Said Nursi’nin talebesi Zübeyir Gündüzalp, F.Gülen’i defalarca uyardı

Said Nursi’nin talebesi Zübeyir Gündüzalp, F.Gülen’i defalarca uyardı

Metin Karabaşoğlu’ndan, Fetullahçılık ve Nurculuk ilişkisine dair ayrıntılı açıklamalar...

Risale Haber-Haber Merkezi

Metin Karabaşoğlu, Risale-i Nur, Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuğa dair güncel sorulara cevap verdi. Röportaj serisine bugünden itibaren başlıyoruz. İnternet üzerinden yayın yapan TV 111’deki ‘Alternatif Bakış’ programında Şener Boztaş’ın sorularını canlı yayında cevaplayan Karabaşoğlu, önemli açıklamalarda bulundu. Saatlerce süren programda konuşulan belli başlı konu başlıkları şöyle:

  • Fetullahçılık-Nurculuk ilişkisi, gerilimi, temel farkları...
  • Risale-i Nur'a muhalefetin/husumetin kısa tarihi
  • Risale-i Nur hakkında üretilen önyargılar: Mehdiyet, nüzul-i isa, hıristiyanlarla ittifak vs.
  • Nurcular Kur'an okumaz mı, Risale-i Nur Kur'an'ın önüne mi geçiyor?
  • İslâmî miras ile risale-i nur ilişkisi
  • Abdülhamid-Bediüzzaman ilişkisi
  • Cifir-ebcedle yapılan istihraçlar
  • 'Yazdırıldı,' 'ihtar edildi,' 'izin verilmedi' üzerinden üretilen önyargılar...
  • Siyasal islam, demokratlık, ittihad ve terakki, ittihad-ı muhammedî üzerinden üretilenler...
  • İngiliz siyaseti, amerikan siyaseti vs. Bediüzzaman’ın antiemperyalist tutumu.
  • Bazıları niye saldırıyor? eleştirilere cevap nasıl olmalı? eleştiri ile saldırı nasıl ayırt edilir? vs...
  • Risale-i Nur nasıl bir toplumsallık öngörüyor?

Röportaj serisinin birinci bölümü:

HEM MADDİ CİHAT HEM MANEVİ CİHAT

Bu konulara geçmeden önce Türkiye’nin Cerablus’ta başlayan bir operasyonu var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, bir savaş durumu. Şimdi biz yine Bediüzzaman üzerinden okumaya gayret edelim. I. Dünya Harbi malum ülkemiz saldırı altında ve Bediüzzaman o zaman medresesinde talebeleriyle ilim tahsil ediyor. Fakat ne yapıyor? Medreseyi tatil ediyor, öğrencileriyle birlikte cephede savaşıyor.

Bir milis alayı oluşturuyor. Ama bunu yaparken bir yandan da Diyanet’in de yayınladığı İşaratü’l-İcaz tefsirini o savaş yıllarında yazıyor. Hem maddi cihat hem manevi cihat. Müslüman diyarına ayak basmış Rus kafirine karşı maddi cihat. Bunu yaparken öbür taraftan da talebeleri ile beraber gençliğinden itibaren başladığı Kur’an’a karşı olan bir taarruza karşı Kur’an tefsiri ile cevap vermek. Onun da numunesi olarak o şartlarda ilimle cihat, manevi cihadı da gene ortaya koyuyor.

İTTİHAD-I İSLAM POTANSİYELİ ORTAYA ÇIKMIŞ DURUMDA

Yangını söndürmek tamam ama bir de esas daha büyük bir yangın tehlikesi var arkadan. Bediüzzaman, bir yandan da Kur’an’a yönelik de bir gayretin içerisinde hep. İnşaallah sağ salim birliklerimiz giderler dönerler. Orada Türkiye’ye karşı çok ciddi bir tehdit var. Hem terör olarak içeride terör eylemleriyle hem de roketlerle vs. yapılan saldırılar. Artı işin bazı stratejik tarafları da var.

Ki onları daha önce alternatif bakış programlarımızda yıl boyu normal yayın dönemi içerisinde pazartesi akşamları malum beraberliğimizde değişik zamanlarda konuştuğumuz bir meseleydi zaten. Şunu net bir şekilde bir programımıza konuştuğumuzu hatırlıyorum. Esasen bir İttihad-ı İslam potansiyeli ortaya çıkmış durumda ki Türkiye’nin yukarıdan bakarsakta Balkanlardan buraya uzanan bir potansiyeli var. Bir tarihsel köken var orada. İttihad-ı İslami anlamda. Diğer taraftan da Türkiye ile Suriye zaten arasındaki sınır yapay bir sınır. Keza Irak’la olan da aynı şekilde. Bunları konuştuk. Buranın Türkiye, Irak üzerinden oradan Mısır’a ve bütün mağribe ve Arap Yarımadasına aynı şekilde uzanan bir İttihad-ı İslam’ın, ehli Sünnet ana omurgası dediğimiz bir potansiyel var.

Esasen buradaki Suriye’nin kuzey tarafında olup bitenler buna karşı bir seküler milliyetçi hat. PKK’nın Suriye kolu üzerinden bir seküler milliyetçi hat oluşturarak İttihad-ı İslam’ın ana omurgası olacak iki önemli unsur. Türkler ile Arapların iletişimini ve birebir geçişkenliğini engellemek. Böyle bir şey var. Haritayı koyduğumuzda ne, nasıl yapılıyor, neye yapılıyor? Bunu net bir şekilde görebiliriz diye konuşmuştuk. Bu bir kere stratejik bir akıl ve vizyonla meselenin görebilecek bir tarafı. Dolayısıyla böyle bir şeye müsaade etmemek son derece yerinde ve doğru bir şey.

ALLAH MUVAFFAK ETSİN

İkincisi evet bu olay dolayısıyla hem sınır güvenliği sağlanamadığı için yakın zamanda Gaziantep’te çoğunluğu çocuklar olmak üzere bir düğün ortamında 50’nin üzerinde can gitti. Keza Suriye’de aynı şekilde hem PKK’nın uzantısı hem IŞID orada masum insanlara dönük bir eylem ve aynı zamanda bunu yaparken de Suriye’de haklı bir özgürlük mücadelesini zehirleme çabası içindeler. Bu anlamda da gene her açıdan son derece yerinde ve doğru bir şeydir. Allah muvaffak etsin.

Tabi şunu da görüyoruz. Daha öncesinden itibaren gördük. Suriye bizim için nedir? Yanıbaşımız ve hemen sınırımız. Ve asırlardır beraber yaşamışız oradaki Müslümanlar buradaki Müslümanlar. Sınırlar sonradan üretilmiş, oluşturulmuş. Ona karşılık Amerika’sı, Rusya’sı şusu-busu hani bir sürü unsur orada. O anlamda da baktığımızda tuzak içinde tuzak, oyun içinde oyun. Bir sürü şey de görüyoruz. Geçmişte de tecrübe ettik. İnşaallah bu noktada tuzaklara düşülmeden oyunları bozarak bir netice hasıl olur. Bunun için de ayrıca dua etmemiz lazım.

FETÖ’NÜN FATURASINI RİSALE-İ NUR’A KESME GAYRETİNİ GÖRÜYORUZ

Programımızın konusuna dönersek…

Diyebilirler ki böyle bir günde böyle bir gündemde konuştuğunuz konu nedir diye? Şimdi sen de söyledin zaten belirlediğimiz bir gündemdi bu. Çünkü durmayan bilakis devam eden ve özellikle sistemli bir şekilde birileri tarafından bir düğmeye basılmış şekilde sürdürülen. Nasıl geçmişte şunu görüyorduk. “Twitleri ikiye katlayın”ın bir benzeri. Burada da görüyoruz.

metinkarabasoglu1.jpgBaşka şekilde, başka bazı unsurların Fetullahçılık, Fethullah Gülen ve onun en nihayeti terör örgütü olmaya kadar evrilen yapısının, darbe teşebbüsünün faturasını Bediüzzaman’a ödetmeye çalışanları görüyoruz. Bediüzzaman ve Risale-i Nur, 100 senedir bu ülke için hizmet eden, hem maddi cihadıyla hem ilmiyle hem de o manevi kahramanlığıyla herkesin iman hakikatlerini savunamadığı zamanda savunmuş, herkesin sustuğu zamanda konuşmuş. Namaz gibi bir imandan sonra en yüksek hakikati dönemin en muktedir insanı karşısında net ve mert bir şekilde savunabilmiş Bediüzzaman’ı ve onun eserini Risale-i Nur’a faturayı kesmek ve arada hesabı bu şekilde bitirme gibi bir takım gayretlere girenleri görüyoruz. Bu da öyle bugün konuşmayalım yarın konuşmayalım denilecek bir mesele değil.

BEDİÜZZAMAN’IN HUKUKUNU SAVUNMAK, İZZETİNİ KORUMAK

Belki geç bile kaldık

Evet. Ama nedir? TV111 açısından bakarsak elimizde bizler olarak program yaptığımız ortam bu başka yerlerde konuşulacak olursa konuşulur ama bu kadar netlik ve rahatlıkta olur mu başka yerlerde, davet olursa konuşulur ayrı ama neticede bilenle konuşmak daha anlamlı ve değerli oluyor. Bu ortam o anlamda çok değerli bir ortam. Şimdi maddi sınırları korumak nasıl bir vazifeyse ve cihat diye tarif ediyorsak bunu manevi sınırları korumak o da bir cihattır. Manevi cihattır. Maddi sınırları koruyan askerler nasıl azizse, değerliyse manevi sınırları koruyan manevi kahramanlar, askerler de en az onlar kadar aziz ve değerlidir. Ve doksan senedir bu ülkenin dinine, ezanına, Allah’ın kitabına olan muhatabiyetine, harfleri yasaklanmış, öğretilen medreseler yasaklanmış, dergahlar yasaklanmış bütün bu şartlarda iman hakikatlerine Allah’ın varlığı, birliği, haşir, Peygamberine (asm) hepsine taarruzda bulunulmuş. Tek parti dönemini, icraatlarını, müfredatlarını, yayınını hatırlayalım. O şartlarda çoklarının sustuğu veya boyun büktüğü veya evine kapandığı o şartlarda işkenceyi de hapsi de zulmü de hepsini göze alarak o manevi sınırların müdafaası için bir hayat ve bir eser ortaya koymuş Bediüzzaman’ın hukukunu savunmak, aynen maddi sınırları koruyan askerlerin hukukunu ve izzetini korumak kadar değerlidir.

İNSAFI OLAN, BEDİÜZZAMAN’IN ESERİYLE KAÇ İNSANIN İMANLA, KUR’AN’LA TANIŞTIĞINA BAKAR

Dahası şunu söyleyebiliriz. Maddi sınırları korurken ne olur? Öldürülen şehit olur. Veya orada yaralanan gazi olur. Manevi sınırlara olan taarruzda ise kişilerin bu dünya hayatlarıyla olup bitmiyor mesele. Manevi sınırların muhafızlarını, müdafilerini ortadan kaldırdmak küfrün, nifakın, dalaletin, ilhadın kalbe yol bulmasına zemin hazırlamaktır. Sadece bu dünyalarını değil insanların ebedi hayatlarını helakete ve felakete atmaktır.

Dolayısıyla insan anlayamıyor. Azıcık aklı, azıcık insafı olan bir kişi Bediüzzaman’ın eseriyle yaptığı manevi hizmete bakar, onun yazdıkları sayesinde kaç insanın imanla, kaç insanın Kur’an’la, kaç insanın namazla tanıştığına bakar. Katılmadığı yerler olabilir, tarz olarak beğenmeyebilir, kendince eleştirecek yerler olabilir ama önce bir hakkı teslim eder. Ondan sonra bir dönüp bakar. Ben şu, şu, şu noktada katılmıyorum ama orada da bu hizmetlerinin yanında bunu söylemeliyim. İki; şimdi mi yeri mi zamanı mı? Bunu sorar.

Şimdi şu şartlarda Bediüzzaman’a saldırmanın bakarsak ne ahlakla ne ilimle ne izanla ne vicdanla ne akılla ne de vatanperverlikle ve ne de kuvveti İslamiye ile alakasından söz edebilir durumda değil. Ama yapan yapıyor. Buyursunlar.

BELKİ ÇOK İSTİDATLAR GAYRETE GELECEK

Diğer tarafta bunlar fitne dönemidir. Fitne dönemleri böyle olur zaten. Arapçada hani şöyle anlatılır. Fitnenin kelime olarak etimolojisine kadar inildiğinde fitne neye denir? Saf cevher tozdan, kirden arındırılır. Madenden çıkarılır. Mesela altın ama bir yıl işte toz toprağın içerisinde bunun ayrıştırılma sürecine fitne denir diye. Fitne dönemindeyiz. Dolayısıyla da altın karakterli olanlar ile kömür karakterli, toz karakterli, çamur karakterli olanlar ayrışıyor. Belki böyle bir hayır var diyebiliriz. İkincisi belki şöyle bir hayır olacak diye de düşünüyorum her şeye rağmen. Diğer taraftan çok istidalar var. Belki böyle bir saldırı, böyle bir taarruz karşısında o istidatlar “durun ne oluyorsunuz, nasıl böyle bir şeye tevessül edebiliyorsunuz” diye de belki çok istidatlar gayrete gelecek. Çok hamiyetler ortaya çıkacak ve belki de hatta bu hamiyetler buluşacak, birleşecekler. Neticede ben gene de olanda hayır vardır, buradan da bir hayır çıkacağını ümit ediyorum.

RİSALE-İ NUR’UN MESLEĞİYLE UYUŞMAYAN, KARIŞIK-KURUŞUK BİR TAKIM İŞLER

İnşaallah. O zaman bir diğer maddemize geçelim. Şimdi 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte zaten bir süredir hedefte olan Fetullahçılık, yine Risale-i Nur mesleğiyle, Nurculukla iltibas edilir vaziyette. Baktığımız zaman biz her ne kadar, ‘Nur talebeleri olarak işte aralarındaki farkı, aynı olmadıklarını farklı bir yol takip ettiğini’ söylesek de kamuoyunun zihninde böyle bir algı var.

Ben 79 yılında 15 yaşındayken Risale-i Nur okumaya başladım. Daha 15 yaşında risale okumaya başladığım aylar içerisinde “Fethullah Gülen diye bir hoca var. Ve bu hoca Risaleden atıfla bazı şeyler söylüyor, oradan kendi diline çevirerek risaleden beslendiğini” filan söyleniyordu. Ama bu ‘Risale-i Nur’un mesleğiyle uyuşmayan, karışık-kuruşuk bir takım işlerin içerisinde’ diye daha kendi aramızda konuşuyorduk. 1979’dan bahsediyorum. Daha 15 yaşındaydım.

senerboztas_metinkarabasoglu.jpg

FETHULLAH GÜLEN’İN KAFASINDAKİ HEDEFLER MONTE EDİLDİ

En temelinde herhalde şu var. Sonuçta onlar da mesela işte Risale okuyorlar, zaman zaman atıf yapıyorlar vs. sanki aynı kaynaktan besleniyormuş gibi bir algı var. Ama biz biliyoruz ki çok öyle olmakla birlikte bunun dozajı da dönem dönem yükseldi düştü bunları da biliyoruz. Öyle olmakla birlikte çok temel, bir mesleği tanımlayacak temel umdeler vardır değil mi? O temel değerlerde ciddi farklar var.

Mesela lahikalar. Sözler, Mektubat, Lemalar ve Şualar’ın ilk kısmı doğrudan iman hakikatleriyle ilgili meselelere odaklanır. Onların başında da en başında birinci eser olarak Yeni Said anlamında Sözler. Bu eserler okunurken bu eserlerde verilen iman dersi dahilinde nasıl bir ahlak ve nasıl bir içtimaiyat, sosyal hayat oluşturulur? Bunun uygulamasını, yöntemini, ölçülerini önümüze koyan ise nedir? Bediüzzaman’ın Kastamonu, 2. Emirdağ ve Barla Lahikaları ve Şualar’ın ikinci kısımda yer alan mektuplarıdır.

Şimdi bu yapıda şu var: Yarısını alıyorsunuz. Ondan sonra peki burada verilen iman dersi nasıl sosyal hayata tercüme edilir, nasıl uygulanır yaşanır? Bunun anlatıldığı kısmı okumuyorsunuz. Oraya başka bir şey monte ediyorsunuz. Fethullah Gülen’in kafasındaki hedefleri monte ediyorsunuz. Böyle bir tablo vardı. Dolayısıyla da burada hani Nur Talebeliğinden bu anlamda söz etmenin imkanı yok. Ne denebilir? Eğer kötüye kullanım yoksa istifade ediyor denilebilirdi. İstifade edenler vardı. Ve ben sadece muhatabiyeti istifade düzeyinde kalanların önemli kısmının zaten süreç içerisinde kendini ayırdığını, ayrıştığını düşünüyorum. Örnekler var biliyorum. Bizatihi bu anlamda tanıdığım kişiler var. Olayın istifadeden daha farklı bir mecraya yöneldiğini görüp süreç içerisinde ama 10 sene önce ama 3 sene önce ama 17-25 Aralık sürecinde ama daha sonra bu noktada bir çizgi ayıran insanlar olduğunu biliyorum. Buna karşılık istifadeden öte istimal etme, kullanma, suiistimal etme, istismar etme bunlar da oldu mu? Olmaya devam ediyor.

BEDİÜZZAMAN-F.GÜLEN AYRIŞMASINDA YÜZLERCE MADDE SIRALAYABİLİRİM

O zaman şuradan siz lütfen anlatmaya başlar mısınız? Bu Fethullahçılık nerde başlıyor? Bu vesileyle sizin daha özel çalıştığınızı, araştırma yaptığınızı biliyorum. Onun üzerine söylüyorum. Nerede başlandı, Risale-i Nur’a nerede eklemlendi, nerelerde ayrıştı ve tabi ifade ettiğiniz gibi en temel ayrışma noktaları nelerdir?

En temel ayrışma noktaları dersen ben tabi yüzlerce madde sıralayabilir durumdayım. Bediüzzaman şöyle diyor Fethullah Gülen böyle yaptı. Bediüzzaman’ın önümüze koyduğu ölçü budur Fethullah Gülen’in yaptığı onun tam zıddıdır diye. Bir iki değil ben yüzlerce madde sıralayabilirim.

Gücümüz yettiğince açmaya çalışalım. Önce tarihsel süreci bakalım. Sonra o maddelere gelelim.

Şimdi tarihsel sürece baktığımızda daha öncesinde “Saidleri Ararken” isimli çalışmam olmuştu. Sonrasında da gene değişik okumalarım oldu. Özellikle Necmettin Şahiner, İhsan Atasoy ve Ömer Özcan’ın belli çalışmaları var. Bediüzzaman’ı gören kişilerle ilgili. Toplamda yirmi kitabı aşan bir derlemeden bahsedebiliriz bu anlamda. Onlarla ilgili Saidleri Ararken çalışmasından sonra tarama da yaptım. Orada edindiğim belli gene ilave bilgiler oldu. Ama hala daha boşlukta kalan noktalar var. Onu da ifade edeyim. Belki o boşlukları ancak belli bir zaman gelir, devletin bazı emniyet arşivleri, MİT arşivleri filan bir kısmı zamanı geçti diye açığa çıkar. Belki tam tabloyu o zaman görebiliriz diye düşünüyorum.

NATO’NUN TÜRKİYE UZANTISI GLADYO İLE İLİŞKİSİ

Bugün itibarıyla şunu söyleyebilirim. Bir, Fethullah Gülen’in kendi şahsıyla, kişiliğiyle ilgili bir tarafı var. Medrese tahsili görmüş bir isim. O esnada 1950’lerin sonuna doğru Erzurum’da gene kendisi gibi medrese tahsili görmüş Mehmet Kırkıncı vesilesiyle Risale-i Nur’dan haberdar olduğunu görüyoruz. Mehmet Kırkıncı, Zübeyir Gündüzalp Abi, Mustafa Sungur Abi gibi sürekli yanında olmak anlamında değil ama Risale-i Nur okumuş ve Bediüzzaman’ı belli aralarda ziyaret etmiş bir isim. F. Gülen’in, sonrasında vaiz olması söz konusu. Trakya’ya gidiyor. Oradan Edirne’ye. Edirne’den Kırklareli’ne. Arada bir Erzurum faslı var ki Fethullah Gülen’in kendi hayat hikayesinde orada boşluklar var. Niye askerlik? Askerlikten sonra niye bir sene vaizliği bırakıyor da Erzurum’a gidiyor? Orada ne yapıyor? Ki Komünizmle Mücadele Derneği filan meseleleri var.

Buradan sonra bir NATO’nun Türkiye uzantısının Gladyo unsurlarından biri olduğu söylenen Esat Keşafoğluyla bir ilişkisi var. Esat Keşafoğlu diğer taraftan malum Malatya grubu denilen bir yapı vardır İslamcı kesimde. Onların bir anlamda fikri arka planı oluşturan Said Çekmegil’in kardeşidir. Böyle bir şey var. Esat Keşafoğlu’yla bir şeyi var. Sonra Edirne müftüsü Yaşar Tunagür söz konusu oluyor. Yaşar Tunagür’ün sonra Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olduğunu görüyoruz 60’lı yılların ortasında. Orada da muvazaalı şeyler var. Çünkü başkan yardımcılarıyla ilgili hukuki düzenlemeye göre aslında onun başkan yardımcısı olması muvazaalı. Ama oluyor ve Fethullah Gülen’i sürekli onun mentörlüğünde görüyoruz. Trakya’dayken de öyle görüyoruz. İzmir’e umum vaizi olarak tayininde de görüyoruz. Sonra İzmir’de bulunduğu süreç içerisinde de ve sonrasında da bunu görüyoruz.

Orada enteresan şeyler var ki mesela geçen hafta iki ayrı kanaldan edindiğim bilgi Yaşar Tunagür’ün bir yandan Fethullah Gülen’in diyanet imkanları içerisinde önünü açan ve özellikle Ege Bölgesinde umumi vaiz olarak kendine bir potansiyel taraması yapmak için bir imkan adeta temin eden bir kişi olması var. Beri tarafta Seyyit Kutup’un “İslam’da Sosyal Adalet” kitabını 1962 yılında Türkçe’ye çeviren bir isim. İlk defa Seyyit Kutup kitabıyla Türkiye’deki dindarları tercümeyle tanıştıran ilk isim Yaşar Tunagür.

Bunların da tesadüf olmadığını düşünüyorum. Ki 1960-65 dönemi 27 Mayıs sonrası Adalet Parti iktidarına kadarki dönemde ayrıca diyanet işleri içerisinde bir ekibin ki Yaşar Kutluay ismi orada özellikle devreye giriyor. İşte diyanetin reorganizasyonuyla ilgili görev aldı diye izah ediliyor. Ve Ankara İlahiyatta ki kendisi aynı zamanda Ankara ilahiyat öğretim üyelerinden. Ankara İlahiyattan sıkı Kemalist. Yaşayış itibariyle seküler “ilahiyatçıların” oluşturduğu bir ekibin yaptığı çalışmalar var. O daha sonraki dönemde onlar üzerinde de konuşacağız.

NUR TALEBELERİ İÇERİSİNDE FETHULLAH GÜLEN’E ZEMİN VE ALAN AÇILDI

Böyle bir hengâmede 60-65 arasını şöyle değerlendirirsek şimdi Bediüzzaman Said Nursi malum 23 Mart 1960’da vefat ediyor. 1923’ten esasen 1926’da mesele orada başlıyor. Bediüzzaman, Takrir-i Sükûn kanunuyla birlikte haksız ve hukuksuz bir şekilde başka birçok isimle birlikte Şeyh Said hadisesi bahane edilerek, hiçbir alakası olmadığı halde kendisi gibi alakası olmayan birçok isimle birlikte, nüfuzlu bir isim olduğu için sürgün ediliyor Van’dan. Burdur sonra Isparta, Barla’da ikamet etmeye mecbur ediliyor. Ve 50’li yıllara kadar da bu mecburi ikamet hukuksuz, kanunsuz, mecburi ikamet, sürgün hali devam ediyor. Arada hapis fasılaları. Onların nasıl, niye olduğunu biliyoruz.

metinkarabasoglu3.jpg1926’dan 1960’a kadar, 34 senede Bediüzzaman, talebeleri ve Risale-i Nur hakkında açılmış davaların sayısı 60-70 civarında. 1960’da 27 Mayıs ihtilalinden 1965 yılına kadar Nur Talebeleri ve Risale-i Nur hakkında açılmış davaların sayısı 500’e yakın. Buradan da zaten 27 Mayıs’tan sonra Risale-i Nur hizmetine, Risale-i Nur hareketine, Nur talebelerine, Bediüzzaman’ın mesleğine, davasına ve mirasına karşı hani ihtilalciler eliyle bir imha harekâtına girişildiğini, akademiyayı, medyayı muazzam bir şekilde çirkin, kara propagandalar için kullandıklarını görüyoruz. Bunun için de saçma sapan bilirkişiler yazan hukukçular var, vs. var. Ayrıca “ilahiyatçılar” içerisinden de keza aynı bunu yapmaya çalışıyorlar.

Ve bütün bunlar olurken bir taraftan da Risale-i Nur’un tesirini kıracak bir takım eserler, kişiler ve hareketlere Müslüman camia içerisinde yol açma yol verme çabası var. Burada Mısır’dan bir Seyyit Kutup düşüncesinin 1960 ihtilali şartlarında ithal edilmesi... Aynı zamanda Fethullah Gülen’in mentörlüğünü, mürebbiliğini adeta yapmış, yolunu açmış olan bir isim tarafından tercüme edilmesi… Bu başlı başına bir kere manidar bir tablo. Nur talebeleri içerisinde Fethullah Gülen’e bir zemin ve alan açıldığını görüyoruz 60’lı yıllar şartlarında. Özellikle de Ege’deki. Ben de bir Egeli olarak İzmir’in ilçesinde doğmuş biri olarak bunu da manidar buluyorum. Fethullah Gülen için hem Trakya hem Ege’nin seçilmesi...

NEDEN EGE VE TRAKYA?

Neden, ne görüyorsunuz?

Malum Ege ve Trakya manevi hizmetler noktasında Anadolu’nun doğu tarafından daha zayıftır. Diğer taraftan Karadeniz’de malum Oflu hocalar vs. orada da gene belli bir ilim, medrese geleneği vardır. Dolayısıyla manevi hizmetlere ihtiyaç çok ama öbür taraftan zaten bunu karşılayacak çok sayıda ilim mirası, halkası söz konusu değil. Dolayısıyla oraya gelen kişiyi test edecek, “şurada doğru şurada yanlış” diye bir murakabe imkânı yok. Mesela Karadeniz’e mesela Güneydoğuya mesela Orta Anadolu’ya mesela Doğu Anadolu’ya göre daha zayıf. Yeni bir yol açmak için bu anlamda çok elverişli bir zemin. Bunun göz önüne alındığını şahsen düşünüyorum.

O vaazlarını mesela bir güneydoğuda bir medrese hocasının karşısında yapsa yerin dibine sokarlar. Ama orada rahat...

Çünkü “hoca sen yarısını anlattın veya sen yanlış yorumladın, çarpıttın” diyecek bir ilim alt yapısı yok İzmir veya Edirne veya Kırklareli açısından baktığımızda.

UYGUN ZEMİN VE KİŞİLER DİYANET ÜZERİNDEN TEMİN EDİLİYOR

Bir yorumcu bunun altını çizmişti. İşin bir de ekonomik boyutu var. Yoğun bir para toplama imkanı var. O bölgenin bu açıdan da verimli, elverişli olmasını da bir gerekçe olarak göstermişti

Mümkündür, o tarafını düşünmemiştim. Ama bir kere bu anlamda hani 60’lara dönüp baktığımızda ben kendi çalışmalarım içerisinde şunu gördüm. 60’larda bir mühendislik var Türkiye’de. 27 Mayıs ihtilalinden sonra Türkiye’de İslami hassasiyeti ve İslami hareketi yeniden dizayn etme anlamında belirlenmiş, planlanmış 27 Mayıs ihtilalinin şartlarında oluşturulmuş ve uygulanmaya konmuş bir mühendislik tablosuyla yüz yüze geliyoruz.

Belli parçaları görebiliyorum. Ama dediğim gibi çok girift ilişkiler var. Bu parçaları tam olarak çözmek, çok daha detayıyla ortaya çıkarabilmek bir takım özel arşivlere, bilgilere, belgelere ulaşmakla mümkün.

Ama görünen tablo bir sosyal mühendislik. Dindarlar üzerinde Türkiye’de dini hayat ve dini hassasiyet ve İslami hareket üzerine bir sosyal mühendisliğin 60’larda uygulandığını, uygulamaya konduğunu daha doğrusu önümüze koyuyor. Buna NATO, Amerika vs. deniyor. Uluslararası uzantıları da var mıdır? Vardır ama şu anda bir kanaat. Yakinin olması için onun da belgelendirilmesi lazım. İçeride de ama bunun bağlarını, bağlantılarını görebiliyoruz.

Ve bu süreç içerisinde Fethullah Gülen’in Risale-i Nur dairesi içerisinde insanların vaazlarından etkilendiği bir isim olarak, böyle bir isminin parlaması önce Trakya’da sonra Ege’de kendisi için uygun zemin ve uygun kişiler devşirebileceği bir pozisyonun resmen diyanet görevlendirmesi üzerinden kendisine temin edilmesi durumu var. Ayrıca Kestane Pazarı tarafı var. Onun da ayrıca irdelenmesi çalışması gerekiyor. Bir taraftan vaiz, işte insanların vaazlarından çok etkilendiği... Ve giderek ilgili ve hatta hayran kitlesinin çoğaldığı bir vaaz sistemi. Öbür taraftan bence ta çocukluğundan beri bir psikanaliz gerekli. Kendisinin özel biri olduğu yönünde bir kanaati var. Çıktığı noktadan ilerlediği noktalara doğru baktığında da evet. Hayatındaki o belli başarıları bu zannının bir vehim değil bir realite olduğu şeklinde giderek artan bir kanaat. Sonra 70’li yıllarda zaten bunun net bir şekilde açığa çıktığını görüyoruz.

Bu anlamda mesela bazı şeyler olmuştu belli ortamlarda. Şimdi net bir şekilde ifade edebiliriz ki Gülen hareketi, Fethullahçılık hep cemaat söylenegeldi. Hatta cemaat kelimesini tekeline alır halde bir tabloya doğru ilerledi malum süreç içerisinde, 2000’li yılların özellikle ikinci yarısında... Diğer boyutuyla bir kült var esasen. Seçilmiş özel bir kişi ve o özel kişi etrafında gene seçilmiş özel insanlar... Böyle bir kült oluşumuyla yüz yüzeyiz.

Bugün mesela bu kült boyutu üzerine özellikle belli isimlerin içlerinde ki tanıdığım iki psikiyatri profesörlüğünde olduğu isimlerin belli analizler, belli makaleler yazmış olduğunu görüyorum. Bu yapı içerisinde bir görev almış, bir dershanede öğretmenlik yapmış, radyoda, televizyonlarda programlar yapmış. Fakat sonra devre dışı bırakılmış bir ismin daha 90’ların ortasında yazmış olduğu zaten bir şey var. “Bana kültünü söyle” diye. Orada tamamen bu yapı içerisinde insanların formatlandığını, nasıl bir dönüşüme uğradıklarını anlatıyordu. Bu yapı içerisinde namaza orada başlamış, imanıyla ilgili sorularını orada cevap bulmuş. Fakat süreç içerisinde yanlış giden bazı şeyler olduğunu düşünmeye başlamış kişilere, gençlere 90’lı yıllarda ben o kişinin yazmış olduğu “Bana Kültünü Söyle” bir de “Budama Mevsimi” yazılarını tavsiye etmişimdir. Başlangıç noktasında senin açından sorun yok ama gelinen nokta ve süreçte sorun var. Bak burada yaşamış biri anlatıyor.

BÜTÜN DİNİ CEMAATLERE FETHULLAHÇILIK ÜZERİNDEN VURMAYA ÇALIŞAN İLAHİYATÇILAR

Yazıları yayınlandı mı?

İnternet ortamında var olan yazılardı. Şu an belki bulunabilir, bilmiyorum. Bir blog vs. ortamında varsa bulunabilir. 2016’da konuşuyoruz kült olgusundan. Ama 90’larda zaten bu meselenin bir kült boyutu taşıdığını gören ve söyleyenler zaten vardı. Ama o sesler duyulmadı. Niye? Çünkü muazzam bir PR vardı. İşte adamlar yapıyorlar. Böyle bir göz boyayıcı bir şey, maddi başarı yerelde ve küreselde. Bütün STK’lar, siyasi partiler, iş çevreleri vs. açısından bir potansiyeldi, bir imkândı. Dolayısıyla 90’larda bu mesele yazıldı konuşuldu. Yeni Asya gazetesinde ben 1994-2001 yılları arasında haftada iki, sonra üç gün yazı yazdım. O yazılarda bu yapıyla ilgili sorunlara, arızalara dair o günün şartlarında usulünce, üslubunca uyarılar, dikkat gerektiren, teyakkuz gerektiren hususlar var diye yazdım. Ama bu sesler o zaman duyulmadı.

Bugün herkesten fazla mücadeleci gözüken isimlerin hepsi o zaman orada gözüken maddi başarı tablosu ve kendi projelerine sağladıkları imkânlar itibariyle bilakis çok sıkı fıkıydılar. Bugün mesela televizyonlarda konuşan bazı ilahiyatçılar var. Bir kısmını tenzih ediyorum. Hepsi anlaşılmasın. Orada son derece yerinde, doğru analiz yapan isimler var. Orada ilim erbabına ve işinin hakkını veren ilim erbabına kem söz söylemekten Allah’a sığınırım. Ama hani bazılarını görüyoruz. Oradan hareketle bütün dini cemaatlere söylemediğini bırakmayan. Komple bir İslami geleneğin bu ülkedeki taşıyıcılarına Fethullahçılık üzerinden vurmaya çalışan, Risale-i Nur hareketini özellikle de hedefine alan bazı ilahiyatçı ünvanlı isimlerin televizyonlarda konuştuğunu görüyoruz.

Sorarlar insana. Siz 90’larda da profesördünüz veya doçenttiniz hatta ne bileyim filan yerin müftüsü gibi belli görevleriniz de vardı. Peki, ne yaptınız? Bu kadar tehlikeli idiyse eğer. Peki, bu insanlar muktedirken siz ne yaptınız? Kimi uyardınız? Ne yazdınız? Var mı ortada bir şey? Güçlüyken kol kola, yan yana imkânları var. “Filan yurtlarına gittik. Filan orta Asya’da Latin Amerika’da yok Afrika’da böyle bizi seyahatlere götürdüler. Maşallah aman aman ne muazzam hizmetler ediyorlar vs.” bunları yazmayan gazeteci, yazmayan Müslüman camia içerisinde neredeyse akademisyen ve neredeyse siyasetçi kalmadı.

Ama 90’ların ve 2000’lerin bu öz eleştirisini yapmadan, alalım Nur Talebelerine vuralım, faturayı Bediüzzaman’a yazalım. Alalım hepsi bu yapının muazzam genişleme imkânı bulduğu o süreçte mağdur olmuş olan bütün diğer dini cemaatlerin hepsine birden vuralım, hepsini aynı torbaya koyalım, tekmeleyelim. Böyle de bir fırsatçılık ve nebbaşlık tablosuyla da yüz yüzeyiz. Zamanında susmuş, bilakis susmaktan öte bilakis destek vermiş, PR’ını yapmış belli düzeylerde isimlerin kendi sorumluluklarını ifade etmeden başkaları üzerine fatura yazması en başta ahlaki bir tutum değil. Bu anlamda herkesin bir öz eleştiri yapması gerekiyor. Bu gözümüzün önünde oldu gözümüzün önünde!

RİSALE-İ NUR’A FATURAYI YAZMAYA ÇALIŞIYOR BAZILARI

Cumhurbaşkanı Erdoğan dışında özür dileyen, af dileyen kimse yok şu anda

Allah beni affetsin diyen bir başka kimse yok. Ama bir tek Tayyip Erdoğan mıydı yapının sorunlarını çözemeyen? Bilakis.

Bunların parlak olduğu, güçlü olduğu, dominant olduğu dönemlerde hem Risale-i Nur Talebeleri bütün cemaatleriyle hem de diğer cemaatler, tarikat yapıları bunların parlak görüntüsünün altında da içerden bir tahribata zorlandılar. İşte bakın onlar şöyle yaptı, şöyle başarılılar, siz yapamıyorsunuz gibi…

Onu modellemeye mecbur bıraktılar.

