
Prof. Dr. Şadi EREN
Akıl mı yoksa nakil mi?
Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde 1. Mukaddime olarak şöyle bir esası ifade eder:
“Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”
Yani, akıl ve nakil birbiriyle çeliştiğinde, akıl asıl itibar ve nakil te’vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.[1]
Böyle bir esas, herkes tarafından değilse bile akl- ı selim sahibi nice âlim nezdinde kabul görmüş usûldendir. İslâm camiası içinde çıkan Mu’tezile mezhebi, aklı nakle tercih eder, mesela aklın anlamada zorlandığı mu’cizeleri te’vil etme cihetine gider. Bediüzzaman, Mu’tezile mezhebinden olmadığı gibi, eserlerinin pek çok yerinde onların tenkidini yapmış, aklı nakle tercih etmelerinin isabetli olmadığını nazara vermiştir. Bu durumda, kendisinin üstteki bu veciz ifadesini nasıl anlamak gerekir?
Bediüzzaman’ın üstteki ifadesinde geçen “nakil”den murat, bize nakil yoluyla gelen âyetler ve hadislerdir. Aslında akıl ve nakil birbiriyle ters düşmez, bilakis birbirini te’yid eder. Ama zahirde birbiriyle çatıştığı zannedilebilir.
Üstteki ibarede “…O akıl, akıl olsa gerektir” ibaresini kavram olarak “Akl-ı selim” ile ifadesiyle karşılayabiliriz. Selim aklın asıl itibar kabul edilmesi, naklin te’vili noktasındadır. Yoksa “Aklımıza uymayan nakli (nassı) reddedelim” anlamında değildir. Böyle bir yaklaşım, mü’minler için Kur’ân hakkında zaten düşünülemez. Zira Kur’ân’ın bir âyetini bile kabul etmeyen, dini literatürde “kâfir” olarak nitelendirilir. Hadislerde ise; selim akla ters düşen hadislerin ya mevzu (uydurma) olduğunu kabul etmek ya da sahih bir te’ville te’vilde bulunmak söz konusudur.
Mesela, “Kadın eğe kemiğinden yaratıldı. Düzeltmeye kalkarsanız onu kırarsınız” hadisine bakalım.[2] Bu hadise yakın bir mana, benzeri bir ifadeyle Tevrat’ta Hazreti Havva’nın yaratılışıyla ilgili olarak da geçer.[3] Hadiste geçen ifadeyi hakikat olarak telakki eden, yani kadının yaratılış maddesini eğe kemiği kabul eden hayli kimse vardır. Hâlbuki hadisin başka varyantlarında “Kadın eğe kemiği gibidir”[4] denilmesi, meseleyi halletmektedir. Yani bu bir teşbih olup, Hamdi Yazır’ın da belirttiği gibi, bununla kadının farklı tabiatına dikkat çekilmiştir.[5] Hadisteki ifadenin hakikat değil mecaz olduğunu nazara vererek meseleyi halletmek mümkün iken, “mevzudur” diyerek inkârı cihetine gitmek veya bu hadisi nazara vererek “İslâmiyet kadını tahkir etmiştir” gibi bir iftirada bulunmak, hiç de akl-ı selime yakışan bir durum değildir.
Bir de miraç, ahiret gibi aklımızı aşan meseleler olabilir. Bu tür meselelerde aklı hakem yapıp, onun ulaşamadığı şeylere “akıl dışı” deyip inkâr cihetine gidilmemesi gerekir. Zira bir kısım gerçekler “akıl üstü” olabilir, fakat “akıl dışı” olamaz. Bu konuda Hamdi Yazır şöyle der:
“İslâm’da ahiret gibi bazı gerçekler tarihi vak’alar gibidir. Aklen bulunamaz, nakle ve vahye ihtiyaç görülür. Bu manada bunlara akıl üstü demek mümkün ise de bunlar aklen imkânsız ve birbirini nakzedici değildirler.”[6]
Öte yandan Bediüzzaman’ın “O akıl, akıl olsa gerektir.” ifadesinden maksat “ilimin ulaştığı kesin neticeler” de olabilir. Çünkü ilimler, topyekûn insan âleminin ortak aklı gibidir. Ama dinin nasslarında bazılarının manaya delâleti zanni olduğu gibi, ilimin ulaştığı sonuçların da bir kısmi zannidir, yani teorik olup henüz kesin bir bilgi haline gelmemiştir. Bu meyanda değerlendirdiğimizde meseleyi ana hatlarıyla şöyle ele alabiliriz:
-Nakil yoluyla bize bildirilenlerin manaya delâleti ya kat’i veya zannidir.
-Bilim yoluyla ulaştığımız sonuçlar da ya kat’i veya zannidir.
-Bilimin hiçbir kat’i hakikati İslâm’ın bize bildirdiği manası kat’i bir nassla ters düşmez. Çünkü Kitabı / Kur'anı indiren kim ise, kâinat kitabını yaratan da odur.
-Bilimin zanni ve teorik bir sonucuyla dinin herhangi bir nassı değerlendirilemez, ona dayanarak tenkit edilemez. Mesela Darwin’in evrim teorisine dayanılarak dinde bildirilen ilk insanın Hz. Âdem olmasına itiraz edilemez.
-Bilimin kat’i olarak ulaştığı bir sonuç, manaya delâleti zanni olan bir nassla çelişirse, bu durumda bilim asıl kabul edilir, o nass da bilimin ışığında tevil edilir. Bediüzzaman’ın nazara verdiği esas, işte bu gibi durumlarda geçerlidir. Mesela âyette şöyle geçer:
“Yere bakmıyorlar mı, nasıl yayılmış?”[7]
Âyet metninde geçen “satıh” kelimesinden yola çıkılarak, bazı tefsirlerde dünyanın düz olduğu ifade edilmiştir. Bu ise bilimin günümüzde kat’i olarak ulaştığı “dünyanın yuvarlaklığıyla” çelişmektedir. Bu durumda bu tür yorumların bilimin sonuçlarıyla yeniden değerlendirilmesi gerekir. Zaten âyette nazara verilen durum dünyanın düz olması değil, o kadar dağlar, vadiler arasında insanların kolayca istifade etmeleri için ova gibi düz yerlerin meydana getirilmesidir.
Ali Fuat Başgil, akıl-nakil konusunda şu mühim noktaya dikkat çeker:
"Akıl ve nakil, iki nakiz değil, iki mütemmimdir"[8]
Ali Arslan Aydın ise benzeri bir yaklaşımla şöyle der:
“Akıl ile nakil birbirini nakzetmez. Yani ikisi arasında çelişki yoktur. Belki onlar daima birbirini teyit eder ve destekler. Şayet aralarında ihtilaf var gibi görülürse, bunun sebebi, ya aklın selim (sağlıklı) ya da naklin sarih (açık) olmamasıdır."[9]
Burada, İslâm’da din-ilim çatışması şeklinde gösterilen şeylerin iki mühim sebebine dikkat çekilmiştir. Bunlardan birincisi, vahyin muhatapları olan bazı kimselerin selim bir akla sahip olmayışı, ikincisi ise, vahiyle bildirilen nassın açık olmayışıdır. Nassın açık olmadığı durumlarda te’vil cihetine gidilir. Te’vilde ise, katiyet söz konusu olamaz. Aynı nass, başka şekillerde de anlaşılmaya müsaittir. Mesela, hurûf-u mukattaa’dan olan ve kendi adıyla anıldığı sure başında yer alan (Kaf) harfinden Kaf Dağının varlığını isbata çalışmak, yine hurûf-u mukattaa’dan olan (Nun) harfinden yerin sırtında durduğu bir balığı görmeye gayret etmek tekellüfü, yani zorlamalı te’villerdir. Bu tür yorumlar, başkasını bağlayıcı ve Kur’ân’ın özünü yansıtıcı ifadeler olmaktan uzaktır. Bazılarının bu tür âyetlerden ilme ters istihraçlarda bulunmalarına bakıp Kur’ân’ı ilme tersmiş gibi göstermek büyük bir insafsızlıktır.
[1] Benzeri bir ifade için bkz. M. Şemseddin Günaltay, Felsefe-i Ûlâ, İnsan Yay. 1994, s. 9
[2] Buhâri, Nikâh, 80, Rada, 62; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, Çağrı Yay. İst. 1981, V, 8.
[3] Tevrat, Tekvin, 2/22-23. Burada şöyle denilmektedir: "Rab Allah, adamın (Âdemin) üzerine derin uyku getirdi ve uyudu. Ve onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle kapadı. Rab Allah, adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı."
[4] Buhâri, Nikâh, 79; Müslim, Rada, 65; Tirmizi, Talak, 12; Abdurrahman Darimi, Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981. Nikâh, 45
[5] Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1272-1273
[6] Yazır, Metalib ve Mezahib, (Fransızca’dan tercüme ettiği kitabın "Hutbe” Bölümünde), İst. Eser Neşriyat, s. 37
[7] Ğaşiye, 20
[8] Başgil, Din ve Laiklik, s. 40
[9] Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, Çağrı Yay. İst. 1979, s. 123
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.