
Habibi Nacar YILMAZ
Küfür İnsanın Dengesini Bozuyor
Ehl-i hakikat birinin okuduğum bir yazısında şunları ifade ediyordu. "İslâmiyet kelimesinin manasını öğrendiğim demlerde, elime 54 farz diye bir yazı geçti. Her bir maddede birkaç emir veya yasak olduğundan, ben onları madde madde yazdım. Böylece 150 maddeyi aştı. Sonra bunları yatağımın başına astım ve her tatbik ettiğim maddenin yanına, "tamam" işareti çekiyordum. Böylece, aylar geçti. Ama epeycesini işaretlemiştim. Yalan söyleme, diyor; söylemiyordum. Gıybet yapma, diyor; yapmıyordum.
Amma!
Amma birinci madde olan "Allah'a şirk koşmamak"a bir türlü tamam işareti koyamıyordum.
- Şimdi?
- Değişen bir şey yok!
- Nasıl olur?
- İnsanın sevdiği çok şey olabilir. Fakat Allah'ı en çok sevmeli. Allah'ı en çok sevdiğimiz, bütün sevdiklerimizi O'na feda etmemizle anlaşılır. Anayı, babayı, kardeşi, yâri, evladı, mevkii, makamı, serveti gerektiğinde Allah için feda edebiliyor musun?
İşte, o zaman Allah'a şirk koşmuyorsun, demektir. Yoksa bilmem gerekir ki Allah için feda edemediğimiz her şey, bizim için büyük zarardır.
Allah!
Bütün mâsivayı yaratan ve ihata eden bu kelime halledilmeden nereye gidelim ve ne yapalım?"
Cümlelerin hepsi güzel ve isabetli ama en çok da son cümle daha bir dikkatimi çekti.
Nasıldı cümle?
"Allah, bütün mâsivayı yaratan ve ihata eden bu kelime halledilmeden, nereye gidelim ve ne yapalım?"
Allah'ı anlayabileceğimiz ne kadarsa, anlamadan; yine Allah'a en kısa ve en doğru yani "efradını câmi, ağyarını mâni şekilde" tarif etmeden, zihinlerin berraklaşmadığını, doğru imana yaklaşılmadığını son haftalarda konuştuğun birkaç kişinin sözlerinden anlıyorum.
Cahiliye insanları, kendilerinin yaptıkları putların ya ilâh olduklarına ya da ilâhı temsil ettiklerine inanırlardı ve onlardan yardım isterlerdi. Yine İlâhî tebliğden uzak ülke veya devir insanları da kendi hayallerinde uydurdukları mitolojik bir takım unsurlarla oyalanır; hatta bazıları onlar adına veya uğruna birtakım ritüeller ortaya koyarlardı.
Hâlbuki bir İlâhî mesajdan geçmeyen, bir peygamber tarafından bildirilmeyen her tarif ve tefekkür, Allah'ı değil; akıl ve hayal ürünü bir şeyi ifade ediyor ve bu şeylere de tür ismi olarak 'put' deniyordu.
Birkaç kişiyle konuştum dedim ya. "Bir iğne ustasız olur mu? O hâlde her sanat, sanatkârı icab etmez mi?" cevabımız, bir arkadaşımızın dengesini bozdu. Bu cümle ile ilgili makale bile yazmış bu arkadaşımız, küfürle dengesini o kadar kaybetmiş ki: "Anladık da bu sanatkâr Zeus niye olmasın ki?" diye sormaya başladı. Devamında da "Mekke müşriklerinin bir sürü putları vardı. Allah da yine onların hayalî putlarından olamaz mı?" diye ilave etti.
19. Söz'ün başını anlattım arkadaşa. Rabbimizi bize tarif eden üç türlü muarrif (tarif eden) var: Kâinat kitabı, Hazret-i Peygamber Aleyhisselam ve Kur'an-ı Kerim. Allah'ı bu üç muarriften tâlim etmezsen; o zaman hayaller devreye girer, hurafeler zihnine hücum eder, bin bir kapıyı gösteren yorumlar yolunu keser ve hiçbir zaman Hakk'a ulaşamaz, Allah'ı doğru bir şekilde tanıyamazsın.
İnsanı sanattan sanatkâra, kâinattan Allah'a götüren; kâinata Kur'anî yaklaşım olan sanata, manay-ı harfî ile bakmanın en kısa ifadesi,bir iğne ustası olmaz tespiti,dengelerini sarsmıştı ya. Aynen öyle oldu.
Bu sefer "İğneyi yapanı tecrübeyle biliyor, onunla karşı karşıya oturabiliyor, hatta sipariş bile verebiliyoruz. Peki Allah öyle mi?"cevabını gönderdi. Arkadaş, iğnenin ustası gibi, kâinatın ustasını da yanında, karşısında görmek; onunla bizzat muhatap olmak istiyordu anlaşılan. Peki, olsun da karşında gördüğün bir Allah'a iman nasıl olacak peki, diye sordum. Bir kişiye "Ben seni görüyorum, onun için varlığına inanıyorum." deseniz; o da "Sen beni görmeyince, ben yok mu olmuş olurum?" diye cevap vermez mi? Zaten İman, gaybe olur. Yani gaybe inanmaya iman diyoruz. Ve iman esaslarını, üç kaynaktan öğreniyoruz.
Arkadaşımız bu hakkı teslim etti. Fakat aklına musallat olan maddecilik hastalığı, aklını göze indirmiş ki aklın işini göze gördürmekten bir türlü vazgeçemedi. Yaratılan ölçüleriyle yaratanı anlamaya, aklın mümkün keyfiyetiyle Vacib-ül Vücudu çözmeye çalışıyordu.
"Allah kendi kendine var olduysa, kâinat niye kendi kendine var olmasın ki?" ifadesi de ona ait. Böylece, Vacib-ül Vücudun varlığını kâinat cinsinden zannediyor; O'nun varlığı için de bir neden arıyordu. "Allah hep vardı; O, yoktu da var olmadı ki kardeşim." dedim. Zaten meselenin özü de burada saklı. Sen sonradan var olduğun için, "Hep var olmayı" anlayamıyorsun, anlaman da mümkün değil. Madde ezelî olmayıp sonradan olduğuna göre, bunu var eden ezelidir elbette. Madde ezelî olsaydı, şu anki keyfiyetine hiçbir zaman gelemeyecekti zaten. Bizim şu anda var olmamız, maddenin bir yerden itibaren var olmaya başladığını gösteriyor. Allah Zâtı ile meçhul, ama asarıyla malûm bize. O, yaratılan cinsinden olmadığından, her kıyas ve akıl yürütme, seni O'ndan uzaklaştıracak. O'nu eserlerine bakıp sıfatlarıyla tanıyacaksın. Sanattan, ancak sanatkârın varlığını; O'nun bildirmesiyle de Zâtının sıfatlarını anlıyorsun. Yoksa, O'nun zâtına aklınla yaklaştığında, yapacağın her yorum, O'nu meçhul ve seni menkûr hâle getirecek.
Arkadaşla konuştuğum haftada, televizyonda tam da bu konuya açıklık getirecek gerçek bir hikâye dinledim. Suriye diktatörünün ülkesinde herhalde olmuş. Hapishanede doğmuş ve büyümüş ve hâlen hapishanede bulunan bir çocuğun rehabilitesi için, uzman çağırmışlar. Uzmanın kendisi anlatıyor bunu. Çocuğa kuş ile başlayan bir hikâye anlatıyorum. Çocuk kuş ne, diyor. Dağ, bahçe diyorum. Onlar nasıl bir şekilde, diyor. Bu sefer ırmak, deniz diyorum. Onları hiç anlamıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü onları görmemiş. Dünyalarını da bilmiyor. Yabancısı olduğu bir âlem. Bu âlemi ona anlatmak mümkün mü?
Yaratılmış âlemdesin,onunla kuşatılmışsın. Seni yaratanı muhakeme ediyorsun. Her muhakemen, seni Hak'tan uzaklaştıracaktır. Hep mağarada yaşayan biri, bir delikten gördüğü ışığa bakıp Güneşi yorumlamasında isabet edebilir mi? Kâinat, Cenab-ı Allah'ın bin bir perdeden geçmiş bir tecellisi. Bu tecelli, O'nun zâtı hakkında bize yorum hakkı vermez. Ancak O'nun bize bildirdiği şekilde, O'nu sıfatları ile tanır ve biliriz ki o hiçbir şeye benzemediği gibi; ezelî ve ebedidir
Arkadaş, Cenab-ı Allah ile bir peygamber gibi niçin konuşamadığımızı da sordu bize. Kendisine "Sen bir peygamber olabilecek bir vüsat ve gayrette olsaydın zaten seni de peygamber seçecekti." dedim. Bu mantıkla herkesin bir peygamber gibi Allah'a muhatap olması gerekecek ki bu da zaten imtihan dünyasında mümkün değil. Bütün perdelerin kalkacağı, herkesin mâlikini bulup muhatap olacağı bir âlem olacak zaten. Buna hak kazanmak için buradayız.
Evet dostlar, "Bir iğne ustasız olmazsa, o zaman sanatkârın varlığını, sanata bağlamış olmuyor muyuz?" diye de sordu arkadaş. Mantığı görüyor musunuz? Biz bir sanat sanatkârsız olmaz, diyoruz. Adam, sanatkâr da sanatsız olmaz o zaman, diye anlıyor. Halbuki sanatkârın sanatı yaratması, bir mahkumiyet değil; ancak bir lütuf olabilir. Herkes ateşine odun hazırlamakla meşgul gerçekten.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.