Okullaşma vs. şu bu. Ve bütün bu yapılar da belki işte bu baskılarla bu zorlamalarla tavizler vermeye kendi değerlerini aşındırmaya çalıştılar

Meslek ve meşreplerinde aşınmalara maruz kaldılar. Bunların o maddi başarılarının altında ezilmemek için benzer modellemelerle şu veya bu düzeyde dünyevileşmeye zorlandılar.

Dolayısıyla bu yapılar o zaman da bunların mağduruydu şimdi de yine bunlar üzerinden saldırıya uğrayarak mağdur oldular…

Ben bunu yapanların kendi özeleştirisini mertçe yapmadan faturayı bütün Türkiye’de İslami hizmetin ana taşıyıcılığını yapmış olan hangi meşrepten olursa olsun bütün cemaatlere, bütün tarikatlara yazmaya kalkanlara saygı duymuyorum, ahlaklı bulmuyorum. Özelde de Risale-i Nur’a faturayı yazmaya çalışıyor bazıları. Aynı şekilde ahlakla ve izah edilebilecek bir şey değil. Ve saygı duyulabilecek bir şey değil.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP, FETHULLAH GÜLEN’İ DEFALARCA UYARDI

FETÖ’nün Risale-i Nur’la teması nerede ve nasıl başlıyor?

Risale-i Nur dersine davet edilen biri olarak Erzurum’da başlıyor. Ondan sonra Edirne’ye tayin edildiğini... Orada az sayıda da olsa başlangıçta Nur Talebesi olan isimler var. Onlarla bir temas oluyor. Bu temas Kırklareli’ne tayin edildiğinde devam ediyor. Ki Edirne Kırklareli döneminde İstanbul’a da gidiş gelişleri oluyor. Bediüzzaman’ın talebelerinin önemli kısmı İstanbul’da. Onlarla belli temasları olduğunu öğreniyoruz.

metinkarabasoglu2.jpgEge’ye gittiğinde gene bu defa daha geniş bir çevrede temas ağı oluşturduğunu görüyoruz. Kendisi de Nur Talebeleri içerisinde gözüken bir isim zaten. Bu çerçevede belli uyarıların da kendisine yapıldığını görüyoruz. F.Gülen’in Zübeyir Gündüzalp ile ilgili kitaba kendisinin yazdığı notları var. Fethullah Gülen’in kendi ifadelerinden şunu anlıyoruz ki; Zübeyir Gündüzalp, -Bediüzzaman’ın vefatından sonra ki Afyon hapsinden itibaren Bediüzzaman’ın sürekli yanında bulunmuş en yakın talebesi, son 12 sene yakınında bulunmuş talebesi olmuş ve Bediüzzaman’ın vefatından sonra o külli çok yönlü taarruz esnasında, Risale-i Nur hizmetinin izzetini ve istikametini koruma noktasında gerçekleştirilen çabanın en önemli ismi olmuş. Allah hepsinden razı olsun- Zübeyir Gündüzalp’in özellikle Fethullah Gülen’in tarzındaki, usulündeki, üslubundaki problemleri görerek kendisini defaatle net bir şekilde Risale-i Nur mesleğinin, meşrebinin esasları noktasında uyardığını anlıyoruz.

F.GÜLEN 1971’DE MAHKEMEDE NUR TALEBESİ OLMADIĞINI SÖYLÜYOR

Zübeyir Gündüzalp’in 2 Nisan 1971’de vefat ettiğini biliyoruz. Gene 1971’de ne oluyor? Bir ay öncesinde ne olmuş? 12 Mart darbesi olmuş. O süreçte Nur talebeleri her ihtilalden sonra yaşadıkları gibi 27 Mayıs’ı yaşadıkları gibi daha sonra 12 Eylül’de de bu yaşanıyor. 12 Mart darbe sonrasında değişik yerlerde gene Nur Talebeleri takibata maruz kalmışlar. Gözaltılar, mahkemeler vs. olmuş. İzmir de buna dahil. İzmir’de gözaltına alınan, mahkemeye sevk edilen isimlerden birinin Fethullah Gülen olduğunu biliyoruz. Mahkemede kendisinin bir vaiz olduğu, bir din adamı olarak halkı doğru bilgilendirmek için her türlü kitaptan haberdar olması gerektiği, Risale-i Nur isimli kitaplarla temasının da bu meyanda olduğu, kendisinin Nur Talebesi filan olmadığı şeklinde bir beyanı olduğunu biliyoruz. Nur Talebeleri ile Fethullah Gülen arasında bir duygusal mesafenin oluştuğu bir zaman bu. Fakat öbür taraftan kopma hali de olmuyor. Hani daha sonrası hep devam etmiştir.

ÇİFT DİLLİLİK, ÇİFT YÜZLÜLÜK, ÇİFT YAŞANTILILIK

Mesela 90’lı yıllara gelelim veya 80’li yıllara. Şimdi nedir? Bir tarafta Nur Talebelerinin yanında olduklarında “hepimiz kardeşiz, üstadımızdan Allah razı olsun” söylemi. Fakat aynı hafta içerisinde ne bileyim diğer taraftan Milliyet gazetesi, Hürriyet gazetesinde avukatları aracılığıyla Fethullah Gülen’in göndermiş olduğu tekzip yazısı yayınlanıyor: “Müvekkilim Fethullah Gülen’in hiçbir tarikatla işte Nurculuk filan denen hiçbir grupla, akımla alakası yoktur düzeltiniz.” Hani hepimiz kardeştik? Üstadımızdan Allah razı olsun diyorduk? Peki, bu ne? “Ya işte tedbir, malum işte bir hizmet, hizmetlerin selameti için.” Sürekli bu tür açıklamalar.

Fethullah Gülen’de de dolayısıyla onun kendi kişiliğinin bütün arızalarını yansıtmış olduğu kültünde ve örgütünde veya cemaatinde de bu arızayı hep görebildik. Bu arızalarının en önemlilerinden biri sürekli bir çift dillilik, çift yüzlülük. İki yüzlülük açısından aslında iltifat kalır hani az kalır onu da söyleyeyim. Çift dillilik, çift yüzlülük ve çift yaşantılılık. Bunu Nur Talebeleri ile olan temasında 1971’den itibaren özellikle başladığını görüyoruz. Yeni Asya Gazetesi 70’lerde ana omurgayı temsil ediyordu.  O yapının 1974 yılında Fethullah Gülen’e açıkça “ya Risale-i Nur mesleğine muhalif kendi kafana göre giriştiğin şeyleri bırak veya bırakmıyorsan sen artık bizden bir parça değilsin” dediklerini biliyoruz. Ama diğer taraftan başka bazı Nur Talebeleri bunun içinde Tahir Mutlu gibi mizaç olarak daha halim selim, mülayim bazı isimler olmak üzere onlar ise temasını koruduğunu ve onların manevi himayesi altında bir görüntü ile yine Risale-i Nur hareketi içerisinde kendisi için devşirme faaliyetlerini sürdürdüğünü görüyoruz.

Bütün bunlar olurken atlamamamız gereken hadise daha var. Malum 1969’da Erbakan çıkıyor. Bu da manidardır. 50’li yıllarda Demokrat Partinin karşısına Millet Partisinin çıkması orada dindar veya dine hürmetkar oyları bölen bir unsur olarak hatta sonra Hürriyet partisinin çıkması tablosu var. Bu salt bir siyasal oluşum muydu yoksa burada gene bir siyasal mühendislik mi var? Sorulması gereken bir şey. Ben ikincisi olduğu kanaatindeyim.

Adalet Partisinin 65’te güçlü bir oyla iktidara gelmesi ve bu anlamda 27 Mayıs siyasal mühendisliğinin esasen sandıkta çözülmesi, yenilmesi tablosu var. Ama sonrası malum. Adalet Partisi içerisinde bir oluşum olarak orada belli bir mesafelerin oluşması var. Şu haklıdır bu haklıdır tartışmasına girmiyorum. Buna karşı “dindarların ayrı bir partisinin olması lazım” söylemi içerisinde önce Milli Nizam Partisi’nin ardından 12 Mart ihtilalinden sonra Muhsin Batur’un İsviçre hikayeleri var. 1973’te sağ oyların çökmesi, CHP’nin yüzde 41 küsur oyla tek başına iktidar olamasa da iktidarın ana ortağı olması, Milli Selamet Partisiyle CHP’nin koalisyon kurması bir dizi hikaye var. 12 Mart darbesiyle istikrarsızlaştırılmış siyasal ortam tablosu var. Bu da ayrıca buradaki dinamikler, siyasal mühendislik boyutu değerlendirilmeye değer. Bu süreç içerisinde Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi oluşumu bütün dini yapılara, bütün dindarların oylarına talip oluyor.

Nur Talebelerinin Bediüzzaman’ın kendileri için bıraktığı bir yol haritası, ölçüler var. Türkiye’de öncelikli mesele hürriyet zemininin yerleşmesidir, demokrasinin kurumsallaşmasıdır. Din üstten alta tebliğ edilmez. Dinin tebliğ edilmek için iktidara ihtiyacı yoktur. İktidar dini tebliğin önünde engel olmasın bu yeterlidir. Bunun için zaten o hürriyet zemininin sağlanmasıdır aslolan. Buna karşılık siyaset üzerinden toplumu dindarlaştırma düşüncesi sakat bir düşüncedir. Bu, bu defa dinin bir siyasete alet edilmesi tehlikesini getirir bir. İki başarılı oldunuz diyelim. Bu defa iktidarın yaptıklarının faturası dine yazılacağı için din bir siyasi iktidarın baskı unsuru, kendi politikalarını meşrulaştırmak için araçsallaştırdığı bir unsura dönüştüğü için o siyasete, o iktidara olan muhalefet dine muhalefet şekline gelecektir. Her açıdan, her boyutu açısından zarar, tehlike.

F.GÜLEN’İN NUR TALEBELERİNİN GÜCÜNÜ KIRANA RAHMET GİBİ BİR TUTUM İÇERİSİNDE OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ

Bediüzzaman’ın eski Said döneminden itibaren yaşadığı tecrübeler dahilinde 50’li yıllarda Emirdağ Lahikasında başta olmak üzere ortaya koyduğu bu temel ölçüler dahilinde Nur Talebeleri, hürriyetçi bir düzeni, özgürlükçü ve adil bir siyasal zeminin sağlamlaştırılması ve Kemalist vesayetin etkisinin bertaraf edilmesini istiyor. Bunun önünde bir engel oluşturduğu ve dini araçsallaştıracağı endişesiyle din adına siyasete karşı çıkıyorlar. Az sayıda bazı Nur Talebeleri kişi olarak o oluşum içerisinde milletvekili ve senatör olarak yer alıyor. Ama Risale-i Nur Talebelerinin ana omurgası din namına, dindarlar namına siyaset üzerinden yürüyen bir siyasi partiye mesafelerini ifade ediyorlar.

“Bir parti kuralım o parti anlatır, iktidar olur. Bu şekilde şeriatı getireceğiz. Bu toplumu Müslümanlaştırırız. Çünkü devlet elimizde olacak, eğitim elimizde olacak” diye düşünenlerin hamiyetleri konusunda kuşkumuz yok bunu ifade edelim. Niyet kötü değil. Müslümanca bir hamiyetle yola çıkılıyor. Ama bunun dinin, iktidarın elinde araç, alet haline gelmesi riskini ve bunun dini tebliğin sahihliği ve halisiyeti noktasında oluşturacağı riski görememe gibi muazzam bir basiret problemi var.

Böyle bir gerilim oluyor. 1970’li yıllarda Nur Talebelerinin anlattıklarında da görüyoruz. Şimdi bazı şeyler söyleniyor, “ta en baştan muhalifti belli isimler.” Yok hayır. 70’li yıllarda bu dindarlar namına ortaya çıkan siyasal oluşumdan Fethullah Gülen Nur Talebelerinin aksine rahatsız olmuyor. Bilakis mutlu oluyor. Çünkü Nur Talebeleri kendi siyasetlerinin daha geniş bir zemin bulması önünde engel. Dolayısıyla F.Gülen’in Nur Talebelerinin gücünü kırana rahmet gibi bir tavır ve tutum içerisinde olduğunu görüyoruz. Bugün hala bazı isimlerin Nur Talebelerine karşı izah edilemez kini de ta 60’lardan 70’lerden.

Anlattım kendi hikayemi. 79’da 15 yaşında bir gencim. Risale-i Nur okumaya başladım. İzmir’in Tire ilçesinde 70’lerin ortasındaki ortamda Fethullah Gülen Tire’ye gelmiş. Nur Talebeleri içerisinde devşirme sosyal ortam zemin oluşuyor. Risale-i Nur okunuyor ama Risale-i Nur’un bir kısmı okunuyor. Bunun Müslümanların sosyal hayatına tercümesi dediğimizde orada Risale-i Nur’un dediği değil Fethullah Gülen’in düşünceleri söz konusu oluyor.

BÖYLE NUR TALEBESİ OLUNMAZ

Dolayısıyla Nur Talebesi nasıl olunur? Bediüzzaman’ı, yaşadığınız zaman, zemin, coğrafya içerisinde onun hayatını sizin için bir rehber bir mürşit olarak görürsünüz. Allah’ın kitabını anlamada ve yaşamada, Allah’ın peygamberinin (asm) sünnetini anlamada ve yaşamada bulunduğun zaman ve zemin içerisinde Bediüzzaman’ın hem itikadi alanda söyledikleri hem de bunun içtimai alana fert, aile, ticaret, siyaset bütün bu alanlara dair ortaya koyduğu yöntemi ben kendim için yol olarak, meslek olarak benimsiyorum dediğinizde Nur Talebesi olursunuz. “Sözler’i okurum ama Emirdağ Lahikası’na göre sosyal hayatta şöyle davranmalısın, ticaret, ilişkin böyle olmalı, yok kurum oluşturma bilmem ne okullaşma bilmem ne orada o mektubu karşıma getirmeyin, o mektup beni bağlamaz” dediğinizde Nur Talebesi olmazsınız. Bediüzzaman’ın yazdığı Sözler isimdeki eserdeki imani derslerden istifade etmiş ama içtimai alanda kendi yolunuzu çizmiş olursunuz.

Fethullah Gülen ve yapısı açısından 70’li yıllarda oluşmuş tablo buydu. Üç ay Tire’de kaldı. Sıkıntılı bir tablo oluştu. Bir yönü Risale-i Nur diyor bir yönü kendince Risale-i Nur Talebesi olma ölçülerine uymayan bir yol açmanın, bir çığır açmanın işaretlerini veriyor. Bunu görerek “kusura bakmayın dershanemizden, mekanımızdan, şehrimizden ayrılmanızı istiyoruz” dediklerini duymuştum 79 yılında. “Böyle, böyle bir isim var İzmir’de şöyle şeyleri var işte kampları var, yaz kampları var Ayvalık’ta filan vs. sıkıntılı bir isim, dikkatli olmak lazım” diye 15 yaşında duymuştum.

Ama öbür taraftan da çift halli çift dilli. Bunu duyuyorsunuz duymayan var. Bir yönüyle kendilerini nurcu olarak takdim ediyorlar, bir yönüyle “bizim alakamız yok” diyorlar. Zaten lahikalar okunmuyor.  Sözler de “kapalı bir şekilde kitabı okuyalım” oluyor. Ana akım Nur talebeleri de F.Gülenciler tarafından 70’li yıllarda “cerideciler” diye küçümseniyor. “Onlar Üstaddan sonra Bediüzzaman’dan sonra asıl mesleği terk ettiler. Fethullah Gülen saf iman hizmetini temsil ediyor” diye bir de böyle söylem ürettiklerini görüyoruz.

NUR TALEBELERİNDEN AYRILIŞ HİKÂYESİNİ FARKLI ANLATIYOR

Bu noktada hayatımda tek Fethullah Gülen kaseti dinledim. O da öğrencilik yıllarımda birinci sınıftayken, üniversitede. Tıp fakültesinde okuyan bir, beraber kaldığımız bir arkadaşımızın “Fethullahçı, şakirt” dediği bazı arkadaşları varmış sınıflarında. “Onlar davet ettiler buyurun çayımızı için. Müslüman Müslümana böyle çok mesafeli ayıp olur, bir gidelim” dedi. Gitmiştik. Orada ne yaptık? Önce biz risale okuduk. Neyi okuduk? İki farklı yapıdan insanlar bir araya geldiğinde Müslüman bir araya geldiğinde Risale-i Nur’dan okunacak ilk şeyler nedir? Ya İhlas Risalesi okunur ya Uhuvvet Risalesi okunur. Uhuvvet Risalesi okuduk. Ondan sonra “şimdi hocamızı dinleyelim” diye böyle bir salonun ortasına bir teyp getirdiler. Ve evet Fethullah Gülen orada Nur Talebelerinden ayrılış hikâyesini anlatıyor. Ki benim Nur Talebelerinden duyduğum ayrılış hikâyesiyle hiç benzemeyen bir ayrılış hikâyesi.

Bir de ta asr-ı saadete dayandırıyor. Bir kere Ebu Zer üzerinden Rasulullah aleyhissalatu vesselamdan sonra herkes bir şekilde yamulmuş, Ebu Zer sapa sağlam durmuş bir tek. Ve artık isyan etmiş. Hatta zaten “ben de çekip gidiyorum. Artık aranızda durmam” demiş. Ki bu tarihsel hikâye böyle değil. Bunu derken siz halife Hz. Osman-ı Zinnüreyn’e laf söylemiş oluyorsunuz. Güya Ebu Zer’i yüceltirken, Hz. Osman’ı Ebu Zer’in kendi uç görüşünü ana istikamet diye dayatmaya çalışması. Hz. Osman da diyor Ebu Zer’e “sen tamam böyle yaşa, sana saygım var.” Ama hani sen tutup şu ayeti ki ayetin siyakine baktığımızda Yahudi ve Hristiyanların din namına para temerküz edenlerine dair olduğunu söylüyor. Ki sonraki tecrübeyi gördük. Ebu Zer olan adam tam da Yahudi ve Hristiyanların hahamlarının ve ruhbanlarının yaptığı bir şekilde nasıl bir parasal imparatorluk kursun? Ebu Zer’sen sen. Şimdiki tablo bu. Ama güya o zaman öyle bir söylem. Ebu Zer yanlış bir şeyle üç kuruş kenarda parası olan ehli sünnet Müslümanı bile ne diyor? Bu ayetin hükmüne giriyorsunuz diye.

KONUŞURKEN KENDİNİZİ YERE ATIN, ZIPLAYIN İNSANLAR ETKİLENSİN

Hz. Osman, kendisi tüccar bir sahabe olarak dönüp baktığımızda bu da manidardır. Ebu Zer, evet büyük bir sahabedir. “Verada Hz. İsa gibidir” der Efendimiz alehissalatu vesselam. Ama “sen hassas birisin” diyor, “sakın hakem olma, idareci olma” diyor. Kadılık anlamında keza uyarısı var Ebu Zer’e. O da evet güzide bir sahabe olarak Hz. Peygamber alehissalatu vesselamın tavsiyesine uygun olarak yaşamış.

Ama orada güzide bir sahabe ama sen Aşere-i Mübeşşereye baktığımızda uç isimler değil ümmetin cadde-i Kübra’sını ifade eden Müslümanların toplamının toplamı için bir yolculuk, bir hayat yolculuğu rehberi olan isimler görüyoruz dikkat edersek. Bu da ayrıca manidar. Vasat bir hayat kötü görünür, uçlarda bir hayat da mükemmel görünür. Böyle de bir zaafımız var. Burada ben Fethullah Gülen olsun başka bazı isimler olsun bu zaafı da kullandıklarını görüyorum. Ki mesela güzel güzel bir hakikati konuşuyorsunuz. İnsanlar bundan çok etkilenmezler. Ama konuşurken bir kendinizi yere atın, bir zıplayın oturduğunuz koltuktan, bardak devrilsin, bir bayılın ne oluyor? İnsanlar bayılıyorlar. Ne güzel bak nasıl kendinden geçti filan vs. her neyse. Orada bir Ebu Zer isminin bir suiistimali.

“BEDİÜZZAMAN’DAN SONRA NUR TALEBELERİ BOZULDU SAF DURUŞU BEN TEMSİL EDİYORUM” DİYE KENDİNİ TAKDİM EDİYOR

Hem hikâyeyi çarpıtıyor hem de Ebu Zer gibi yaşamıyor..

“Ben de Ebu Zer gibi” diyen adam Muaviye’nin yaptığıyla bile izah edilemez şekilde ümmetin sırtındaki hançere dönüştü kendisi ve örgütüyle birlikte. Ama nedir? Ebu Zer hikâyesini çarpıtıyor, bunu çarpıtırken bütün sahabeleri bir kere onların hatıralarını kirletiyor. Sonra oradan geliyor enteresan bir bölüm, anakronik bir eşleştirmeyle bu defa Nur Talebelerine. Ve hatta şöyle bir şey vardır hatırlıyorum orada. Böyle yerde oturuyorlar, tahtanın üzerinde, sonra hasır konmuş, sonra kilim, sonra halı, sonra koltuk filan işte bu da nasıl yozlaştılar? Kendini “Bediüzzaman’dan sonra Nur Talebeleri saptılar, bozuldular. Ben saf duruşu temsil ediyorum” diye kendi çevresine takdim ediyor. 82 yılıydı yanılmıyorsam tek bir kaseti bu şekilde mecburen, isteyerek değil bulunduğumuz bir ortamda tak önümüze konduğu için dinlemiştim. Bir yönüyle iyi ki dinlemişim diyorum bir yönüyle de iyi kaset seçmişler diyorum. Daha 82’de. Düşünce arızaları, ahlaki arızalar açısından çözümleme imkânı sağladılar bana. O yönüyle onların niyeti bu değildi ama Allah razı olsun diyeyim gene de.

BİR KORUMA BİR DANIŞIKLI DÖVÜŞ HALİ OLDUĞU ANLAŞILIYOR

80’lere geldiğimizde ise bir taraftan aranan bir kişi ihtilalciler tarafından, öbür taraftan bulunamayan bir kişi. 1981-85 üniversitede okudum. Aynı sırada, anfide bulunduğumuz arkadaşlardan biri o yapı içerisinden biriydi. O zamanın şartları açısından yemekhanede yemek yemezler. Çünkü caiz mi değil mi bilinmiyor filan böyle bir dizi şey var. Çok farklı gözlemleme yapma imkânı buluyorsunuz. Sene 82, ihtilalciler hakim. Demokrasinin gayr-i İslamiliği söyleniyor. Başörtüsü yasağı var. Zaten kız öğrencilerin okumaması lazım. Bu İslami değil deniyor. 1983 Kasım seçimler oluyor. Beklenmedik şekilde Turgut Özal, Anavatan Partisi kazanıyor. Bu defa 84’ten itibaren söylem değişiyor. Demokrasi İslami olabiliyor artık filan vs. ve diğer taraftan FETÖ abileri diyorlar ki “emniyete şey yapmak lazım.” 1984’te bunu duydum.

metinkarabasoglu4.jpgAynı zamanda daha 82-83 şunu duymuştum mesela Fethullah Gülen güya aranıyor ama işte Laleli’de gibi filan yerde üç gün veya üç hafta misafir olmuş. Ben biliyorum üniversitedeki 17-18 yaşındaki bir öğrenci olarak ama onu her tarafa resim asıp arayan devletlûlarımız nerde olduğunu bir türlü bilemiyorlar. Orada da belli ki bir koruma bir danışıklı dövüş hali veya olduğu anlaşılıyor. En azından bir koruma olduğu bazılarınca korunduğu anlaşılıyor.

Şunu duymuştum mesela abileri dediler ki “Hocamız şöyle demiş. Bir okullaşın, işte dershaneler bunlar böyle her yerde daha önce bir Akyazılı tecrübesi var İzmir’de malum sadece. Her yerde okullar. Ve bunun olması için gidin bulunduğunuz yerlerde valiler, belediye başkanları vs. onlarla düzgün temaslar kurun, onların gönlünü kazanacak şekilde şey yapın. Bunlara pahalı hediyeler verin. Bu rüşvet sayılmaz. Çünkü maslahat var filan” vs. 82-83’te bunları sınıfta beraber olduğumuz arkadaşımızdan duymuştum.

F.GÜLEN BÜYÜRKEN NUR TALEBELERİ PARÇALANDI BU TESADÜF DEĞİL

Şimdi dönüp baktığımızda olmuş mu? Olmuş diye görüyoruz. Keza bunun diğer taraftan o öğrenciler ne oluyor? Daha sonrası diyelim 85’ten soran bu defa Boğaziçi’nde beraber okuduğumuz bir arkadaş Boğaziçi üniversitesinde mastır yapıyordu. O da diyordu ki “eğitim fakültesinin öğrencilerinin neredeyse tamamı Fethullahçı.” Bütün o dershanelerdeki çocukları hepsini yönlendirmişler. Yüksek puan alanları. O şartlarda mühendislik fakültesine de girebilir, elektronik fakat eğitim fakültesine yönlendirmişler. Siyaset bilimine girebilir fakat eğitim fakültesi. Hikâyeyi buradan anlayabiliyoruz değil mi? Bu defa okullaşma çoğalıyor. Hazır Boğaziçi mezunu İngilizceleri çok iyi öğrenciler oluyorlar. Türkiye içerisinde ona göre istihdam ediliyorlar. Kolejlerde, Boğaziçili zeki öğretmenlerin ders verdiği kolejlere bütün dindarlarımız çocuklarını gönderiyorlar hem dünyası iyi olsun hem de dinini öğrensin diye. Herkesin kemal-i hahiş ile yaptığı hani şimdi herkes söyleniyor ya. Bunlar, bunlar oldu. Gözümüzün önünde oldu bunlar.

Sonra değişik temaslar.

Ne oluyor bu defa? Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısında bu zaten bir büyüme potansiyeli oluşturuyor, dershaneler ve okullar üzerinden. Ki diğer taraftan şunu düşünelim. Aynı süreç içerisinde Nur Talebeleri 82’de 89’da iki büyük bölünme yaşayarak kendi dertlerinden dönüp başka meselelere ve hizmetlere hakkıyla odaklanır bir özellikten uzaklaşıyorlar. Ve çaptan düşüyorlar. Burada Nur Talebelerinin kendi ihtilaflarını yönetememeleri gibi bir hata var. Nur Talebelerinin bunu görüp bir özeleştiri yapmaları gerekiyor. Bir yanda Fethullahçılığa yol verilirken öbür tarafta Nur Talebelerinin gücünün iki büyük bölünmeyle kırılması... Bunun sadece içsel meselelerle açıklanabileceğini de düşünmüyorum.

Evet, ihtilafı yönetememek problem. Ama ihtilaflar bir bölünme için nasıl tetiklendi? Kimler ne şekilde devreye girdiler? Bunun da ayrıca sorulması gerekiyor. Dediğim gibi bu dış güçler bilmem ne, sızma vs. değil. Kendi hatalarımızı göz ardı etmeden bunu söyleyeyim. Ama neticede bu bir rastlantı değil benim kanaatim. Nur Talebelerinin gücü iki büyük bölünmeyle kırılır ve birbirileriyle veya kendi içlerindeki meselelerle uğraşır hale gelirken öbür tarafa Fethullahçılığın okullaşma, dershaneler ve yurtlar derken alıp başını gitmesi. Bence bu rastlantı değil.

90’lara geldiğimizde ise bu zaten yapı bir şekilde büyümüş ve yavaştan küçük memuriyetlerle veya subaylıklarla o belli kritik yerlere nüfuz eder hale gelmiş. Ayrıca kominizim çökmüş, Sovyetler çökmüş ve de Orta Asya’dan başlayarak bu yapının önüne hazır eğitim tecrübesi, öğretmen kadrosuyla yeni imkânlar açılmış. 1993-94’ten itibaren başlayarak neler olup bittiği artık herkesin gözü önünde olan.

KUR’AN, SÜNNET VE RİSALE-İ NUR ÖLÇÜLERİ ÇERÇEVESİNDE FETÖ’YÜ YAZMIŞTIK

Orada yeni bir süreç başlıyor aslında.

Evet ki burada şeyi hatırlarsın. 93’te yazılan bir yazı vardı Sızıntı dergisinde. 94’te Yeni Asya’da üç yazıyla ona cevap vermiştim. Bizim açımızdan hep netti. 93’te o yazı üzerinden ne yapacaklarını neyi yapacaklarını neden yapacaklarını dine mugayir çok şey yapacaklarını fakat bunları işte Hızır-Musa sembolizmi üzerinden “Musa aleyhisselam da Hızır’ın ne yaptığını anlamamıştı. Ama bir bildiği vardı. Her yaptığının bir hikmeti vardı” diye dini açıdan izahı imkânsız meselelerini murakabe ve tartışma dışı bırakma gibi bir proje, dil, söylem ürettiklerini biz daha 93-94’te çözümlemedik mi? O zaman malum Yeni Asya vakfı, Köprü Dergisinde beraber çalışmamız oldu.

97’de hoşgörü rüzgârının estiği, herkesin o rüzgara kapıldığı bir dönemde sizin Köprü’de yayınlanan “hoşgörü nereye kadar” yazısı…

Ne bileyim dışarıdakine hoşgörü içeridekine farklı bir dil. Ne demiştik? Hoşgörü söyleminin samimiyeti yakından uzağa doğru olması lazım. Hem Müslümana karşı mesafelisin kendini ondan yukarıda bir yere konuşlandırıyorsun. Gayrimüslime şirin gözüküyorsun veya sekülere karşı. Sonra onlarla olan temasın üzerinden dönüp dindara psikolojik baskı uyguluyorsun. “Bak onlara bile ulaşıyorum onlar beni takdir ediyor sen niye takdir etmiyorsun” diye değil mi? Bütün bu hoşgörü söyleminin ne gibi arızalar ürettiğini, Kur’an, Sünnet ve Risale-i Nur ölçüleri çerçevesinde yazdık. Risale-i Nur ölçüleri derken Üstadımızın Kur’an’dan ve sünnetten aldığı dersle o Kur’an-i ve nebevi ölçüler yaşadığımız zaman ve zeminde nasıl hayata taşınır, bunun izahıdır zaten. Bunu yazdık.

Bizim açımızdan sürpriz değil. Ama biz bunu 90’ların ortasında görmüşüz, tavrımızı koymuşuz ne arızalar üretebilecek ve bu arızalar nasıl bir din diliyle meşrulaştırılmaya çalışılacak? Bunu görmüşüz uyarımızı yapmışız. Bu uyarıları kimse, çok az kişi hariç dikkate almamış. Bilakis orada ödüller var geziler var imkânlar var kitaplarınız birden çok yerlere ulaşabiliyor, okullara nüfuz ediyor vs. bir sürü şey var. Ehli ticaretsin bir anda pazarlama ağına ulaşıyorsun. Veya bir siyasetçisin yerel küresel bir PR ağına ulaşıyorsun. Bütün bunlar oluyordu.

BU YAPI HERKESİN GÖZLERİ ÖNÜNDE BÜYÜDÜ

En başta bugün güya sabahtan akşama analiz yapan -meselenin hakkını veren hocalarımızı, âlimlerimizi tenzih ederek söylüyorum- kendince Fethullahçılık üzerinden bütün sahih dini yapılara vurmaya çalışan ilahiyatçıların hepsi o gün oradaydınız. Ben bir ilahiyatçı değilim. Ama ben sıradan bir Müslüman olarak 90’ların başında neyin nereye gittiğini görebildim. Ve kendi anladığım kadarıyla Üstadımdan aldığım ölçüler ve ders dahilinde yazdım. Benim yapabileceğim kalemle uyarıda bulunmaktı bunu yaptım. Beraber bir yayın ortamındaydık bunu beraberce yaptık. Düşündük, konuştuk ve yayınladık biz. Peki, siz neredeydiniz o zaman? Ama bugün geliyoruz aslında ne olacağı, neyin nerelere gideceği 90’ların ilk yarısında bugün aslında görünmüş durumdayken burada müthiş bir ikiyüzlülük diyeceğim kendini, hatalarını göz ardı ederek faturayı kendisi ve kendi aidiyeti dışından birilerine yazma.

Net söyleyeyim bu yapı herkesin, hepimizin gözleri önünde büyüdü. Bu noktada kendi özeleştirisini yapmayan, mertçe bu özeleştiriyi yapmayan hiç kimsenin eleştirisi benim gözümde makbul değildir, ahlaki değildir. Tayyip Erdoğan’ın, cumhurbaşkanımızın öz eleştirisini duydum dolayısıyla onun eleştirisi benim için makbuldür. Ama kendi hatasını görmeyip “ben şöyle yapabilirdim, yapmadım. Mesela burada fıkhın suiistimali vardı. Bunu söylemedim. Ben bu alanın uzmanı olduğum halde. Tefsirin sınırlarını zorlamak vardı bunu söylemedim. Hadis işine göre eğilip bükülüyordu bunu söylemedim. Siyer tamamen çarpıtıldı bunu söylemedim. Tasavvuf hallaç pamuğu gibi işine geldiği gibi kullanıldı, tasavvufun kavramları söylemedim. Söylemeliydim Allah beni affetsin ama bundan sonra da ders aldım bundan sonra usulünce üslubunca buyurun Ey millet söylüyorum.” Bunu diyene evet derim ki saygı duyarım.

Ama en azından suskunluğuyla bir kısmı elini bir kısmı dilini bilakis büyümesi için kullanmış, bu olmasa dahi suskunluğuyla bu arızanın, bu kanserli din dilinin büyümesinde en azından suskunluğuyla, tavır koymamasıyla katkısı olmuş insanların öz eleştiri yapmadan bugün birilerine fatura çıkarmasına saygım yok.

KAYNAĞIYLA ASLI BU DİYE ANLATILABİLSE PROBLEMİ GÖRÜP UYANACAK İNSANLAR VAR

Biraz işin magazinindelerdi. Esasa girip de FETÖ’ye karşı bir şey geliştiren de maalesef çok az

Hala teolojik arıza, hala bu yapı nasıl bu kadar insanı kendine cezbedebildi? İnsanlar cemaat diye girdiler. Fakat bir kültün parçası oldu önemli bir kısmı bir kültün bir parçası olduğunu bile hala farkında değiller. Peki, nasıl olabildi? Nasıl formatlandılar? İradeleri ve akılları nasıl bir dumur haline maruz kaldı? Burada özellikle teolojinin istimali, din dilinin suiistimali bütün İslami ilimlerin bu noktada eğilip, bükülmesi, işine geldiği şekilde tam bir usulsüzlük tam bir metotsuzluk.

Âlimlerimizin hadiste de tefsirde de İslam tarihi siyer yazımında da fıkıhta da ortaya koyduğu ölçülerin tamamen bertaraf edilmesi… Bu boyut üzerine hala konuşulmuyor. Bak olayın aslı bu Fethullah Gülen böyle anlattı. Hala söylenmiyor. Belki kaynağıyla, ölçüsüyle aslı bu diye anlatılabilse, çözümlenebilse belki problemi görüp uyanacak insanlar var. Hala yapılmıyor bu.

Ama onun yerine bir de şu var. Şimdi terör örgütü diyoruz ya. Bu yapının bir kült boyutu var bir örgüt boyutu var bir de daha sempati düzeyinde, kendince bir sosyalliği orada bulmuş, namazla orada tanışmış işte belli imanıyla ilgili dinle ilgili sorular vardı cevabı orada bulmuş insanlar var. Şimdi ben böyle de bir adaletsizlik yapıldığını düşünüyorum. İlişkileri çok farklı düzeylerde, kriminolojik düzeyde olan var, sempati düzeyde olan var. Şimdi böyle hepsinin aynı torbaya atılması dolayısıyla cezalandırılmaması gerekenin bilakis rehabilite edilmesi ve kurtarılması, gerekenin de diğeriyle aynı muameleye en azından söylem düzeyinde maruz bırakılması gibi… Dün destek vererek, alkışlayarak veya suskun kalarak büyümesine katkıda bulunurken bugün bu defa adeta dünkü o açığını kapatmak adına herkesten fazla söylemek. Dün herkesten fazla övenler dikkat edersek bugün herkesten fazla sövüyorlar. Dün suskun kalanlar bugün ilişkisi tamir edilebilir, tashih edilebilir, kendisi rehabilite edilebilir ve geniş ümmet bütününe kazandırılabilir durumda olanları dahi kriminal teşebbüslerin içine girenler. Soru çalmadır, darbe teşebbüsüdür, başka şeylerdir aynı düzlemde değerlendirerek bence ifrat tefrit. Dün de hata yaptı bazıları o hata bugün de ayrıca belirtmek isterim.

Devam edecek

Röportajın videosu

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.