Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

İslam Dünyasındaki İhtilafın Gerçek Sebebi

Yaklaşık 200 yıldan beridir Batılı devletler teknolojik, ekonomik, askerî ve siyasal açıdan İslam dünyasına meydan okuyorlar. Müslümanlar ise bu meydan okumalara bir türlü cevap veremiyorlar. Batılı Hristiyanlar meydan okumakla kalmayıp çeyrek asırdan fazladır Müslümanları birbirine düşürerek Müslümanlara tahakküm etmeye başlamışlar. İslam dünyasına baktığımız zaman siyasi liderleri, kurumları, ulema ve elitleri arasında gözle görülür şekilde ciddi bir ihtilafın var olduğunu görürüz.

Hatırlayalım, Irak 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal ettiğinde İslam İşbirliği Teşkilatı Kahire’de toplantı halindeydi; adeta varlık sebebini inkâr edercesine hiçbir karar almadan dağıldı. Düşman işgali altındaki Filistin konusunda defalarca bir araya gelen İslam ülkeleri sadra şifa bir karar almadan dağılıyorlar. Yani bugüne kadar İslam İşbirliği Teşkilatı, Müslümanların hiçbir önemli sorununu çözmüş değildir. Toplantılarda söylenenler hep sözde kalıyor. Günümüzde İslam ülkelerinin müteaddit toplantılarına rağmen, Batı desteğindeki İsrail’in katliamlarına maruz kalan Gazze konusunda bir türlü seslerini çıkaramamaları, aralarındaki ihtilafın derinliğini gösteriyor.

Peki, bu ihtilafın sebebi ne? Neden hiç olmazsa beş-altı tane büyük İslam devleti Batıyı arkasına alan İsrail’e ses çıkaramıyorlar? Kimler, neden korkuyorlar?

Bu konuda somut bir devletten ve somut bir korkudan söz etmekten ziyade “umumu’l-belva” [belanın yaygınlaşması] haline gelmiş kalbî bir hastalıktan söz edilebilir. O hastalık da nemelazımcılıktır. Batılı devletler, şeriatla yönetileceğini ilan eden ve adını “İslam Cumhuriyeti” olarak değiştiren İran’a, 40 yılı aşkın bir süredir ekonomik ve askeri ambargo uyguluyor. Bu ambargolar sebebiyle, dünyanın en zengin petrol kaynaklarından birine sahip olan İran, bir türlü ekonomik refaha kavuşamıyor. İslam ülkeleri de İran’la ticarî bir ilişkiye giremiyorlar. ABD İran’la ticaret yapanları yargılıyor ve bankalardaki varlıklarına el koyuyor. Bu yüzden yüz milyondan fazla nüfusa sahip olan İran fakirlikle boğuşuyor. Batılı devletler, İran’a ambargo uygulamakla diğer İslam ülkelerine de gözdağı vermiş oluyorlar. İşte her İslam devleti, “Ben neden başımı ağrıtayım. Süper güçlerin hoşuna gitmeyen bir şey yaparsam İran gibi bana da ekonomik ve askeri ambargo uygularlar, nemelazım” diyor.

Aslında ihtilafın ve birlik olamamanın asıl sebebi maddi ve ekonomik değildir. Çünkü İslam ülkeleri çoğunlukla fakir değillerdir. İşin temelinde başka önemli bir şey vardır. O da iman kardeşliğinde görülen zafiyetlerdir. İslam ülkelerinin liderleri birbirilerine, “Biz kardeşiz” diyorlar ama kardeşlik hakikatinin taşıdığı kapsamlı manadan habersizdirler. Bediüzzaman 20. Lem’ada, İslâm toplumunun dini ve manevî hayatında önemli mevkilerde bulunan bir kişi veya elit bir zümre olmanın getirdiği sorumluluk açısından kardeşliğin, ittifakın ve ihlâsın önemine işaret ediyor.

Buna göre İslâm dünyasında siyasi liderlerden ziyade, toplumda aktif rol oynayan "ehl-i din, eshab-i ilim ve erbab-i tarikat" gibi dini gruplar arasında ittifakın meydana gelmesi gerekir. Bunun için de öncelikle bu grupların, güç devşirmeleri değil ihlaslı olmaları icap eder. Deyim yerindeyse Bediüzzaman, ittihad-ı İslam’ın kilit noktasının ihlas ve uhuvvet olduğuna dikkat çekiyor. Dini grupların birbirileriyle olan münasebetlerinde ihlâsın önemini vurgulayan Bediüzzaman, ihlassızlığın bu gruplar arasındaki ihtilafın gerçek sebebi olduğunu ifade ediyor. "Elim ve feci ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak bir hadise-i muthişe" olarak kabul ettiği İslâmî gruplar arasındaki ihtilaf hastalığının yegâne tedavisinin yine iman kardeşliği ve ihlâs ile mümkün olabileceğini dile getiriyor.

Ona göre temelde ihlassızlığın yol açtığı ihtilafın vahim sonuçlarını önlemenin ve Müslümanların uhuvvetini sağlamlaştırmanın, dolayısıyla ittihad-ı İslam’ı sağlamanın yegâne çaresi dokuz hususun yerine getirilmesidir. Bu hususları özetle şöyle sıralar:

1-Müspet hareket etmek, yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Bunun en kestirme anlamı şudur: Kişi kendi mesleğini sevecek, ancak başkasının mesleğine karşı bir husumet beslemeyecek.

2-İslâm dairesi içinde hangi meşrepten olursa olsun medar-i muhabbet, uhuvvet ve ittifak olacak noktaları düşünüp ittifak etmek. Burada “İslam dairesi” kaydı çok önemlidir. İslam’ın beş şartını yerine getiren bütün Müslümanlar, meşrebi ne olursa olsun kardeşlik prensibiyle ittifak etmelidirler.

3- Kişi "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" diyebilir. Ancak başka mesleklerin çirkinliğini ima eden "Hak yalnız benim mesleğimdir" veya "Güzel sadece benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu rehber edinmek.

Ne yazık ki İslami gruplar genelde sadece kendi mesleğinin hak olduğu prensibiyle hareket ediyorlar. Bu tutum, gruplar arasındaki nezaket kurallarını yok ediyor. Müslümanlar sadece bu nezaket ve centilmenlik kuralına bile bağlı kaldıkları takdirde aralarında ihtilafa sebep hiçbir şey kalmayacaktır. “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” yerine, “Sadece benim sözüm doğru ve sadece benim mesleğim haktır” demek büyük bir insafsızlık ve nezaketsizliktir.

4-Hak yolda olanlarla ittifak etmenin tevfik-i ilâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu bilmek icap eder. Çünkü Allah’ın bize yardımı ve bizi muvaffak kılması hak yolda olan Müslümanların ittifak etmelerine bağlıdır. Allah’ın bizi muvaffak kılmasının bir şartı da öncelikle ittifak etmemizdir.

5- Ehl-i dalalet cemaat şeklinde ve kuvvetli bir şahs-ı manevî dehasıyla hücum ediyor. Böyle bir sahs-ı manevîye karşı her türlü kişisel mukavemetin zayıf düştüğünü bilmemiz icap eder. Dolayısıyla Müslümanların, ehl-i hak ile ittifaktan bir şahs-i manevî çıkarıp hakkaniyeti muhafaza etmeleri gerekir.

Bugün dinsizlik akımı çeşitli yollardan birleşerek, güçlü cemaatler halinde İslam’a hücum ediyor. Yahudiler, Hristiyanlar, Budistler, ateistler ve diğerleri… İslam’a düşmanlık bakımından neredeyse Putperest Hindistan, ateist Çin, Yahudi İsrail ve Hristiyan Batı arasında hiçbir fark yoktur. Bu dinlerin mensupları “tanrıya” inandıklarını söyledikleri halde, Müslümanlara soykırım uygulayan teröristleri hem askerî hem ekonomik açıdan destekliyorlar. Durum bu halde iken Müslümanların güçlü bir şekilde ittifak etmeleri gerekir ki saldırganlara karşı bir şahs-ı manevi oluşturabilsinler.

6-Hakkı batılın hücumundan kurtarmak, 7-Nefsini ve enâniyetini, 8- Ve yanlış düşündüğü izzetini, 9- Ve ehemmiyetsiz, rekabet peşinde koşan hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder.

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Müslümanların ihtilaflarına sebep olarak ihlassızlığı ön görmektedir. Ona göre müminlerin birbirilerine karşı düşmanlık ve husumet beslemeleri onları ihlaslı ve hasbi iş yapmaktan alıkoymaktadır. Çünkü insanın manevi hayatı ve ibadetleri, ihlasın zıttı olan adavet ve inatla sarsılır. Yani adavet sebebiyle, kurtuluşun vesilesi olan ihlas zayi olur. Zira taraf tutan bir muannit, yaptığı hayırlı işlerde hasmına üstün gelmek ister. Bu yüzden ihlaslı amellere muvaffak olamaz. Ayrıca yetkisi dâhilindeki işlerde taraf tutacağı için adaletle hükmedemez. Sonuçta, hayırlı işlerin esasları olan ihlas ve adalet, husumet ve adavete dönüşür.

Dikkat edilmesi gereken diğer önemli noktalardan birisi de şudur: Ehl-i diyanet ve ehl-i dünya açısından başarı veya başarısızlığa baktığımız zaman sıfatların ve nitelikli davranışların galip geldiğini göreceğiz. Yani güzel hasletler, yüksek ahlak ve değerli sıfatlar kimde ise o başarılı olur. Bediüzzaman, Müslümanlarda olması lazım gelen sıfatların gayri Müslimlerde olması halinde galibiyetin de yer değişeceğine işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle, kâfirdeki Müslüman bir sıfat kâfiri muvaffak kılar, aynı şekilde Müslüman'daki kâfir bir sıfat Müslüman mağlup eder.

Onun için ( اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ) "Hak daima üstündür" hadisi sıfatlar ve sonuç itibariyle önemli bir hakikati ortaya koyuyor. Çünkü Dinin emirleri olan teşri'î [şeriatle ilgili] emirlere karşı itaat ve isyan olabileceği gibi tekvinî emirlere [fizikî kanunlara] karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde ceza ve mükâfat genellikle ahirette olur. İkincisinde ise, ekseriyet itibariyle dünyada hasmına galip gelmek veya mağlup olmak şeklinde tecelli eder.

Meselâ, sabrın mükâfatı zaferdir, tembelliğin cezası fakirlik ve sefalettir, çalışmak ve çalışmada sebat etmenin mükâfatı galebe etmek ve üstün gelmektir. Bu durumda kâfirin fizik kanunlarına itaat etmesi ona galibiyet ve üstünlük gibi bir avantaj sağlarken, Müslüman'ın aynı kanunlara isyan etmesi ve onları dikkate almaması Müslüman'ın mağlubiyetine yol açmıştır, denilebilir. Eğer bugün Müslümanlar ittifak edecekleri yerde ihtilaf ediyorlarsa başarmaları ve düşmanlarına galip gelmeleri mümkün değildir. Ayni şekilde kâfirler işlerinde ve çalışmalarında samimi bir ittifak sergiledikleri zaman galip gelirler.

Bediüzzaman bu açıklamalarıyla, Müslümanlardaki bu dağınıklığın ve ihtilafın en büyük sebebinin ihlassızlık olduğunu, hatta bu ihlassızlığın bir hastalık ve bir ahlakî zaaf oluşturduğunu kabul eder. Müslümanlar ihlaslı ve samimi oldukları zaman siyasi liderleri de, İslam kardeşliğine inanan, imanlı ve cesur olurlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum