Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Tevekkül

Tevekkül kelimesi lügatte “acz içinde kalıp rızkı hususunda başkasına itimat etmek” anlamındadır. [bkz. Lisanu’l-Arab, (وكل) meddesi] Allah’a tevekkül eden de, Allah’a karşı acizliğini hissedip ona itimat eden kimsedir. Allah’a tevekkül eden, başta rızkı olmak üzere her şeyinin Allah’ın hazinesinden geldiğine inanır. Bediüzzaman tevekkülü imanla irtibatlandırıyor ve gerçek tevekkülün imandan kaynaklandığını ifade ederek özetle şöyle diyor:

İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre olayların baskısından kurtulabilir. (تَوَكَّلْتُ عَلَى اللهِ) der, hayat gemisinde, güvenle, dağ gibi olayların dalgaları içinde hayatına devam eder. Bütün ağırlıklarını her şeye kadir olan Allah’a emanet eder, rahatla dünyadan göçer, berzahta istirahat eder.” [23. Söz, 3. Nokta]

Ne var ki, “tevekkül” kelimesinin lügat tanımında yer alan “rızkı hususunda başkasına itimat etmek” manası yanlış anlaşılmalara yol açabiliyor. Yani insanlar hiç çalışmadan, sebeplere teşebbüs etmeden, “Madem rızkı veren Allah’tır, ben ne diye çalışayım. Ona tevekkül etmem yeterlidir” diyerek tevekkülü su-i istimal edebiliyorlar. Bazıları da maddi sebeplere itimat ederek, arzu ettikleri sonucun mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorlar. Bu tehlikeyi gören Bediüzzaman tevekkülün yanlış anlaşılmaması için ciddi bir uyarıda bulunmuştur. Özetle şöyle der:

Fakat yanlış anlama! Tevekkül, sebepleri tümüyle reddetmek değildir. Aksine tevekkül eden kişi sebepleri, kudret-i ilahiyenin bir perdesi olarak görmelidir. Sebeplere teşebbüs etmeyi de, bir nevi dua-yi fiilî telakki ederek sebeplerin sonucunu yalnız Cenab-ı Hak’tan istemeli, neticeleri ondan bilmeli ve ona minnettar olmalıdır.”[23. Söz. a.y.]

Bediüzzaman bu ifadeleriyle, tevekkül konusunda olabilecek iki temel yanlışa işaret ediyor. Yaşamak için sebepleri tamamen reddetmek yanlış olduğu gibi, maddi sebeplere teşebbüs edip arzu ettiği sonucu sebeplerden beklemenin da yanlış olduğunu ve sebeplere teşebbüs etmenin bir filî dua olduğunu vurguluyor. Nitekim Allah Teâlâ, kavimleri tarafından eziyet gören Peygamberlerin dilinden şöyle buyuruyor:

(وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَاؕ وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَيْتُمُونَاؕ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُون) “Allah bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette göğüs gereceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” [İbrahim, 14/12]

Ayette yer alan, “Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” cümlesi, “Allah’a tevekkül ediyorum” deyip tevekkülü yanlış anlayanlara bir uyarıdır. Çünkü az önce ifade edildiği gibi, bazı insanlar “Tevekkül ediyorum” diye sebeplere teşebbüs etmeyi tamamen terk edebiliyorlar; bazıları da, sebeplere yapıştıktan sonra kesin sonucu yine sebeplerden bekliyorlar. Bu iki yanlışa düşülmesin diye ayetin sonunda, “Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” buyrulmuş ve hakiki tevekküle dikkat çekilmiştir.

Tevekkülün rızıkla yakın ilişkisinden dolayıdır ki Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: (لَوْ أَنَّكُمْ تَوَكَّلْتُمْ عَلَى اللَّهِ حَقَّ تَوَكُّلِهِ لَرُزِقْتُمْ كَمَا تُرْزَقُ الطَّيْرُ تَغْدُو خِمَاصًا وَتَرُوحُ بِطَانًا) “Eğer siz gerçekten Allah’a tevekkül etseydiniz kuşlar gibi rızıklandırıldınız. Kuşlar sabah yuvalarından aç çıkarlar, akşam da tok dönerler.” [Tirmizi, 2344. Hadis] Demek gerçek anlamda tevekkül edenler mucizevi bir ikramla karşılaşabilirler. Birkaç örnek verelim:

Nuh (as) kavminin kötüleri tarafından çok taciz ediliyordu. Sıkıntı büyüyünce tevekkül ettiği Rabbine yalvardı, yakardı. Nuh, (فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانتَصِرْ) "Allah'ım ben güçsüzüm, yardım et" şeklinde dua ederken, onun duası sebebiyle insanlığın tufanla yok olacaklarını, kendisi ve kendisine inanan az sayıdaki insan dışında her kesin sular altında kalacağını bilemezdi. Ama Allah'a tevekkülü tam olduğu için o dehşet-engiz mucize gerçekleşti. Tıpkı nehirler gibi devamlı akan bir su ile göğün kapıları açıldı. Yerden de coşkun kaynaklar fışkırmaya başladı.

Nihâyet gökten boşalan ve yerden fışkıran sular, takdir edilmiş bir işi gerçekleştirmek üzere birleşip tufana dönüştü. Cenab-ı Allah, bir mükâfat olarak inkâr ve hakarete uğrayan Nûh’u (as), tahtalarla yapılmış ve çivilerle çakılmış bir gemiye bindirdi. O gemi, Allah’ın gözetimi altında Nuh’u (as) ve ona inanmış müminleri, etrafı bereketli kılınan Cudî dağına indirdi. Nuh (as), sıkıntılardan kurtularak beşerin ikinci babası unvanını aldı.

Hz. İbrahim (as). Gördüğü bir rüya üzerine oğlu İsmail'i kurban etmek üzere boğazına bıçak dayadığında, oğlunun cennetten gelecek bir koçla kesilmekten kurtarılacağını bilemiyordu. Ama Allah'a itimadı ve tevekkülü tam olunca, mucizeler peş peşe zuhur etti. Cebrail tarafından Cennetten bir koç getirilip İsmail’in yerine kurban edildi.

Kur’an bu mucizevî olayı şöyle anlatır: (وَنَادَيْنَاهُ أَن يَا إِبْرَاهِيمُ قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا ۚإِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ الْبَلَاءُ الْمُبِينُ وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ) “Biz İbrahim’e, ‘Ey İbrahim! Hakikaten rüyaya sadâkat gösterdin. İşte biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz ki bu, gerçekten apaçık bir imtihandır’ diye seslendik. Ve biz, (oğlunun canına) bedel olarak ona iri bir kurbanlık verdik.” [Saffât, 37/104-107]

Hz. İbrahim’in elinde zuhur eden bu mucize, o günden beri Müslümanların bayramda kurban kesmeleri için azim bir işaret oldu.

Allah Yusuf (as)'ı hapishaneden çıkaracağı zaman zindanın kapılarını kırdırıp onu çıkarmadı elbette. Aksine Mısır hükümdarı bir rüya görmüştü. Onun rüyası da ancak ve ancak yıllardır sabırla zindanda bekleyen Bilge Yusuf tarafından tabir edilebilirdi. Bütün rüya tabircileri rüyayı tabir etmekten aciz kalınca hükümdar, Rüyasını tabir eden Bilge Yusuf'u zindandan çıkarmakla kalmadı onu Mısır azizi de yaptı.

Kur’an bu hususu şöyle dile getirir: (وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْاَرْضِۚ يَتَبَوَّاُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَٓاءُؕ نُصٖيبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَٓاءُ وَلَا نُضٖيعُ اَجْرَ الْمُحْسِنٖينَ) “Böylece Yusuf’a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” [Yusuf, 12/56]. Çünkü Yusuf gerçek manada hep Allah'a tevekkül etmiş ve Mısır zindanındaki ağır şartlara sabretmiş ve sabrın mükâfatını almıştı.

Hz. Musa (as) ailesi için bir ateş bulmak üzere geceleyin yola çıkarken Rabbinin sözleriyle karşılaşıp onunla konuşacağını hiç tahmin etmemişti. Ama Allah'a gerçekten tevekkül etmişti, dolayısıyla gece seyahati mutlu bir sonla bitti. Kur’an bu mucizeyi şöyle anlatır: (فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ مِنْ شَاطِئِ الْوَادِ الْاَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ اَنْ يَا مُوسٰٓى اِنّٖٓي اَنَا اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمٖينَۙ) “Musa Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafından, (oradaki) ağaç yönünden kendisine, ‘Ey Mûsâ! Muhakkak ki ben yalnızca âlemlerin rabbi olan Allah’ım’ diye seslenildi.” [Kasas, 28/30]

Demek ki, Allah’a tam itimat etmek ve ona tam tevekkül etmek insanı mele-i âlâya çıkarır. Musa Allah’a olan tevekkülü sayesinde o gece “Kelîmullah” [Allah’ın konuştuğu peygamber] unvanını aldı.

Yunus (as) balığın karnında iken fırtınalı deniz, kapkaranlık ve dağdağalı gecenin baskısı altında çaresiz kaldığında (فَنَادَىٰ فِي الظُّلُمَاتِ أَن لَّا إِلَٰهَ إِلَّا أَنتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنتُ مِنَ الظَّالِمِينَ) “Sonunda karanlıklar içinde, ‘Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım’ diyerek Rabbine yalvardı.” [Enbiya, 20/87] şeklinde dua etti. Bu samimi dua üzerine bir mucize tahakkuk etti: Cenabı Allah onun duasını kabul ederek onu selamet sahiline attı. Bediüzzaman bu meseleyi şu çarpıcı ifadelerle dile getirir:

Bu münacatın sırr-ı azimi şudur ki: O vaziyette esbab bi’l-külliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir zat lâzım ki, hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde “gece, deniz ve hut/balık” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faydaları olmazdı. Demek, esbabın tesiri yok.” [Lemalar, 1. Lema]

Resul-i Ekrem'in (sav) eşi Hz. Hatice ve kendisine en fazla destek olan amcası Ebu Talib peygamberliğin 10. Yılında peş peşe vefat etmişlerdi. Hz. Peygamber, “Hüzün yılı” denilen bu yıl içinde, bir gece yatağında üzgün bir şekilde uyurken hayatının en mühim mucizelerinden birisi zuhur etti. Mirac… O gece Cebrail (as)'in refakatiyle Siderü’l-Müntehâya ve Kab-ı Kavseyne götürüldü. Allah ile konuştu. Uhrevî âlemleri ve vücûb âlemlerini seyretti.

Kur’an bu mucizeyi şöyle nakleder: (وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰى عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰى اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى ) “Andolsun ki onu (meleği) iniş esnasında en sondaki sidretü’l-müntehânın yanında bir daha gördü. Ki onun yanında huzur içinde kalınacak cennet vardır. O an sidreyi bürüyen bürümüştü. Göz ne kaydı ne de hedefinden şaştı. Hiç kuşkusuz o, rabbinin ayetlerinden en büyüğünü görmüştü.” Resûl-i Ekrem’in (sav) Allah’a tevekkülü ve itimadı tam olunca Risaleti için gerekli olan büyük bir mucizeye mazhar olmuş, sevinç ve ferah içinde o gece yatağına geri dönmüştü.

Demek, hadiste ifade edildiği gibi, gerçekten Allah’a tevekkül eden kimse, kuşlar gibi rızıklandırılıp harika ikramlarla karşılaşabilirler. Hakiki tevekkül edenler hayatlarında çok defa böyle nimetlere mazhar olmuşlardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum