Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Tufan'a Kıyan Hususlar

Zihnim dağınık olduğu zamanlarda, biraz değişik fikirler dinlemeyi veya yazılar okumayı severim. Acaba biz mi bir şey anlamıyoruz ve savunduğumuz iman hakikatlerine gerçekten bodoslama mı dalmışız; yoksa imanın muhalifinde ne gibi bir lezzet veya bir hakikat mı var ki bazıları ölümüne savunuyor, diye içimden geçiririm.

Bir de geçenlerde bir arkadaşa ait "Ey nurcular! Biraz hakikatle yüzleşin, olaylara objektif bakın. Hayal dünyasından sıyrılın." mealinde bir paylaşım okumuştum. Üstüme aldım biraz, kendimden şüphe ettim. Hangi gerçeklere kapalı ve nasıl bir hayale dalmışız da haberimiz yokmuş, diye kendimi kontrol etmeye başladım. Sonra arkadaşın hayal dediği şeyin "uhrevî hayatı öncelemek ve dünyayı ahirete bir basamak ve vesile kılmak, her şeyi ahiret nokta-i nazarıyla bakmak hasleti" olduğunu anladım. Ne garip şey değil mi? Bizim ulvi haslet diye bildiğimiz güzel vasfımızı, adam hayal olarak anlıyormuş. Ulvi hasleti arkadaş, seyyie olarak görüyormuş meğer.

Dedim ki "Arkadaş, ölümü öldürebilir misin?" Yok, dedi. O zaman daha hangi hayalden söz ediyorsun? Bir hayal varsa, o da bu dünya hayatının kendisidir. Yani "Biz aldandık! Bu hayat- dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik." Haberin yok. "Evet şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüya gibi uçar, gider." hakikatini dile getiriyoruz. Buna bir itirazın var mı senin?

Ölüme bir çare bulamadıktan sonra, senin hiçbir iddian temellendirilemez ki. Hayatın anlamsızlaşır, lezzetin kaçar. Sadece lezzet aldığını zannedersin o kadar. Esassız fikirler, olmadık yorumlar ve bazı lehviyat vasıtaları ile aklını bir müddetliğine bastırıp akıbetini düşünmemeyi, gerçeklerle yüzleşmeyi ertelemeyi başarabilirsin belki. Ama kendini deve kuşu olmaktan da kurtaramazsın. Dünya uykusundan uyanıp kendi gerçeğinle yüzleşmedikten sonra, başlıkta ismini verdiğim Tufan Kıymaz gibi kıvranıp durursun.

Bu arkadaş, ismini şu anda hatırlayamadığım biriyle, kendi kanallarında program yapıyorlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri de misafir ettiklerine şahit oldum. Birinde, bu fakire göre, çok değerli ve kendini çok iyi yetiştirmiş Fikret Çetin kardeşimizi misafir etmişlerdi. Peki şu mesele, o mesele diye sordukları her suale cevaplar verdi ve onları susturdu Fikret Çetin.

Sonra konuyu, tamamen yıkılma noktasına gelen aileyi kurtarmak için, bir sürü merhaleden sonra, sadece bir ruhsat niteliğindeki Nisa Suresinin uzun 34.âyetinde geçen "Kadını hafifçe dövün." kısmına getirdiler. Bu kadını dövme meselesi, güya Kur'an'ın hak olmadığına delilmiş; bunu kabul edemiyorlarmış. Vah ki vah!

Fikret Çetin, uzun izahlardan sonra, onlara Kur'an'ın en iyi uygulayıcısının kim olduğunu sordu. Hazret-i Peygamber (ASM) olduğunda şüphe yoktu. Onlar da öyle cevap verdi. Bu sefer "Peki, Kur'an'ı en doğru şekilde yaşayan ve en müstakim olan Hazret-i Peygamber hanımlarına hiç el kaldırmış mı? diye de sordu. Cevap, yine hayır. Siz, biz veya bir başkası, Kur'an'ı Hz. Peygamber'den daha mı iyi anlar ve yaşarız? Demek ki bu tavsiye, mutlak bir emir değil. Nedir peki? Hususî durumlarda, aileyi kurtarmak adına bir tedbir ve tavsiyedir sadece.

Sordukları başka suallere de cevaplar alınca bu arkadaşlar, bu sefer, güya kendilerine göre cevapsız bir soru gördükleri bir soru daha sordular.Nurlarda kelimesi kelimesine geçen sualleri mealen: "Kendileri dinsizmiş, kısa bir hayat yaşamalarına rağmen, cehennemde ebedî kalmaları adalete uygun değilmiş;bu, nasıl olurmuş?"şeklindeydi.

Fikret Çetin, "Tamam da siz zaten ahirete inanmıyorsunuz ki bunu niye dert ediyorsunuz?" diye sordu onlara. Öyle ya ahiret yoktur, diyorsun zaten; niye soruyorsun ve dert ediyorsun bunu o zaman? Sana göre atom yığınısın ve ölünce de böceklere yem olacaksın. Makam kaldırmadığından bunun cevabını başka bir yazıya bırakacağız inşallah.

Bu yazıda Tufan Kıymaz'ın, Ahmet Ay kardeşimin sayfasında yer verdiği başka bir paylaşımına sözü getirmek istiyorum. Tufan Kıymaz, insanın neticede kendisinin ulvî mahiyetinden ve kutsî yaratılış gayesinden habersizce yaptığı paylaşımda "Yüz milyarlarca galaksiyi, bizi nasıl miras dağıtacağımıza, neyi yeyip yemeyeceğimize, kimi sevip sevemeyeceğimize göre imtihan etmek için yaratmış olan bir tanrıya inanmakta güçlük çekiyorum." diyor.

Programlarında Allah'a inanmamak için olağanüstü gayret gösteren bu arkadaş, şimdi, güya inanmak istiyormuş da güçlük çekiyormuş! Şu hâl-i pürmelâle bakar mısınız?

Doğrusu ben de bu bu paylaşımı anlamakta güçlük çekiyorum. Aslında arkadaş kendini tanısa, âlemlere denk mahiyetinden, üzerinde misafir olduğu arza kazandırdığı kıymetten, muhatap olduğu Zât-ı Zülcelâl'in kendisine verdiği değerden haberdar olsa; en azından farkında olsaydı bu paylaşımı yapar mıydı Tufan Kıymaz? Yapmazdı, yapamazdı; utanırdı bir kere.

Evet, Cenab-ı Allah sana bu kadar değer veriyor azizim işte. Sen değerlisin. Semere-i âlemsin, alemin meyvesisin. Âlem, senin için çalışıyor. Dünya, Güneş senin hatırına dönüyor. Yıldızlar, gece sana arkadaşlık ediyor. Rüzgâr senin için bulutları taşıyor. Okyanuslar, küreler hep senin hatırına var edilmişler.

Sen "en câmi, en bed'i" bir varlıksın. Belki "Âciz ve zayıf bir mucize-i kudretsin." Ama "küçük bir kurttan ipeği giyiyor, zehirli bir böcekten balı yiyorsun." Nebatî ve hayvanî cihetin ile "sağir bir cüz', hakir bir cüz'i, fakir bir mahluk, zayıf bir hayvansın." doğru.

Fakat "Benim Rabb'im dünyayı bana bir hane, Ay ve Güneşi o haneme bir lamba yaptı."diyebiliyorsun. Yani âlemin halifesisin, tasarrufa mez'unsun, her şeyin üstündesin.

Ayrıca "Merdüm-i dide-i ekvansın." Yani her şey sana hizmet edecek şekilde tanzim edilmiş. Bütün âlemi senin için Yaratan elbette senin bu âlemde saadetini, mutluluğunu da ister, arzu eder. Bunun için de en önemli fiillerine kayıtsız kalmaz. Büyük bir huşu ile kendisine itaat eden bu âleme O'na itaatte eşlik etmeni, âleme ters düşmemeni ister. Sana, senin fiillerine "âciz, fakir bir insan keyfiyetinle değil; bütün bir âleme bakan ulvî mahiyetinle" müdahale eder, etmek ister. Basit de olsa dünyevî işlerimizde insana danışıyoruz da bizi misafir edip ve bizi muhatap alan Zât'a niçin danışmayalım? Niçin muhatap olmayalım ki?

Evet dostlar, yazımızı bu paylaşıma kendi sayfasında yer ve cevap veren, her zaman takdirle takip ettiğim Ahmet Ay kardeşimin cevabından alıntıyla bitirelim. "Varlıkla temas kurduğun alanla imtihan ediliyorsun. Temas etmediğin âlemlerden mesuliyetin yok. Ne yiyip içtiğin aslında zaten evrenle en yoğun alanın. Yani Allahu Teala seni kara deliklerin oluşunun üzerinden mi imtihan edecekti? Karanlık maddenin yapısı üzerinden mi imtihan edecekti? Senin bunlara ne dahlin var ne de yeterince bilgin. Elbette dahil olduğun alandan, evrenin küçük bir numunesi olan küçük bölgeden sınıyor. Büyük bölgede yaratılışının azametini, kudretinin genişliğini, celalilin haşmetini gösteriyor; görenleri, onunla meşgul zaten. Seni de komşunun haklarıyla, yediğin içtiğinle, bir gülü tefekkür edip etmediğinle sınıyor. Sen de onunla meşgul olmalısın. Herkese boyu kadar sorumluluk var."

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum