Kur’ân Üslubunun Benzersizliği

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Dersleri-41: Kur’ân Üslubunun Benzersizliği

(7. Şua - Ayet-ül Kübra Risalesi”nin 17.Mertebe - İzah Metni)

Şimdi Kur’ân’ın hiçbir kitaba benzememesi nedeniyle, ya hepsinin üstünde veya tümünün altında olduğu ihtimallerinden ikinci ihtimalin kabule lâyık olmadığından hareketle “Kur’ân’ın tümünün üzerinde olduğunun ortaya çıkacağı”nın izahına geldik. Bu noktada Kur’ân üslubunun benzersizliği konusunda sözü yine Kadı İyaz’a bırakıyoruz:

“Bilindiği gibi onun nazm-ı şerifinde bambaşka bir mucizelik özelliği mevcuttur. Çünkü kâinatı hayrete düşürücü üslubu ne Arap dilinin üsluplarına ve ne nazım ve ne de nesir tarzına kesinlikle uymamaktadır. Oysa o kitap o dilde inmiştir. Fakat ayetlerinin sonları, kelimelerinin bölümleri ve taraf-ı ilahiden verilen şekilleri o zamana kadar Arap dili ve edebiyatında görülmemiştir. Ondan sonra da bugüne dek görülmemiştir ve bundan sonra görülmeyecektir. Zira geldiği günden bu yana hiç kimse onun benzerini getirememiştir. En ileriyi gören akıllar hayret içinde kalmıştır. Hayal güçleri onun kamaştırıcı aydınlığı karşısında bir anda sönüvermiştir. Nesir, nazm, seci’ ve şiir cinsinden olan hiçbir sözlerinde onun gibisine muvaffak olamamışlardır.

Velid Bin Mugire, Resûlullah (S.A.V.) kendisine Kur’ân okuduğu zaman, onu dinlediğinde kalbi yumuşadı. Kardeşinin oğlu Ebu Cehil bunu duyunca hemen ona geldi, onun bu durumuna karşı şiddetli bir itirazda bulundu. Velid ona ve yanındaki topluluğa şöyle haykırdı: “Allah’a yemin olsun ki içinizden hiçbiriniz benim kadar şiir bilmez! Allah’a yemin olsun ki, onun okuduğu şey, şiir türlerinden hiçbirine benzemiyor. Bambaşka bir söz manzumesidir O!”

Utbe Bin Rabia da Kur’ân’ı dinlediğinde şöyle dedi: “Ey kavmim, biliyorsunuz ki ben hayatta okumadık hiçbir şey bırakmadım. Elime geçen her şeyi okurum. Öyle bir söz dinledim ki, hayatımda onun gibisini görmedim. O ne sihirdir, ne şiirdir ve ne de kehanet! Bambaşka bir kelamdır O!” Nadr Bin Haris de aynı sözleri söylemiştir Kur’ân hakkında.

Ebu Zer (R.A.)’in Müslüman oluşu hakkında nakledilen hadisde, Ebu, Zer (R.A.) kardeşi Uneys’i şöyle anlatmıştır:

“Kardeşim Uneys’den güçlü bir şair duymadım. Cahiliyette on iki şairi dize getirmiştir. İşte ben de onlardan biriyim. Mekke’ye gidip gelince kendisine sordum:

‘Muhammed (A.S.M.) hakkında insanlar ne diyorlar?’

‘Şair, kâhin ve sihirbaz diyorlar. Fakat O’nun okuduğu söz onların dediklerine benzemiyor. Onu bütün şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hatta benim şiirlerimle de şöyle bir karşı karşıya getirdim, hiç benzemedi, apayrı bir şey O! Bu sebeple Muhammed (A.S.M.) doğru söylüyor. Onlar O’na iftira ediyorlar ve bile bile yalan söylüyorlar’, dedi. Bu hususta aktarılan haberlerin tümünün kaynağı sağlamdır ve sayılamayacak kadar çoktur.

[Bediüzzaman’ın kaynak bir eser olarak tavsiye ettiği Kadı İyaz’ın Şifa-i Şerif isimli meşhur eserinden aldığımız bölüm (s.262-263) burada bitti.]

Eser metnindeki tespitte Kur’ân’ın benzerinin yazılması için iki şiddetli sebebin mevcut olduğu ifade ediliyor. Biri düşmanlarının ona benzer bir şeyler yazma hırsı, diğeri dostlarının ona benzeme aşkı. İşte o zamandan bu zamana kadar yazılmış milyonlar Arapça kitaplar ortadadır. En basit zihinli bir insan bile Kur’ân ile onları karşılaştırmaya kalksa diyecektir ki: “Kur’ân, bu kitapların hiçbirine benzemez ve bunların seviyesinde değildir.” O halde ya hepsinin üstünde veya tümünün altında bir seviyede olduğu akla geliyor. En aşağıda olduğu ise, düşünmeden vazgeçilecek bir alternatif olduğundan, söz sanatındaki seviyesinin en üst mertebede olduğu kabul edilecek. İnsan gücünün üzerinde olan bu durum nedeniyle de Kur’ân’ın mucize derecesinde olduğunu ve Allah tarafından gönderildiğini itiraf etmek gerekecek.

Hatta Kur’ân, manayı anlamayan cahil tabakaya bile hitap eder ve usandırmama özelliği ile ona dahi mucizeliğini gösterir. O cahil adam der ki: “En güzel, en meşhur bir beyti iki üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur’ân ise hiç usandırmıyor; gittikçe daha ziyade dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü değildir.” (Risale-i Nur, Mektubat, 19.Mektup, 18.işaret.) Risale-i Nur’un 19.Mektub’unun 18.İşareti’nin Birinci Nükte’sinde, Kur’ân’ın her tabakaya karşı gösterdiği ayrı mucizelik yönleri olduğu izah edilmiştir. Denilebilir ki, Kur’ân’ın yüksek edebiyatını ve harika belagatını ancak binde bir araştırıcı bir âlim anlayabilir. Hâlbuki yukarıdan buraya kadar bahsettiğimiz mucizelik yönlerini ise en cahil ve kulaklı tabaka bile hissedebilir ve anlayabilir. Bununla birlikte fen bilimleri ile meşgul insan tabakalarına, kâinat hakikatleri ile ilgili meselelerde mucizeliğini ayrıca gösterir. Bunun çarpıcı misallerini ilerleyen sayfalarda bulacaksınız. Tarih alanında uzmanlaşmış olanlara, önceki milletlerle ilgili verdiği haberlerin doğruluğu noktasında başka tarzda bir mucizelik ortaya koyar.

Hatta çok yerlerinde benzer ayetleri ve karıştırmaya müsait yerleri bulunmasına rağmen, Kur’ân’ı ezbere çalışan ve normalde bir sayfayı hafızalarına alamayan küçük çocukların, o koca kitabı kolaylıkla hafızalarına yerleştirebilmeleri ile mucizeliğini onlara da hissettirir. Hem az bir sözden, gürültüden rahatsız olan hastalara ve ölüm döşeğinde olanlara bile çok tatlı ve güzel bir tesir bırakan Kur’ân, mucizeliğini bu tabakalara dahi etkileyici bir surette bildirir ve burada sayamadığımız ve detay veremediğimiz her çeşit insan tabakalarına hitap ederek, ayrı ayrı şekillerde hepsine de mucizeliğini gösterir ve böylelikle hiçbirini mahrum etmemiş olur.

Eser metninde geçen, “Kur’ân’ın -benzersizliği nedeniyle- ya bütün kitapların altında veya tüm kitapların üstünde bir mertebede olacağı” şeklindeki mantıkî çıkarım cümlesini, bir vakit daha izahlı ve net bir şekilde anlayabilmek istedim. Bu çıkarımın köklerinin ve gerekçelerinin çok daha derinlere gittiğini ve kesinlik derecesindeki sebeplere dayandığını şu vesileyle gördüm. Risale-i Nur’un 19.Mektub’unun 18.işaretinde aynı bahsin anlatıldığı cümleye konan bir haşiyede: “Yirmialtıncı Mektub'un ehemmiyetli Birinci Mebhası, şu cümlenin haşiyesi ve izahıdır.” denilmiştir. “Şeytanla münazara” (Münazara: Tartışma) olarak da meşhur olmuş bu kısım, küçük ama çok etkili bir risaledir. Bahsi geçen eseri yeniden bu gözle incelediğimizde fark ettik ki, gerçekten de bu cümlenin gerçek anlamda manası ve dayandığı nokta, işte bu risalenin dayandığı ve detaylarıyla ispatının yapıldığı temel mantıktır.

O mantık da şudur: Tabiat Risalesi izah metninin girişinde imanî meseleleri sağlıklı bir şekilde değerlenmek için ortaya koyulan esasları hatırlayalım. İman ve küfür arasında temel bir farklılık olduğunu ortaya koymuştuk. İman, sabit bir bilgiye dayanan ve hakikatte mevcut olan bir şeyin varlığının delillerle kabulü yoluydu. Karşıt alternatifi olan küfür ise, inkâr temelinde şekillenen ve iman hakikatlerinin yokluğunu veya yanlışlığını iddia eden diğer bir yoldu. Meselenin sabitesi imandı; deliller ise ona sadece yardımcı unsurlardı. O deliller tek tek çürüse veya farklılaşsa bile, yukarda sabit bir şekilde duran iman gerçeği sarsılmıyordu; yüzlerce karşıt delil ve şüpheler de olsa, onun sıhhatine ve kesinliğine zararı olmuyordu. Çünkü imana dair delillerden bir tanesinin gerçekliği halinde, iddianın doğruluğu ortaya çıkmış oluyordu ve bunun aksi mantıken düşünülemiyordu. Bununla birlikte, inkâr yolundaki yüzlerce delilin, ispat yolundaki tek bir delilden daha önemsiz olduğunu da görmüştük. Âdeta yüzlerce kapalı kapıları olan bir sarayın tek bir kapısının açılması ile diğer kapıların da açılacağı veya açılmış sayılacağı gibi. Hakikat ve mantık cephesinde işler böyle dönüyordu.

Şimdi bakınız, bu temel anlayışımızı Risale-i Nur’un Yirmialtıncı Mektub'un Birinci Mebhası’ndan yararlanarak meselemize uyguladığımızda neler oluyor: Bir kere Kur’ân’ı hiçbir şekilde insan sözü farz etmek ve onu öylece değerlendirmek imkânı bile söz konusu olmuyor. Çünkü bu tarzda bir değerlendirme tarafsız sayılamaz. Diğer tarafı desteklemek ve doğru görmek hükmündedir. Hem bu meselenin ortası da yoktur ki, ne insan sözü ne de Allah’ın sözü olarak görülmesin ve öyle bakılsın. Çünkü her iki hükmün gerektirdiği zarurî neticeler, birbirinden çok uzak ve birbirlerine zıttırlar. Âdeta ihtilaflı bir kıymetli malın kime ait olduğunun incelemesinde, iki taraf ortasında bırakmak imkânı olmazsa, yani arada çok uzak bir mesafe varsa, hem de o mal bir tarafın elindeyse, bir hukuk kaidesi olarak (karşı taraf aksini ispat edene kadar)  o mal ortada bırakılmaz. Kimin elindeyse (zilyed kimse) onun elinde bırakılır. Karşı taraf ancak mahkeme açar ve iddiasını ispat ederse o malı kendine alabilir.

Şimdi aynen bu misal gibi, Kur’ân da iki taraf ortasında bırakılmayacak çok kıymetli bir maldır ve zilyedi, yani malı elinde bulunduran da (Allah’ın sözü olduğu iddiasıyla ortaya çıktığı için) ilahî taraftır. Şimdi hem bu gerekçeyle hem de yukarda özetlediğimiz esaslar çerçevesinde, iddia sahibi öteki taraf, yani Kur’ân’ın insan sözü bir uydurma olduğunu söyleyen inkârcı, onun Allah’ın sözü olduğuna ait tüm delilleri birer birer ve kesin olarak çürütebilirse, ancak elini ona uzatabilir, yoksa uzatamaz. Yani yüzlerce değil, binlerce şüphe de verse ve karşıt delili de olsa yine bu durumda kaideten ve mantıken bir hak sahibi olunamaz ve meselemizi sarsmaz. İnsaflı bir muhakeme ancak bu tarzda yapılır ve en küçük bir delilde bile Kur’ân’ın davasının hakkaniyeti kuvvetlenir.

Diğer taraftan Kur’ân, gökten gelen Allah kelamı olmadığı zaman, yerde bulunan yalancı, aldatıcı ve sahtekâr bir insanın sözü (haşa bin kere haşa) olacaktır. Bu meselenin ortası yoktur. Peki bu durumda, yani Kur’ân insan sözü olarak görüldüğünde sorulmayacak mıdır, bu insan sözü olan kitap, milyarlarca insanı bin dört yüz senedir nasıl olmuş da kendisiyle daima meşgul etmiş ve akıllarını, ruhlarını, kalplerini, nefislerini kendine esir etmiş, hem kendini sürekli okutmuş ve hem de hükümlerini icra ettirmiştir? Böyle bir şeyin (bu seviyeye yaklaşmakta çok eksik kalmış muharref semavî kitaplar da dâhil olarak) insanlık âleminde tek bir örneği var mıdır? Hem tüm hayatıyla doğruluğu, güzel ahlakı ders veren ve bunu en önce ve en mükemmel kendisi uygulayan bir insan, nasıl olup da Allah’a karşı yalan söylemekten korkmayan ve hurafelerin kaynağı bir kitabın sahibi olacaktır? Nasıl olacak ki, etrafında canını, malını ve tüm hayatını maddeten ve manen feda eden insanlar olan dostları ve onun bir kusurunu ve hatasını bulup âleme yaymaya çok hevesli düşmanları, böyle bir şeyi hiçbir zaman görememişler ve dost-düşman herkes O’nu daima en doğru sözlü, en güzel ahlaklı ve çok akıllı, güvenilir bir adam bilmeye devam etmişlerdir?

Şu resûlün doğru sözlülüğü hakkında en ufak şüphesi olan kimseye Allah insaf versin. Çünkü Ebu Cehil bile “Biz seni değil, Kur’ân’ı yalanlıyoruz!” demiştir ve o büyük peygamberin şahsî faziletini inkâr edememiştir. Hakkı ve hakikati işlerine gelmediği için bile bile red ve inkâr ettiklerini, bu sözü ile açıkça itiraf etmiştir. Biz burada daha fazla detay veremeyeceğiz. Bu konuyla ilgili en mükemmel ifadeleri ve görülmemiş ihtişamlı bir üslupla harika ispat ve izahları, sözü geçen risalede bulacaksınız. İştiyak sahiplerine, Risale-i Nur’un Yirmialtıncı Mektub'un Birinci Mebhası’nı dikkat ve merakla okumalarını tavsiye ederek bu bahsi kapatıyoruz.

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Ders Videosu: (Kur’ân Üslubunun Benzersizliği)  https://youtu.be/2PLb7UAQl1U

Not: 4 Mart 2017 Ct. 16.45 tarihinde sunulacak “Ebedî Hayatın Varlığının İspatı-5 (Final) / Gizli Plan (10.Söz İzahı)” dersimizin detaylarına https://risaleinuregitimprogrami.com  adresinden ulaşabilirsiniz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.