Çağ Yangınında Canlı Taklidi Yapıyoruz

Budizm inanışı gereği, ölü, bir dağ eteğinde yahut Ganj Nehri'nin kıyısında yakılır. Kısa süre önce medyada çıkan bir habere göre Japonya’da bir milletvekili Müslüman ölülerin de yakılmasını istedi.

İnsan garip varlık. Onu anlamak gerçekten çok güç. Yeri geldiğinde insanı da, insanlığı anlatan kutsal kitap Kur’an’ı da, insanı ve Kur’an’ı anlatan Risale-i Nur gibi kitapları da yakabiliyor. Har, ateş demektir. İnsan hayatta kalmak için ateşten kaçarcasına harıl harıl çalışırken, filmin sonunda, son nefesini verdiğinde kendisinin yakılmasını istiyor. Oysa bütün semavi dinlere göre, kişi günahkâr ise ya dünyada cezasını çekiyor ya da ahirete gidince cehennemde yanıyor.

İnsan, çözülmesi zor bir varlık. Var olduğu günden bu yana kendi varlığı üzerine düşünüyor. İnsana hakikati bulmada yardımcı olan akıl, kalp, ruh, sır, nefs, gönül, vicdan gibi manevi varlıkların işlevini sorguluyor. İş nihayetinde gelip ölüme dayanıyor. Bütün dinler ruhun ölümsüzlüğü gerçeğinde birleşiyor.

Ölmeden önce ölmüşüz; ölüm bize ne etsin...

Muhyiddin’i Arabî’ye göre, ölüm gerçekleştikten sonra da kabirde ‘marifet’ denilen bilgilenme devam ediyor. Tasavvuftaki bilenen anlamıyla, hayatta iken günahlardan tövbe ile arınma yaşarken, arınma gerçekleşmemişse toprakta “kabir azabı” denilen şekliyle devam ediyor. Bu da Arabî’nin görüşlerini destekliyor.

Kanadalı bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, insan kalbi durduktan, yani vefat gerçekleştikten sonra beyin on dakika kadar daha çalışmaya devam ediyor. Bu on dakikalık süreye ruh ne kadar hükmediyor bilemiyoruz. İhtimal ki bu süre zarfında insanın bütün hayatı bir sinema perdesi gibi hafızasından geçiyor.

Her şeyin bir hacmi olduğu gibi ruhun da var. İnsan son nefesini verip de dünyasını değiştirdiğinde vücut ağırlığının birden 21 gram düştüğü iddia ediliyor. Bunun gerekçesi olarak da ruhun özgül ağırlığı gösteriliyor. Bu iddiaya göre ruh 21 gram ve ecel geldiğinde bedeni terk edip göğe yükseliyor.

Meksikalı film yönetmeni 1963 doğumlu Alejandro González Iñárritu, 21 Gram filminde (2013) bu konuya değiniyor. Ölümün eşiğindeki biriyle hamile eşinin ilişkisi üzerinden umudu ve yaşama tutkusunu anlatıyor. İşte tam da burada akıllara bir soru geliyor. Ruh, bedeni gram ağırlığıyla orantılı olarak 21 saniye sonra mı terk ediyor?

Çağ ruhunu kaybetti

İnsan büyüyor ama ruhun hacmi sabit kalıyor. Çoğu kere vücut büyüdükçe, yaş ilerledikçe ruhun insan üzerindeki hâkimiyeti azalıyor. Küçükken fıtratının emrettiği şekilde yaşayan insan, büyüdükçe kontrolü kaybedip nefsinin, hissinin, hevasının, arzularının hâkimiyetine teslim oluyor. Küçükken yalan söylemeyen dil büyüyünce iftira bile atabiliyor. Küçükken haram yemeyen çocuk büyüyünce soygun yapabiliyor.

İnsan böyle de insanlık farklı mı sanki… İnsanoğlu her geçen gün kendi merkezinden, fıtratından hızla uzaklaşıyor.

Ruh, milyarlarca insanın içinden çıkalı yıllar, asırlar olmuş. İnsan insanlıktan çıkıp başka bir varlığa dönüşmüş.

Eskiler, dünyanın faniliğini, geçiciliğini, dünyaya gönül vermenin gereksizliğini, dünyanın peş para etmeyeceğini anlatabilmek için ölmeden önce ölünmesi gerektiğini, yani nefsani ve dünyevi istekleri terk etmek gerektiğini söylerler; “Kendinizi kabir ehlinden bilin.” diye de eklerlerdi.

Eskiler, insanı dünyaya çağıran nefsin, bedeni terk etmesi gerektiğini söylerdi. Bugünse nefisler diri, ruhlar ölü. Ruh bedeni terk edeli yıllar olmuş sanki.

Çoğumuz ölmüşüz ama canlı taklidi yapıyoruz. Ortalık canlı cenazeden geçilmiyor. Birçoğumuzun içinde ruh bedenin bir köşesine sinmiş can çekişiyor. Birçoğumuzun içinde de ruh ölmüş, salasını bekliyor.

İnsanlık irtifa kaybediyor

İçine hava üflendiğinde balon hafifleyerek uçmaya başlar. İnsan bir balondur; içine ruh üflendiğinde semavileşir, göklere yükselir. İçinden ruh çıktığında arzileşir; yere, toprağa düşer. Oysa çoğu kere insan, nefsinin arzularına teslim olur, ayağı yerden kesilir.

İnsan 80 günde dünya turunu; ruh ise 21 saniyede beden turunu bitiriyor. Ah ki dünya turuna çıkanlar bir de ahiret turuna çıkabilse, ahiretin istasyonu kabirlere gidebilse…

Hepimizin ana vatanı toprak. Hatta Aytmatov tarafından, “Toprak Ana” isimli bir roman bile yazıldı. Hepimiz topraktan geldik, yine toprağa gideceğiz. Sisler âlemi olan buğulu ruhlar dünyasından mağaraya benzeyen ana rahmine geldik; oradan da yine mağaraya benzeyen kabre gideceğiz.

On gündür Balkan coğrafyasını dolaşıyorum. En çok dikkatimi çeken yerler, kabirler oluyor. Hristiyan mezarlarını siyah kabir taşları süslüyor, Müslümanlarınkini ise beyaz taşlar… Hristiyan kabirlerini görünce insan ölümden korkuyor, Müslümanlarınkini görünce ölüm sevimli geliyor. Acaba herkes kalbini kabri yapmış olabilir mi? Kimi kabir taşlarının siyah, kimi beyaz olmasında kaderin böyle bir hükmü olabilir mi?

Boşnakların Müslüman bilgesi Aila İzzzet Begoviç’in kalbi bembeyazdı. Kalbi gibi kabri de bembeyaz. “Acaba?” diyorum, Begoviç’in ruhu, bedeninden ayrılırken, o tertemiz arkadaşından, Alia’nin kalbinden ayrılırken ayrılık acısı hissetmiş midir? Böyle tertemiz bir bedeni terk ederken hüzünlenmiş midir? Bediüzzaman’dan ayrılığa dayanamayarak şehit olan Hasan Feyzi Yüreğil gibi “Çekilip nuru hidayet yine zindan olacak…” diye diye inlemiş midir?

Iñárritu, Çocuk Taziyenâmesi’ni bilseydi…

Meksika’da mısır hasadının ardından, bir sonraki sene ekilecek ürünün daha verimli olması için tarla yakılır. Iñárritu’nun 21 gram filminin sonunda bebek dünyaya geliyor ama 2 gün sonra dünyasını değiştiriyor. Kocası, hanımını teskin etmek, eşinin acısını azaltmak, yaşama umudunu artırmak için, “Hasattan sonra daha gür çıksın diye mısır kökleri kalan tarlaları yakarlar. Kayıp ateşlendiğinde bir sonraki hasat daha yeşil olacaktır.” demişti. “Üzülme, evladımız vefat etse de acılarımız yeni ruhlar doğuracak.” mı demek istemişti?

Bu çağın çocuğu, zamanın oğlu İbnüzzaman (Bediüzzaman), Iñárritu’dan 30 sene önce Barla Sinemasında sahne almıştı. Öğrencisi Hafız Halid’in şahsında çocuğunu kaybeden bütün anne babaları teselli etmek için “Çocuk Taziyenâmesi” isimli bir kitapçık yazmıştı. Iñárritu, “Çocuk Taziyenâmesi” Risalesini okusaydı, filminin finali daha güzel olmaz mıydı?

Bosnalı Bilge Begoviç ile Barla sakini Bediüzzaman arasında ruh akrabalığı vardı. Begoviç, 1992-1995 yılları arasında Sırplar tarafından katledilen Bosnalı Müslüman çocukların kabrinde, annelerine babalarına pencereler açıyor, onlara umut aşılıyordu. Değil mi ki, çocuklar toprağa düşse de ruhları sonsuz.

Çocukları katleden Sırpların, cümle masumları katleden insanlıktan nasibini almamış varlıkların, bilhassa Müslüman ölülerin yakılmasını isteyen Umemura’nın ruhu kaç gram çeker bilemem ama masumların, bilhassa şehitlerin, çocukların, bilhassa şehit çocukların ruhları tartıya sığmayacak kadar fazladır. Zira hâlâ hatıralarda yaşamaya devam ediyorlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum