Risale-i Nur’un üslubu hakkında bazı sorular ve cevapları

Bediüzzaman, neden Risale-i Nur’un Kur’an’ın işaretlerine mazhar olduğunu ısrarla vurgulamıştır?

El-Cevap:

Bediüzzaman hazretlerinin bulunduğu dönemi iyi düşünmek gerekir. Onun özet ifadesiyle, müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor ve içinde onun manevi evlatları, yani insanlar içinde tutuşmuş yanıyor. Bu yangını söndürmeye ve evlatları olarak gördüğü insanları bir anne şefkatiyle o yangından kurtarmaya koşuyordu. Böyle bir durumda kendisini cankurtaran bir itfaiye memuru olduğunu bildirmesi ve insanları buna inandırması gerekiyordu. İnsanların güvenini kazanması ve işaret ettiği yangın merdivenini derhal kullanmalarını sağlaması için, kesin bir kanaatle doğruluğuna ve davasına katkı sağlayacağına inandığı bazı gerçekleri açıkça ortaya koymasının lüzumu vardı. Bu cümleden olarak kendisinin Allah tarafından istihdam edilen bir müceddid olduğunu, bu asrın manevi yangınını söndürmekle görevli bulunduğunu açıklaması ve bunu ispat etmesi çok büyük önem arz ediyordu. Bu kanaatinin bir tezahürü olarak elinde bulunan Risale-i Nur külliyatının Kur’an tarafından kabule şayan görüldüğünü, işaret ve beşaretlerine mazhar olduğunu bildirmesi kadar tabii bir şey olamazdı.

Böyle büyük bir dava uğruna bütün hayatını feda etmiş, sadece dünyasının bütün lezzetlerini değil, uhrevî makamları dahi göz ardı etmiş, eşsiz bir ihlasla çalışan bir insanın bu manevi itfaiye göreviyle vazifeli bulunduğunu insanlara bildirip ilan ve ispat etme gayretlerini, bu yolda attığı her adımı, sarf ettiği her sözü, gösterdiği her davranışı, yangın içerisinde cayır cayır yanma tehlikesiyle karşı karşıya kalan evlatlarını kurtarma yolunda her şeyini ortaya koyan manevi bir annenin çırpınışları olarak değerlendirmek gerekir.

Peki, “bana ihtar edildi, kalbime ihtar edildi, Kur’an’da mülhem” gibi gerçekleri seslendirmeseydi olmaz mıydı?

El-Cevap: Hayır! Olmazdı, olamazdı. Çünkü:

Korsan, art niyetli, acemi itfaiyeciler kılığındaki insanların kol gezdiği bir devirde ve bir bölgede, resmi olarak görevli olan ve profesyonelce çalışan bir itfaiyecinin bu resmi kimliğini bütün açıklığıyla gösterip ispat etmesi, itfaiye araçları kadar önemlidir. Çünkü bütün havliyle yangından kurtulmaya çalışan insanların, gösterilen yangın merdivenini tereddütsüz kullanmaları, açılan brandaya güvenerek atlamaları için bu resmi kimliğin ibrazı şarttır.

Risale-i Nur’da bir münasebetle verilen “Acaba ışıkla celp edip topuzla dövecek mi?” misalinde olduğu gibi, insanların durumlarını acil olarak düzeltmek için bu kuşkuları derhal bertaraf etmek büyük önemi haizidir.

Oysa herkes ehl-i tahkik olmadığı gibi, o dönemde meseleleri tahkik edecek fazla vakitleri de yoktur. Bunun en pratik yolu -Üstad nazarında hiç şüphe ihtimali olmayan bir gerçeğin ifadesi olarak- Risale-i Nurun Kur’anın işaretine mazhar bir eser olduğunu has talebelerine mahremce bir harem dairesinde ilan etmektir. Üstad da bunu yapmıştır.

Ayrıca, yine  risalelerde vurgulandığı üzere, halk kitlesini bir sözün ilmî ve aklî yönünden ziyade, mehazındaki kutsiyeti imtisale sevkeder. Yani, o sözün insanlar üzerinde müspet bir etki yapması için onun kutsal bir kaynakla olan irtibatın bilinmesi gerekir. Buna göre, Risale-i Nurun verdiği mesajların, Kur’an’a aykırı bir tarafının olup olmadığı hususundaki tereddütlerin izale edilmesinin en kolay yolu onun Kur’anın işaretlerine mazhar olduğunu, ondan mülhem manevi bir tefsiri olduğunu vurgulamaktır. İşte Risalelerde, Bediüzzaman’ın bu işaretlerin varlığında asla şüphesi yoktur. Onun bu kesin kanaati doğrultusunda seslendirilen işaretlerle böyle bir kutsiyete vurgu yapılmıştır.

Neden Ebced hesabına başvurmuştur?

El-Cevap:

Ebced hesabı, Müfessirlerin imamı unvanına layık görülen İmam Taberi’den beri tefsir kaynaklarının büyük çoğunluğunda kabul edilen ve bazı hadis rivayetleriyle de desteklenen Kur’an esrarının bir anahtarıdır.  Bediüzzaman Hazretleri, tam zamanında bu bediâne anahtarı kullanmıştır. Şöyle ki:

Üstadın bu anahtarı kullandığı dönemde, Kur’an’ın etrafındaki surlar kırılmış, doğrudan Kur’an’a hücumlar başlamıştır. Bu durumda Kur’an’ın kendi kendini müdafaa etmekten başka bir seçenek yoktur. Bu müdafaa ise, Kur’an’ın kendi semavi kimliğini, mucizeliğini ortaya koyması anlamına gelir. Bu asırda Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’an’ın bu semavi kimliğini, bu mucizeliğini ortaya koymakla görevli olduğuna kesin olarak inandığını, onun rüya-yı sadıka dediği misali bir vakıada annesiyle birlikte Ararat dağının altında verdiği şu kararından anlıyoruz:

“Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'anı beyan et." Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.” (Mektubat/28.Mektup/s.368)

İşte Bediüzzaman, bu zamanda Kur’an’a yapılan alçakça hücumlar zamanında, onun mucizeliğini ortaya koymanın zamanının geldiğini görmüş ve bu görevi yerine getirmek için her türlü şartlarda, Ebced hesabı dahil her türlü silahı kullanmaya kendini mecbur hissetmiştir. Bu cümleden olarak, Kur’an’ın bizzat gözle görülen büyük bir esere, yani Risale-i Nur’a işaretlerini gözler önüne sermesi ve bunu insaflı ehl-i ilme kabul ettirmesi, Kur’an’ın belagat ve diğer ilmi vechelerini anlamaya kabiliyetleri olmayan o günkü ve hatta bu günkü insanların büyük çoğunluğuna en kısa yoldan Kur’an’ın mucizeliğini ortaya koyma adına yaptığı bir müdafaa anlamına gelmektedir.

Üstadın, Risale-i Nur’un Kur’an’ın işaretlerine mazhar, makbul bir eser olduğunu vurgulaması, aynı zamanda hakkın hatırını saymakla da yakından ilişkisi vardır. Risale-i Nur’daki hakikatlerin Kur’an’dan mülhem olduğunu aynel-yakin bilen Üstad, bu hakikatlerin değerini –kahir ekseriyeti ehl-i tahkik olmayan insanlara-göstermek için onların Kur’an’ın malı olduğunu ilan etmesi, hizmetin tesiri ve selameti açısından olduğu kadar, hak ve hakikatin kadrini- kıymetini küçük düşürmemek bakımından da son derece önem arz etmektedir.

Üstadın aşağıdaki ifadeleri bu düşüncelerini ortaya koymaktadır:

“Nev'-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hatta kuvvetli bir hakikati, zayıf bir adamın elinde zayıf görür ve kıymetsiz bir meseleyi, kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telakki eder. İşte ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur'aniyenin kıymetini, ekser nâsın/insanların nokta-i nazarında –küçük-düşürmemek için, bilmecburiye ilân ediyorum ki: İhtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmeyerek, bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inayata ve teshilâta (inayetlere, kolaylıklara) mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inayetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz.” (Mektubat, 370-371)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum