ayrı akıllar bir araya gelince ortak akıl ve hadiste de var zaten; istişare hata etmedi. En uygun olana ulaşma imkanı en geniş oluyor. İkincisi; herkesin aklının ve iradesinin katılımını düşün. Bunun birbirlerine sahip çıkma noktasında getirdikleri hamiyeti ve tahrik noktasında getirdiklerini düşün. Ki Bediüzzaman Münazarat’ta bunu açıklar zaten. Meşrutiyette bu boyut da var. “Neme lazım, bana ne, baştakiler düşünsün” mantığıyla değil; ben de bir parçayım, denetlemeliyim, düşüncemi söylemeliyim. Düşüncemizi ilettik, güzel bir şey oldu, sahip çıkmalıyız diye herkesin gayreti galeyana geliyor. Bunun getireceği muazzam bir hayır var ayrıca.

RECEP TAYYİP ERDOĞAN İNSANLARIN HÜR İRADESİYLE SEÇİLDİ

Fakat ne yapılıyor? Abdülhamit ile Recep Tayyip Erdoğan özdeşleştiriliyor. Ki Abdülhamit sultandı, Recep Tayyip Erdoğan bu ülkedeki insanların hür iradesiyle seçildi. Bu anlamda bakarsak, Hulefa-i Raşidin‘in meşruiyet düzeyiyle karşılaştırdığımızda Abdülhamit, Recep Tayyip Erdoğan’ın gerisinde kalır. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan, Hulefa-i Raşidin gibi milletin hür iradesiyle seçildi. Abdülhamit ise bir babanın oğlu olduğu için, bir hanedan olduğu için orada. Burada bir özdeşleştirme var ve bu gene anakronik. Burada hata yapılıyor. Recep Tayyip Erdoğan ile Abdülhamit özdeşleştiriliyorsa Recep Tayyip Erdoğan tam da Bediüzzaman’ın istediği şey. Yani meşrutiyet, hür irade, Hulefa-i Raşidin gibi olması lazım. “Bak Ömer-i Sani ne yaptı ey padişah. Sen de böyle yap.” Zaten dediği şeyin bir tezahürü.

ABDÜLHAMİT’İN ARKASINA SAKLANIP BİR MÜSLÜMANI BİR BAŞKA MÜSLÜMANA KARŞI KIŞKIRTANLAR

Mesela 15 Temmuz burada bize çok parlak bir ayna oldu. 15 Temmuz’da meclis kapatılmak istendi. Millet iradesiyle seçilenler bertaraf edilmek istendi. Recep Tayyip Erdoğan’ın mücadelesi, milleti de yanına alarak, meclisin açık kalması, anayasanın yürürlükte kalması, demokrasinin işler halde olmasıydı. Bediüzzaman’ın da o mücadeleyi verenlerin de 1908’de meşrutiyet talep ederken de tam olarak buydu. Kime karşı? Abdülhamit’e karşı.

Abdülhamit’in dediği devam etseydi, ki kendisi sonra kabul ediyor ama meşrutiyette yine hanedan sistemi devam ediyor. Bir yumuşak geçiş diyelim. Ki bu anlaşılabilir bir şey. Esas olarak yönetim hükümetlere bağlı olduğu için Avrupa’daki monarşilere baktığımızda da bu böyledir. Geriye sembolik bir şey kalıyor. Anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir nokta olarak düşünelim. Diyelim ki saltanat sistemi devam etseydi; Recep Tayyip Erdoğan gibi bir cumhurbaşkanı olacak mıydı bu ülkede?

Kaldı ki Rize’nin bir köyünden, İstanbul’un bir semtinden böyle biri çıkamayacaktı.

Ne olacaktı? Büyük büyük dedesi Abdülhamit olan, babası filan, dedesi filan olan bir Osmanlı padişahı başımızda olacaktı. Bu bakımdan da o kadar saçma ve çelişkili bir şey ki bu. Ama kendilerince bir kurnazlık. Sen Abdülhamit gibisin diye böyle bir şey. Dolayısıyla Abdülhamit övgüsü üzerinden Abdülhamit’le Recep Tayyip Erdoğan’ı özdeşleştirerek, kendileri onun yanında konuşlanıp, arkasında konuşlanıp, ondan sonra şu veya bu hesabı olan kişiler, Müslümanlara karşı, kişi veya grup olarak onu öne sürmek; iktidarı kışkırtmak. Böyle basit, aptalca, çelişkili ve ahmakça ve de alçakça diyeyim. Böyle kasıtlı bir şey. Kasaba kurnazlığı diğer taraftan.

Abdülhamit’in jurnalcileri pozisyonundalar aslında. Dolaysıyla o sadece 1908’le alakalı bir şey değil. Yani kendilerinin bir duruşları var. Bu duruş içerisinde hoşlanmadıkları Müslüman şahsiyetler var. Âlimler var, cemaatler var. O hesaba katılmıyorsan düşünceni söylersin. Yanlış görüyorsan şöyle yanlış diye bunu söylersin. Ama dün söyledik ya Mutezile mantığı orada da aynı şekilde vardı. Ahmet Bin Hanbeli’nin görüşünü beğenmiyorsan buyur ifade et. Bu müzakere çerçevesinde, süreç içerisinde kim ne söylemiş, kim isabet etmiş bu gözükür. Belki ortak bir noktada buluşacaksınız. Yani ikinizin de başladığı yer olmayacak. Belki birisinin dediği yere gelecek. Ama bu bir hür müzakere zemini içerisinde oluşacak bir şeydir. Ama ne oldu? Memun Mütesim’in iktidarının arkasına yaslanarak orada ehlisünnet duruşunun mümessili isimleri bertaraf etmişti.

Burada da bazı kişilerin ve bazı zümrelerin başka bazı Müslüman şahsiyetler veya gruplar ile şu veya bu meselesi olan, intikam peşinde olan, garaz peşinde olan ve yanlış bir şekilde onları batıl diye görme gibi bir saplantıya girmiş olan bazı kişi ve zümrelerin esasen kendilerinin bugününe ait bir hesaplarını görmeleri için de kullanılmak isteniyor. Burada da Abdülhamit aslında bugüne dair güdülen bir hesabın aracı esasen. Araçsallaştırılan bir Abdülhamit’tir diğer taraftan. Abdülhamit’in arkasına saklanıp bir Müslümanı bir başka Müslümana karşı kışkırtan, Abdülhamit sevgisinden de bana bahsetmesin!

KEMALİZM’İN SEKÜLER MİLLİYETÇİLİĞİNE KARŞI BAZILARI DİNSEL MİLLİYETÇİLİK ÜRETTİ

Tam burada bir şey ekleyelim Abdülhamit’in araçsallaştırılmasıyla ilgili. Yine bugünden bakarak anakronik bir okumayla mesela o zaman ki muhalif kimliklere bakıp işte içinde gayri müslim cemaatler var, İslamcılar var, Ermeni’si var, Rum’u var, masonu var hatta seküler pozitivist ittihatçılar var, Bediüzzaman gibi Müslüman alimler vs. O kimlikler üzerinden işte bakın zaten Bediüzzaman’ın düşmanları işte şu, şu, kimliklerde bugünkü şartlarda zaten hani kötü bir şekilde imgeledikleri kimlikler üzerinden bir okuma yapıyorlar. Hâlbuki o sayılan kimlikler o zaman Osmanlı devletinin bir parçası. O millet sisteminin içinde yer alan meşru unsurlar, bugün yoklar maalesef

Keşke olsalardı.

Evet, düşmanlaştırdık, şunu yaptık bunu yaptık vs.

Kimi tehcire maruz kaldı, etnik temizleme bir taraf yapınca kötü iki tarafı yapınca caiz olmuyor. Yunanistan ve Türkiye’nin aslında ayıbıdır mübadele. Beş yüz senedir Yunanistan topraklarında olan Batı Trakya dışındaki Müslümanlar buraya sürüldüler. Bin senedir bu topraklarda olan Rumlar, İstanbul’dakiler hariç oraya sürüldü. Keşke Osmanlı olduğu gibi olsaydı. Rumuyla, Ermenisiyle, şusuyla, busuyla. Bu memleket için daha hayırlı bir şey olacaktı.

Osmanlının makbul ve meşru parçaları. İşin bu kısmı zaten ayrıca önemli. Şöyle bir şey atlanıyor. Türkiye’de milliyetçilik ile ilgili sadece Türk milliyetçiliği-Kürt milliyetçiliği gerilimi şeklinde algılanıyor. Bizim bir ikinci imtihanımız daha var. Kemalizm’in ürettiği seküler milliyetçiliğe karşı bazılarının dindarlık görüntüsü altında esasen dinsel milliyetçilik ürettiklerini görüyoruz. Dinsel milliyetçilikle dindarlık bir değil. Bu söylem dinin ölçüleri içerisinde kabul edilebilir bir söylem mi? Hayır.

SEKÜLER MİLLİYETÇİLİK KADAR MÜCADELE ETMEMİZ GEREKEN BİR TEHLİKEDİR DİNSEL MİLLİYETÇİLİK

Efendimiz aleyhisselatü vesselamın hadisi var. Müslüman toprakları içerisinde yaşamış ve o topraklardaki Müslüman hakimiyetini kabul eden bir Hristiyan mesela Rum veya Ermeni İslam’daki statüsü nedir? Zimmidir. Zimmi nedir? Onun hayatı, hukuku Müslümanların zimmeti altındadır. Müslüman onun hukukunu korumakla mükelleftir. Ki Efendimiz aleyhisselatü vesselam “zimmiye eziyet eden benim düşmanımdır” buyuruyor. Bir de bu açıdan ürettikleri o dil kabul edilmez. Ama dindarlık görüntüsü altında bir dinsel milliyetçilik üretiliyor. Ve onun üzerinden işleniyor.

Seküler milliyetçilik kadar bizim dikkat etmemiz ve mücadele etmemiz gereken bir tehlikedir dinsel milliyetçilik. Çünkü o seküler milliyetçilikte faşizan kodlar üzerinden ilerliyor. Bu dinsel milliyetçilik de faşizan kodlar üzerinden ilerliyor. Mesela Rumdur, Ermenidir, şudur budur bunu kim olursa olsun hangi pozisyonda olursa olsun zaten otomatikman neseben düşman ilan etmek noktasında bir Kemalist ile bu dinsel milliyetçiler son derece beraber, ittifak halinde hemen uzlaşabiliyorlar. Aynı noktada hizalanabiliyorlar. Belli kişileri mitleştirip, kutsallaştırıp başka belli kişileri veya grupları ötekileştirmek ve bu kodlar üzerinden damgalamak. Bu her zaman kolaycılıktır ama faşizm hep böyle ilerler.

Abdülhamit’in arkasına saklanarak güya birtakım çözüm önerileri üretmeye çalışanlar ayrıca din soslu bir faşizan kod üretiyor olduklarını da net bir şekilde ifade etmek durumundayım.

ZAFER SARHOŞU OLMA, ZAFERİ NEFSİNE VEYA KENDİNİZE YAZMA, YAZDIRMA

Kur’an’da Tevbe suresi 122. ayeti var. Tevbe suresi ki en son inen surelerden. Ve en celalli surelerden biri. Müslümanları ehli küfürle savaşa çağırır ama kayıt vardır, anlaşma halinde olduklarınız ve anlaşmaya riayet edenler müstesna. Bu tekrar tekrar. Bu kayıt da düşülür. Öyle kafirliği herkese yapmak yok. Hukukunuz var, anlaşmanız var ve bu anlaşmaya riayet ediyorsa senin ona dokunma, saldırma hakkın yok. Fakat cihat, savaş emri içeren celalli bir sure. Ama “hepiniz birden cihada gitmeyin” diyor. “Bir kısmınız geride kalsın dinde tefakkuh etsin.” Dini derinlemesine öğrensin derinlemesine bir kavrayış edinsin. Dinle ilgili. Niye? “Ola ki uyarılmanız gerekir” diyor.

Cihat alanı, dışa dönük hizmeti alanıdır İslami açıdan bakarsak. Belki ben bunun içine siyaseti ve ticareti de dahil edebiliriz diye düşünüyorum. Neticede dışa dönük. Bunun enfeksiyon riskleri var. Nedir? Savaştın ve galip geldin. Gurura kapılma ihtimali var. Zaten Nasr suresi ne diyor. İnsanlar fevç fevç Allah’ın dinine gelirken peygambere söylediği fesebbih bi hamdi rabbike vestağfirh. “Bir kere bu Rabbindendir. Bunu bil Rabbini teşbih et. Ve de eğer nefis kendine bir pay düşmüşse veya düşme riskine karşı da istiğfar et. Zafer sarhoşu olma. Zaferi nefsine veya kendinize yazma, yazdırma. Allah’ın bir ihsanı ve ikramı bil.”

Dış cephede mücahede ettin ve savaştın galip geldin bir gurura kapılma, kibre kapılma ihtimali var. Veya hazır yapmışken güç bizde şunu da yaparım bunu da yaparım deyip Kur’an’ın adalet emrini çiğneme ihtimali var. Veya ne bileyim Müslüman olarak belli bir hayat standardında yaşıyorsun. Gittiğin, savaştığın insanlar ise dünyaya yatırımlarını yapmışlar. Sen sakın, mütevazi evlerde otururken onlar böyle büyük saraylarda ki Bizans ve Sasani ile temasında Müslümanlar bu imtihanı yaşamışlar. Dolayısıyla bu anlamda “niye aynısı bizde olmasın, bizim ne eksiğimiz var” diye nazarların dünyaya çevrilmesi riski var. Veya o dış temas içerisinde belli iletişimlerin olacak. Fikri anlamda, itikadi anlamda bu noktada virüs kapma ihtimalin var. Dolayısıyla o enfeksiyona açık bir alandır, cihat hizmetiyle ilgili alanlar. Buna karşı ne diyor Rabbimiz? “Hepiniz gitmeyin bir kısmınız Müslüman beldede kalsın.” Ve neye odaklasın? “Dinde tefakkuh etmek, derinlemesine Rabbinin kelamı ve peygamberin sünnetindeki mesajı anlamak” buna odaklansın. Döndüğünüzde “Ola ki uyarılmanız gerekir.”

HZ. ÖMER İÇİN BU SÖYLENEBİLİYOR ABDÜLHAMİT İÇİN NEDEN SÖYLENMESİN?

Cihadı kim yapar? Komutanlar yapar. Devlet adamları yapar. Bunun içine siyaseti vs. dahil edersek daha düşünelim. Dolayısıyla bu ayet ne içeriyor? Bazımız dışa dönük hizmetler içerisinde fakat bu riskler taşıyan bir şey. Uyarılmayı gerektiren boyutları olabilir. Daha içerde ilim noktasında, dinin özünü kavrama noktasında odaklananlar var, dinde tefakkuh edenler. Onlar bu dışa dönük hizmeti yapanlara ola ki bir uyarı gerektiren bir durum varsa onlar bunları uyaracak. Rabbimizin Tevbe suresi 122. ayetinde Müslümanlara söylediği bir şey. Bu ikisi ne kadar beraberce ve birbiriyle sağlıklı bir iletişim halinde sürdürülebilmişse zaten Müslüman toplumundan hayır görmüş. Bu ne kadar zayıflamış ve kopmuşsa bundan da hep zarar görmüşüz.

Dışa dönük alan, uyarılmayı gerektirebilecek bir alan. Bundan sonra bir alim, dinde tefakkuh eden bir alim “bak bu noktada şöyle, şöyle problemler var” diyecek buna karşılık “sen kimsin? Sen nasıl bana laf söyleyebilirsin?” filan diye bir muamele görecek. Peki, böyle bir zihinsel, kültürel, sosyal fikri ortamda ola ki uyarılmanız gerekir hükmü, ayeti nasıl uygulanacak? Bu kafa yapısı Tevbe suresinin 122. ayetini Müslümanların hayatından silen, devre dışı bırakan bir arızalı bir yaklaşımdır.

Hatırlayalım, Hz. Ömer Müslümanların en önde geleni, hulefa-i Raşidinin ikincisi, Aşere-i Mübeşşerenin de ikincisi. Ve kaç defa Cenab-ı Hak tarafından fikri teyit edilmiş peygamber zamanında. “Şöyle yapsak Ya Resulullah” demiş ve gelen ayet teyit etmiş bu noktada ilahi teyide de mazhariyeti var defaatle. O Hz. Ömer halifeliğinde ne diyor? Bütün Müslümanlar efsanevi bir şekilde anlatırız da uygulamayız. Çıkıp o Ömer diyor ki “Ey müminler ola ki ben bir yanlış yaparsam siz ne yaparsınız?” Cevabı biliyoruz. “Ey Ömer yanlış yaparsan uyarırız. Yok dinlemezsen kılıcımızla seni doğrulturuz” diyor. Ve bunun üzerine Hz. Ömer Allah’a şükrediyor. Böyle bir Müslüman toplulukla beraber olduğu için. Çünkü baştaki kişi olarak bir yanlış yapmakla herkesin, herkesi yanlışa sürükleyip herkesin günahını sırtında taşımak var. Hesap günü böyle çıkmak var.

Şimdi Hz. Ömer için bu söylenebiliyor. Abdülhamit’in Hz. Ömer’den farkı ne? Hz. Ömer mi daha üstün? Abdülhamit mi daha üstün? Ömer eleştirilebilir daha doğrusu Ömer diyor “yaparsam ne olur? Yaparsan böyle olur” diye söylüyor. Zaten bunu istiyor. “Ben dedim” diye hemen kabul mü var yoksa “benim dediğimi Kur’an, sünnet mizanıyla tartmak mı var, nedir müminlerdeki şey? Yok, ben dedim diye kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz kabul yok. Kur’an ve sünnet mizanıyla tartarak dediğimi alacaklar ve uygulayacaklar. Bunu görüyor ve şükrediyor. Ömer için bu ama Abdülhamit için böyle bir şey yok. O ne dediyse doğru olacak ve ona eleştiri caiz olmayacak. Eleştirilmişse bir kişi onu yaftalayacaksınız, onu neredeyse hain, mürtet vs. şu bu konumuna indirgeyeceksiniz. Dahası o kişiyi beğenen, o kişiyi seven, onun çizgisini takip eden herkesi de aynı şeye sokacaksınız.

RABBİM BU MEMLEKETTE VE ALEMİ İSLAM’IN HERHANGİ BİR YERİNDE BU KAFAYI MUVAFFAK ETMESİN!

Bu kafayı Allah bertaraf etsin. Bu kafayı hiçbir zaman Rabbim bu memlekette ve alemi İslam’ın herhangi bir yerinde Allah muvaffak etmesin. Çünkü bu kafanın getireceği nokta hulefa-i Raşidin, selefi salihin mirası değil. Bu kafa Kemalistlerin bir benzerini bu memlekete bu defa üstelik bir de din adına yapmaya kalkar. Allah muvaffak etmesin. Muhafaza buyursun bu kafanın, bu anlayışın şerrinden Müslümanları. Dolayısıyla burada tablo açık.

BEDİÜZZAMAN’I ABDÜLHAMİT’LE İLGİLİ DURUŞU CİHETİNDEN ELEŞTİRENLER AHLAKSIZDIR

Geçenlerde bu anlamda Bediüzzaman’a sataşan birini gördük. Bir kere okuduğunu anlamak, başlı başına önemlidir. İki bir metni okurken cımbızla bir tarafı çekip, bir kelimeyi görüp öbür kelimeyi görmüyorsanız bu yorum hatası değildir. Ben bunu hep söylerim genel olarak söyleyeyim. Şimdi yorumda hata bir muhakeme problemidir. Veriyi topladık metni gördük veya başka şeyler. Verileri topladık ama değerlendirmede hata ettik. Bu nedir? Veriler sağlam, orada sorun yok. Ama hepsini görmüşüz, okumamız gereken her şeyi okumuşuz. Ama yanlış anlamışız, yanlış değerlendirmişiz, yorumlamışız. Bu bir yorum hatası bu bir muhakeme hatasıdır. Ama burada A kelimesi var almışım onu istediğim gibi eğip büküyorum. Altında B kelimesi var. A kelimesinin hangi bağlamda, hangi kayıtlar altında söylediğini izah ediyor. Fakat B kelimesiyle birlikte söylediğimde o A kelimesini söyleyen kişiyi yaftalamayacağım. Onun hakkında bir böyle olumsuz bir zan, yargı üretmeyeceğim. A’yı alıyorum B’yi almıyorum.

Bu bir yorum hatası, bu bir muhakeme hatası değil. Bu bir ahlaki problemdir. Yorumda hata zihniyet problemidir. Bilgiyi çarpıtmak ahlak problemidir. Bu anlamda Bediüzzaman’a Abdülhamit’le ilgili duruşu cihetinden eleştirenler ahlaksızdır. Bu muhakemeyle ilgili bir problem değildir. Tekrar ifade edeyim. Burada tam ahlaki bir problem var ve net bir ahlaksızlık var. Öyle ki açık ve net bilgileri çarpıtma düzeyinde bir ahlaksızlık var.

Birkaç örneğini söyleyeyim. Geçenlerde bir tarihçi bozuntusu diyeceğim tekrar. Bediüzzaman, Abdülhamit’e kafir demiş. Böyle bir saçma sapan, akla ziyan bir iddiada bulundu. Ki Bediüzzaman’ın hayatı ortada. Bediüzzaman, Müslüman camia içerisinde bütün İslam tarihi içerisinde öğrettiği en temel şeylerden bir tekrar vurgulayalım ihtilaf ahlakı içerisinde vurguladığı nedir? Geçmişe dair Muhiddin-i Arabi’ye şeyh-i ekber derken bazıları da şeyh-i ekfer demeye kalkmış. Bazı sözlerini yanlış anlarken.

BU SÖZ KÜFRANİ BİR SÖZ DİYEBİLİRSİN SÖZÜN SAHİBİNE KAFİR DİYEMEZSİN

Hatta kendi yaşadığı dönemde Musa Bekuf ile Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi arasında böyle bir tartışma doğmuş filan. Bununla ilgili soruyorlar. Ne diyor Bediüzzaman? Bazen kelam küfür gözükür sahibi kafir olmaz diyor. Ki Sünuhat’ta bu manada zaten açıklaması var. Tekfire cüret edenler düşünsünler diye. Ehli kıble, ehli secde tekfir edilmez diye ehlisünnetin ana çizgisi var. Diğer taraftan tevil varsa tekfir yoktur gene ehlisünnetin ana ilkesidir. Tekfirciliğe karşı sürekli bir hassasiyet oluşur. Tekfircilik işte haricilerin ve onun uzantılarının bugün hala alem-i İslam’a neler yaşattıklarını görüyoruz. Nasıl zarar verdiklerini görüyoruz Daiş, El-Kaide bilmem nesi ile. Veya farklı tezahürleri ile. Ehlisünnet tekfir konusunda hep bu hassasiyet üzere olmuş.

Bir kişi namaz kılıyor. Namaz kılması onun imanına mı işaret eder? Evet. Ama bir söz var bu söz küfür gözüküyor. Ne diyor Bediüzzaman? Fakat onun küfür kastıyla söylediğini nerden biliyorsun? O açıkça küfür kastıyla söylediğini beyan etmedikçe kalbini açıp yarabilir durumda olmadığına göre. Ki Üsame Bin Zeyd hadisesini hatırlayalım. Efendimiz aleyhisselatü vesselamın ona uyarısını hatırlayalım. “Yardın mı kalbini? Yardın ve gördün mü onu o maksatla söylediğine dair.” Değil mi?

Dolayısıyla ne diyebilirsin? Bu söz küfrani bir söz diyebilirsin. Küfür maksadıyla söylendiği açıkça ifade edilmedikçe o sözün sahibine kafir diyemezsin. Söze küfür diyebilirsin sahibine kafir diyemezsin. Fiile, küfri bir fiil diyebilirsin sahibine kafir diyemezsin. Bediüzzaman bu dersi defaatle defaatle veriyor.

Eleştirdik mutezileyi ama mutezilenin bazıları topluca ne yapmışlar? Dalaletle itham etmişler o kişileri. Bediüzzaman orada gene ne diyor? Zemahşeri örneği bir büyük alimdir, mutezilenin en büyük imamlarından. Ama ne diyor? Evet, baksak “kul fiilinin halıkıdır” o çizgisi ehlisünnetin tevhitle ilgili ana hassasiyetine uymuyor. Ama kul fiilinin halıkıdır haşa şirk kastıyla mı söyledi Zemahşeri? Veya mutezileler “Hayır” diyor burada tenzih fikriyle var. Emeviler ne yapmışlar? Cebriyeyi üretmişler. Kendi zulümlerini meşrulaştırmak için. Ne yapalım? Evet, Haccac öldürüyor Kabe’yi de yıkıyor ama siz de müstehaktınız. Allah’ın sopası filan. Dolayısıyla zulümlerini –haşa- Allah’ın hesabına yazma gibi bir şeye giriyorlar. Mutezile o kültürel ortamda o sosyal siyasal ortamda ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bu zülüm Emevi sultanlarının veya valilerinin kabahatidir. Haşa Allah’a yazılamaz. Bunun izahını yapma sebebiyle gelişen bir şey o. Kul fiilinin halıkıdır derken haşa şirk koşmak değil. Bilakis Allah’ı zulümlerden tenzih etmek.

BEDİÜZZAMAN’IN HAYATI VE ESERİYLE BİRAZCIK TETEBBUATI OLAN BİRİ REZİL BİR İFTİRADAN DİLİNİ SAKINIR

Bak diyor söz yanlış, çıkarım yanlış ama çıkarımı üreten niyet sahih. Dolayısıyla nedir? O bir Müslüman olarak bizim değerimizdir. O noktada onu yanlış görebiliriz ama niyeti sağlam olduğu için.

Şimdi bunu o kadar çok örneğini gösterebiliriz ki Risale-i Nur’da, Bediüzzaman’ın duruşunda. Tekfir konusunda bu kadar hassas olan bu kadar net açık uyarıları bulunan Bediüzzaman tutacak Abdülhamit’e kafir diyecek. Bir kere Bediüzzaman’ın hayatı ve eseriyle ilgili birazcık tetebbuatı olan biri böyle bir şeyden rezil bir iftiradan dilini sakınır.

Ondan sonra diyorsunuz “buyur delil getir” diye. Getirdiği delil ne? Hürriyete Hitap. Oradan alıyor bir sözü oraya şey yapıyor. Okuyalım hatta. ”Menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler ya leyteni kuntu türaba demeye başladılar.” İfadesi Abdülhamit’e kafir demekmiş. Böyle saçma sapan bir şey. Abdülhamit’e kafir dedi diyorsan kafir dediğini gösterirsin.

Şimdi bu Hürriyete Hitabın daha sonra Bediüzzaman malum Eski Said döneminde yazdıklarını 1950’li şartlarda belli kelimeleri, belli ibareleri çıkararak tahsisten geçirerek bu anlamda tekrar yayınlıyor. İstibdat dönemi itibarıyla Bediüzzaman’ın Abdülhamit’le problemi var. Çünkü istibdadı İslam’a uygun görmüyor. Ve de o istibdat için dinin araçsallaştırılmasını çok büyük bir tehlike oluşturduğunu görüyor, bu ümmet Osmanlı toplumu ve gelecek nesiller açısından. Bu noktada evet açık ve net eleştirisini uyarısını yapıyor. Meşrutiyete davet ediyor, hürriyete davet ediyor. Tereddütsüz şekilde. Çünkü hürriyet imanın bir hassasıdır diyor.

HÜRRİYETLE İMAN ZATEN OLMAZ OLARAK BİRBİRİNE EKLEMLENMİŞ

Ontolojik okuma yapıyor.

Evet, zor altındaki yeminin karşılığı var mı? Tepesine silah dayanmış, “la ilahe illellah Muhammedun Resulullah, reddettim” diyor. Bu adam kafir olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Değil. Hürriyetle iman zaten olmazsa olmaz olarak birbirine eklemlenmiş, Rabbimiz böyle buyurmuş. Hür değilsen mesul olmuyorsun. Dolayısıyla hürriyet asıldır diye bunu vurguluyor ve dolayısıyla istibdat İslam’ın malı değil. Bizans, Sasani mirası olarak girmiş Müslüman topraklarına. Biz hulefa-i Raşidin mirasına dönmeliyiz. Hürriyet ümmetin hür iradesine dayalı bir yönetim ve yöneticilerini kendi seçtiği ve de denetlediği. Mesela Abdurrahman İbn-i Avf’ın Hz. Osman’a dair uyarılarını hatırlayalım. Veya Hz. Ömer’in az önce söyledik kendisinin ne yaparsınız diye murakabe ediyorlar mı diye onu anlama çabasını görelim.

O DAKİKADAN İTİBAREN BEDİÜZZAMAN’IN ABDÜLHAMİT’LE MESELESİ BİTMİŞTİR

1908’de meşrutiyeti kabul ediyor esasen 1876 zaten göreve gelirken de o noktadaydı kabul ediyor ve meşrutiyet yeniden ilan ediliyor. Hürriyet ilan ediliyor. O dakikadan itibaren Bediüzzaman’ın Abdülhamit’le meselesi bitmiştir.

(Devamındaki bölüm: Bediüzzaman’dan Abdülhamid’e: “yaşasın halife-i peygamber”)

Devam edecek

RÖPORTAJIN ÖNCEKİ BÖLÜMLERİ

Said Nursi’nin talebesi Zübeyir Gündüzalp, F.Gülen’i defalarca uyardı

Bediüzzaman’ın bu uyarısı dindarların kulağına küpe olmalı

Said Nursi ile F.Gülen’i yan yana anmak alçaklıktır 

Merkeze yerleşmek için Nakşibendilik ve Risale-i Nur’a saldırıyorlar

Bediüzzaman, mehdilikle ilgili ne düşünüyor? 'Ben Mehdiyim' dedi mi?

Said Nursi’de dinlerarası diyalog var mı? Papaya mektup gönderdi mi?

Nur Talebeleri, Said Nursi’den hızlı ve net tepki verme dersini almalı

Said Nursi, F.Gülen’in rüyalarına nasıl tepki verirdi?

Bediüzzaman sıradan Müslümanları Kur’an’la düşünür hale getiriyor

Said Nursi gibi bana da yazdırıldı, yoksa size yazdırılmıyor mu?

Bediüzzaman’ı ebced ve cifiri kullanmaya mecbur kılan karanlık anlar

Risale-i Nur İslami geleneğin savunucusu, taşıyıcısı ve yeniden üreticisidir

Bediüzzaman’ın tarikatla ilgili sözleri yanlış yorumlanıyor

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum