İktidar ve Ehvenişer

“Türbelere çaput bağlayan insanla, siyasete dinini bina eden adam arasında organik bir bağ vardır.”

Halkın siyaset ve iktidarla olan ilişkisi bağlamında sayılabilecek bir kaç yaklaşımdan birisi, belkide en kritik olanı, herhalde “Ehvenişerri ihtiyar/ehvenişerri tercih” düşüncesidir. Genel kanı, ehvenişer meselesinin geçici bir durum olduğu; ilerde ehvenişer tercihinin yapılmasına gerek kalmayacak siyasi bir ortamın geleceğine inanıldığı yönündedir. Bunun böyle olmayacağına, “ehvenişer” yaklaşımının hiç de öyle geçici, arızi, dönemsel bir düşünce olarak görülemeyeceğine bütün bir insanlık tarihi şahit gösterilebilir. Çok müstesna dönemler dışında, tarih bize halkın siyasetle kurduğu ilişkinin ekseriyetle ehvenişerrin tercih edilmesi şeklinde olduğunu gösterir.

Devlet

Aziz Augustinos bize iki tür devletten bahseder: "Dünya devleti - İnsan'ın şehri "ve "Tanrı devleti –Tanrının şehri". Tanrı devletinde ebedî sürûr ve huzur, Dünya devletinde acı ve entrika vardır. Dostluk ve sevginin harmanlandığı bir şehrin ortaya çıkması uğruna, dünya devleti fikrine karşı savaşılmalı, hatta onu savunanlara işkence yapılmalıdır. Haçlı Seferleri'nden Ortaçağ'ın Engizisyon Mahkemeleri’ne kadar bir dizi realiteyi doğuran yaklaşımlar işte bu bakış açısı üzerine inşa edilmiştir.

Aziz Augustinos’un sözleri Hristiyan teolojisinde ‘Kilisenin Hakimiyeti’ni tarif eder. Tanrı devleti, ideal anlamda ruhların Allah’a sevgiyle bağlanması ve ona râm olmasını anlatır. Ancak, kavramın bağlamından kopup ruhanilerin yönettiği bir siyasal düzeni işaret etmeye başlaması; Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim eden anlayışın terkedilip bir “Kilise Oligarşisi”nin ortaya çıkması, Hıristiyan dininin yüksek değerlerinin rahiplerin iktidarı uğruna siyasi argüman haline gelmesiyle gerçekleşecektir. Bediüzzaman, bu durumu “Hakikat-i İslamiyye’nin Hristiyan dünyaya hâkim olmasını engelleyen maniler içerisinde, Kilisenin maneviyat ekseninden kayıp riyasete, politik iktidara kayması” olarak değerlendirir ve bunu “Kıssislerin riyaseti” olarak kavramlaştırır[1].

Matta İncil’inde İsa Aleyhisselamla ilgili bir kıssa nakledilir:

15-Bunun üzerine Ferisiler çıkıp gittiler. İsa’yı, kendi söyleyeceği sözlerle tuzağa düşürmek amacıyla düzen kurdular.

16-Hirodes yanlılarıyla birlikte gönderdikleri kendi öğrencileri, İsa’ya gelip,“Öğretmenimiz” dediler, “Senin dürüst biri olduğunu, Tanrı yolunu dürüstçe öğrettiğini, kimseyi ayırmadığını biliyoruz. Çünkü insanlar arasında ayrım yapmazsın.

17-Peki, söyle bize, sence Sezar’a vergi vermek Kutsal Yasa’ya uygun mu, değil mi?”

18-İsa onların kötü niyetlerini bildiğinden,“Ey ikiyüzlüler!” dedi.“Beni neden deniyorsunuz?

19-Vergi öderken kullandığınız parayı gösterin bana!” O’na bir dinar getirdiler.

20-İsa, “Bu resim, bu yazı kimin?” diye sordu.

21-“Sezar’ın” dediler. O zaman İsa, “Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” dedi”.

Hristiyan teologların 5. Yüzyılda vardıkları sonuç yukarıda anlatılandan oldukça farklıdır: Sezar’ın hakkı da, aslında, Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak Kilise’ye aittir!Kilisenin bütünüyle Avrupa’nın yönetiminifiiliolarak elinde tuttuğu bir dönemde Hristiyan ilahiyatı da siyasete bulaşmanın kaçınılmaz olarak yozlaştırıcı sonuçlarıyla karşılaşacak;büyük azizleri doğuran bereketli hava, önceki üstatların söylediğini yorumlamakla yetinenbir yapıya, Skolastik Felsefe’nin tekrarcı ve donuk atmosferineindirgenecektir.

Thomas Aquinas’la başladığı düşünülen Aristo mantığınıHıristiyan ilahiyyatına tatbik etme çabaları; Skolastik Felsefenin giderek zayıflaması, Rönesans ve Reform Hareketlerinin ortaya çıkması ve Fransız İhtilali gibi bir dizi önemli değişimin kapısını aralamıştır.Aquinascı yorum Kilisenin iktidarının modern zamanlardaki ‘Laik sınır’a çekilmesinin yolunu açmıştır.İktidar artık ruhâniler sınıfından olmayan hristiyan halk tabakasının eline geçecektir. Bir takım aşırılıklarıyla beraber, olması gerekeni Avrupalı başarabilmiş; ancak Kiliseye karşı takınılan tavır aynı zamanda dinin özüne karşı da gösterilmesiyle, ateizm ve komünizm gibi büyük felaketlere de  kapı açılmıştır.

Aquinas insanın direnmeye olan tarafının yani aklının hükümet etmede esas olduğunu; bireyin yönetimde söz sahibi olması, kendi kendini yönetebilmesi gerektiğini;yine de siyasal iktidarın temelinin tanrıya dayanması gerektiğini savunur: "Vox Populi, Vox Dei/Halkın sesi Tanrının sesidir". Tanrı, iktidarı, halkın aracılığıyla devletin başında bulunan sınıflara vermiştir.

Müslüman dünyada da hikayenin farklı fakat sonuçların neredeyse aynı olduğu gözlemlenir. Dini hakikatlerin ve uygulamalarının siyasal düzleme yansımaları Nebi Aleyhisselamın örnekliğinde başlamış; vefatından sonra, Dört Halife devrindedevam etmiştir.İslam tarihinde en üzücü olayların din ve iktidar ilişkisine yönelik tartışmalar ve mücadeleler hengamında ortaya çıktığı bir realitedir. Hilafet Devrinin daha ilk gününden itibaren başlayan tartışmalar, 30. yıldan sonra “ısırıcı bir saltanat”[2]ın ortaya çıkmasıyla yeni bir dönemin başlamasına sebep olmuştur. İktidar, Hz. Hasan’ın (ra) şehadetiyle enikonu bir hanedanlık tarafından adeta gasbedilmiştir. Saltanatın ısırıcı (zorba) yapısı içerisinde artık muktedir olandan beklenen ‘adalet lutfetmesi’dir.

Siyasette Ehvenişer yaklaşımının teorik olarak Emevi saltanatıyla literatüre girdiği söylenebilir. Dini meseleler ne zaman siyasi dille tartışılmaya, siyasi argümanlara konu yapılmaya başlanmışsa; devamında büyük fitneler başgöstermiş, kıyım ve kıyamlar vuku bulmuş, yeni mezhepler türemiştir. Dinin siyasal düzlemde, siyaset için ve siyaset diliyle tartışılmaya başlaması hem Hıristiyan hem İslam unsurlarını derinden etkilemiştir.

Tarihin seyri içerisinde bakıldığında dinin maneviyatıyla hemhal olanlarınsiyasal iktidar ile uyuşmazlıkları her asırda ve her coğrafyada sıkça rastlanan bir durumdur.Bu durum, siyasal iktidarın yapısının dışa doğru ve yatay ilişkilerle sınırlı; dinin yapısının çoğunlukla içe doğru ve dikey ilişkilerle (maneviyat) örüntülü olmasından kaynaklanmaktadır.

İktidar

Kavramsal açıdan iktidar, yeryüzünde “tanrıyı oynamak” gibi hayli bahtsız bir kaderin yaşandığı düzlemi ifade eder. Şifa dağıtan, rızık veren, koruyan ve kollayan, emreden, ceza ve mükafaat veren… olarak bütünüyle idealize bir iktidar, Tanrının sonsuz hükümranlığına özenmektedir. Tanrı, mutlak hakim ve mutlak güç sahibi olarak tek ve kendisi sorgulanamaz olduğu halde siyasal iktidarın dar, kısıtlı ve devamlı suistimale uğrayabilir farazi bir kuvvet ve kudreti olması onu aynı zamanda devamlı yıpratılan ve yinelenmek için yıkılmaya mahkum olan kılmaktadır. Tanrının sonsuzluğu onu bütün nedenlerin nedeni yapmakta; oysa iktidarın kısıtlılık hali onu sürekli şekilde ‘nedensiz’ bırakmaktadır. İktidarın kısıtlılığı, erişilmez olmayışı, şöyle ya da böyle sürdürülmesi gereken bir durum olarak iktidar sahiplerini devamlı bir çabaya itmektedir.Şu veya bu şekilde iktidara yeltenmiş olanları hiç kimse bu dertten kurtaramaz. Sınırsız güç elinde olan için ikidarın bir nedeni vardır, hatta zorunlu olarak iktidar onun bir hakkı ve sorumluluğudur.Fakat kendilerinin olmayan bir gücü yönetmeye talip olanların iktidarları gerçekte onlar için bir felaket olmaktadır. Baudrillard bunu “iktidardakilerin iki sorunu vardır: Politik açıdan bu iktidarı sürdürmek, simgesel açıdan bu iktidardan kurtulmak” şeklinde ironize eder. Tıpkı, iktidarın temel araçlarından olan paranın/mülkün elde edilmesi için çalışılması, fakat bir yandan da bir işe yaraması için elden çıkartılması gerektiği gibi.

İnsanca yaşamak uğruna Halk, kâh dini argümanların bağlayıcı hükümlerini düşünerek ruhanilere; kâh yaşadığı tecrübelere binaen kendi aralarından çıkarttıkları hükümdar ve hükümetlere, çeşitli sözleşme yöntemleri vasıtasıyla egemenlik hakkını devretmek durumunda kalmaktadır. Güvenlik, altyapı, üretim gibi dünya refahını temin edecek konular; “iktidar” denilen ve aslında Tanrıya ait olduğu haldeona sahip olduğunu düşünen herkesi devamlı surette eleştirilmek, taşlanmak, dışlanmak, lanetlenmek konumuna düşürenyalancı bir ücretle yaptıklarının karşılığını alacak olan bir guruba; politikacı, yönetici, sezar, kral ya da hükümdara yüklenmektedir. Tanrı ve halk nezdinde adaleti temin edecek şekilde davranmak durumunda olan iktidar sahipleri, bunu hakkıyla temin edemeyeceklerini bile bile, iktidarın büyüsü karşısında sonu olmayan bir çaba içerisine girmekten kendilerini alamamaktadırlar.

Şüphesiz bir kısım insanların iktidar olmak/iktidarda kalmak çabasını izleyen Halk ironik bir şekilde başka bir çaresizlik içinde hayatını sürdürmektedir. Halkın başında; yolsuzluk, rüşvet, yalan, zorbalık, adam kayırma, hak ihlali gibi pek çok şekilde hayatını etkileyen sonuçları bulunan iktidarın her ne suretle olursa olsun devam etmesine yol açan başka tipte bir iktidar sarhoşluğu vardır: “Egemenlik hakkını devretmek hakkı”. Tanrı, bütün kudretiyle inanmamızı ve itaat etmemizi istiyorsa, bizim de inanmak ve itaat etmek üzere sahip olduğumuz bir irademiz var! Yöneticiler yönetmek için bizim reyimize, vergimize, biatımıza ihtiyaç duymaktalar! Halk, hem dini hem ekonomik hem de politik anlamda ihtiyaçlarının temini için yöneticileri değişen fakat devamlı surette ayakta kalması gereken  bir “iktidar”ın varlığına muhtaç durumdadır. Bununla birlikte işlerin yürümesi hengamında ortaya çıkan yolsuzluk ve haksızlıklar, Halkın bir takım ihtiyaçlarının temininin devam etmesi için katlanılan trajikomik bir işlevi yüklenerek iktidarı ayakta tutmaktadır.Normalde böyle bir kısırdöngünün kaosa sebep olması beklenmeliyken; garip bir şekilde,bu açmazın, yönetme iştihasında olanları iktidara talip olmaya sevkeden gerekçelerin en popüleri haline geldiği gözlemlenmektedir.

İktidarın ve Halkın üzerine yapışmış bu tiyatral roller ne bırakılabilecek ne de kaçınılabilecek bir yapı arz etmektedir. Halkın her zaman yönetime ve yöneticiye ihtiyacı var olagelmiştir. Sosyolojik kaderin bu genetik yapısı ilk insandan son insana değin aktarılacak en köklü kalıtım özelliklerinden birisidir.

Bu kalıtımsal trajedi içerisinde en kötüsü dinin bir iktidar alanı veya iktidar vesilesi olarak görülmesidir. Bu algının, sosyolojik düzlemde çok önemli sonuçları ortaya çıkmaktadır. Din; siyasette laik toplumda seküler ve bilimde profan olanı“karşıki”olarak gören, onları “ötekileştiren” bir mekanizma olarakdüşünülmekte; “her alanda dinin hakim olması için çabalanması gerektiği” sonucu çıkartılmaktadır.Dinin bir iktidar mekanizmasına indirgenmesi, işte böylesi bir düşünceden hareketle başlamaktadır. Halbuki, mesela ilim ve fen dinin birer çocuğudur[3]. Dinin karşıtı şu veya bu şey değil, “küfür”dür; dolayısıyla, yapılması beklenen, küfrü kim yüklenmiş ise onu küfürden arındırma, onu aslına irca etmektir. Dine hizmet hayatı meydana getiren unsurları bozan küfür tohumunun yeşermemesi için çalışmakla gerçekleşir. Bu durum “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı[4]” şeklinde anlatılır.

Karmaşık insani ilişkilere “ilke”düzeyinde yaklaşan ve prensipler vazederek durum, konum, zaman, çağ gibi kayıtlarla mukayyet olan insanı; bunları gözeterek değerlendiren dinin siyaset, sosyal yaşam ve bilimi de böyle düşünmemesi mantıklı olmaz. “Asırlara göre şeriatların değişmesi”[5], dinin özü olan tevhidin değil fakat politik, ilmi ve sosyolojik diyebileceğimiz,bizzat dinin dünya hayatında insana rehberlik etmesiyle zenginleşen ve çoğalan altyapısına (ahvâl-i beşeriye) yöneliktir. İnsanlık, yeryüzünde halife olmaya adaydır ve ilahi prensibin (dinin) ademle (sosyoloji, siyaset, ekonomi, bilim) buluşmasıyla hilafet gerçek manasını bulacaktır.Adem’in sosyolojik, siyasi, ekonomik, bilimsel… yönden dünyada elde ettiği kazanımlar bizzat dinin özünün rehberliğinde gerçekleşmiş; fakat dinin özü her zaman daha yüksekte ve yücede tutulsun istenmiştir. Bu kazanımlar dinin özü feda edilerek, indi amaçlara teşne yapılarak elde edilmeye çalışıldığında; emanet yanlış şekilde istimal edilmiş olmaktadır.

İktidarın devamlı surette ehvenişer etrafında oluşmasının tarihsel arkaplanında dinin her çağa, hal ve duruma cevap veren mekanizması olarak “şeriatın değişmesi”de yer alır. İnsanlık’ın beni herdaim tecrübe edilmektedir. Sosyolojide iktidar dediğimiz kavram insanda benlik dediğimiz psikogerçekliğe denk düşer. Benlik devamlı karar vermek, seçmek, arzu edileni gerçekleştirmek gibi pek çok şeyle karşı karşıyadır. İrade, karar verebilen benlik olarak iktidarın iktidar olmasını devam ettiren yerine göre hükümete, yerine göre sultana, emir ya da kumandana mümasildir. Ben olarak insan kendini iradesiyle gerçekleştirir; sosyoloji olarak halkın kendini gerçekleştirmesi, karar verici mekanizmalardan müteşekkil, adına iktidar dediğimiz kesimin yönetimiyle mümkün olur. “Temsil” edenlerin zaafiyet dereceleri, iktidarın “şer olma” düzeyini belirler. Halkın çeşitli mülahazalarına göre ortaya konulan iyi-kötü, faydalı-zararlı gibi değerlendirmelerin sonucu olarak mükemmele daha yakın olanın, mükemmel bulunamadığı için “ehven olanın” belirlenmesi ve tercih edilmesi söz konusudur.

Halkın tercih etmesi yönünden bir prensip sorunu oluşmaz; fakat iktidar canibinden bakıldığında, kendisini belirleyen ve iktidara taşıyan unsurlara hükmetmek, kölenin efendisine hükmeder bir konuma gelmesi gibi travmatik bir durum ortaya çıkarır. İşte iktidarın açmazı ve yozlaşmaya yatkın olması bu kritik dengeninçoğunlukla sağlanamamasında yatar. Kişilik probleminden kaynaklanan ikilem, çoğunlukla iktidarı sarhoş eden, çılgına çeviren, ayartan bir durumdur. Kişilik çatışması, travmayı ve yozlaşmayı netice vermektedir. İşte, iktidarın bu kırılgan yapısı, kendisinin çoğunlukla “şer” olarak tanımlanmasına sebep olan kritik noktadır. Halk, işte bu sebeple “şerlerden ehven olanını seçmek” durumunda kalmaktadır.

 


 

[1] Muhakemat, sayfa 8

[2]Benden sonra hilafet -veya nübüvvet hilafeti- otuz yıldır.(bk. Ebu Davud, Sünnet, 8; Tirmizî, Fiten, 48; Ahmed b. Hanbel, 4/272; 5/220, 221)   "Isırıcı", yani zorbaca hareket eden saltanat kısmını ihtiva eden hadisi, Hz. Huzeyfe anlatır: Resulüllah(a.s.m) şöyle buyurdu:

Nübüvvet içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da –dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.(bk. Ahmed b. Hanbel, 4/273).

[3]Evet, en büyük sebep ki, bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saâdetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyeti münkesif ettiren, su-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feyâ lil’acep! Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Hâlbuki İslâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.” Muhakemat, syf, 8

[4]Sözler, Lemaât, s. 1166

[5]Asırlaragöreşeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.

Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mîzaçlara göre ilâçlar tebeddül eder; öyle de, asırlaragöreşeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer'iyenin teferruât kısmı ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.”Sözler -27. Söz, Hatime

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.