Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

İnsaniyet Defterinden Silinmek

Trabzon'un hizmet açısından en hareketli ve bereketi ilkelerinden biri de Araklı'dır. Çok dostumuzun olduğu, hizmet hayatımızda da önemli ve ağırlıklı bir yeri olan bu ilçeden bir gün Trabzon'a dönerken, elinde bir sürü türkü kaseti de olan bir gençle tanışmıştık. Gencimize "Bu kasetlerde, hangi türküler var?" diye sormuştuk. Birkaçını sayınca, bunların arasında:

"Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime,
Yarabbim bu dünyaya ben niye geldim?"
şarkısı, dikkatimi çekmişti.

Bu sefer arkadaşa: "Peki, şarkıdaki bu soruyu kendine sordun mu hiç?" diye sual ettim. "Yani, sen bu dünyaya niye geldiğini, daha doğrusu niye gönderildiğini hiç düşündün mü?" dedim.

Genç arkadaş şaşırdı. "Nasıl yani abi?" deyiverdi. O ana kadar, arkadaşımız böyle bir soruyla ne karşılaşmış ne de dünyaya niçin geldiği suali aklına düşüvermiş. Belki de kendi varlığından, hayatından çok da haberi yok. Nazarlar hep kendinin dışına yönelmiş. Veçhini Allah'a, varlık gayesine değil de sadece günlük hayatına çevirmiş. Nicelerimiz öyle değil miyiz zaten? Veya kaçımız bu suali gündemimizin ana maddesi yapıyoruz? Bu kardeşimle kısa süren yolculuğumuzda, bazı hakikatleri anlatmaya çalıştık.

Şimdi biz bu minibüste yolcuyuz ve bu vasıtaya bir maksat ve bir menzile varmak için, kendi ihtiyarımızla (isteğimizle) bindik. Bu minibüs de semada (yani havada) saniyede otuz kilometre hızla giden başka bir devasa minibüs (dünya) üzerinde. İki vasıta birlikte yolculuk ediyoruz. Fakat dünya minibüsü üzerine, kendi ihtiyarımızla binmedik. Yani bindirildik. Ben de sana, bu dünya minibüsüne, kim tarafından ve niçin bindirildiğimizin farkında olup olmadığını soruyor ve anlatmaya çalışıyorum. Kısa sürecek bu yolculuğumuz için, minibüs sahibine bir ücret ödeyeceğiz. Ama bu dünya minibüsünde ışığımızdan tut havamıza, yiyeceğimizden tut türlü türlü içeceklere kadar hepsi bedava veriliyor. Hatta en kıymetlileri olan hava, su, ışık gibilere de zahmetsiz ulaşıyoruz. Bu ihtiyaçlarımızın "insanın etrafında toplanıp tam bir intizamla hem de zamanında, hiç aksatılmadan karşılanması" insanın aklına iki ihtimal getiriyor.

Genç arkadaşımız bize: "Abi siz ayrı bir dünyadan mı gelip bize bunları anlatıyorsunuz, bunları bize bırak anlatmayı, hatırlatan bile hiç olmadı." deyiverdi.

"Evet, bize de olmamıştı, ama kendimizi tanımak; sonsuz kâinatta varlığımızın sebebini tanımlamak için, derin ve geniş tefekküre ve bu hakikatlere şiddetle ihtiyacımız var, değerli kardeşim." dedim

Bütün kâinatın unsurları, şuursuz olmalarına rağmen, hiç aksatmadan el ele verip bize hizmet ediyor. Bu da insanın aklına iki ihtimal getirir demiştik ya. "Kâinatın her bir nevi, kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavinetine (yardımına) koşuyor ya. İnsan gibi bir âciz-i mutlakta en kuvvetli bir Sultan-ı Mutlakın kudreti bulunmak lazım geliyor. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında, bir Kadir-i Mutlak'ın ilmi ile bu muavenet (yardımlaşma) oluyor. Demek kâinatın envaı insanı tanıyor değil, belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir."

Fakat kâinatı bize hizmet ettiren Zâtın insanı bilen tanıyan biri olması yeterli değil. Niye değil? Biliyor, tanıyor ama merhametli, şefkatli değilse; bu yardım yine olmaz. Elbette bir ikram, sahibini gösterir. İşte, bu şefkat ve merhamet sayesinde bütün bu âlemin eşyası çalışıyorlar. Birbirini tanımayan bu unsurların el ele verip çalışması neticesinde, gaipten bir kafile gibi muhtelif canlıların erzakları (sebzeler, meyveler, türlü yiyecekler) ağaç, nebat, dağ merkeplerine bindirilip bunların başlarında birer erzak tablası gönderiliyor. Bu tablalar, Güneşe karşı tutularak pişiriliyor. İhtiyaç sahiplerine göre tat, renk ve vitaminleri ayarlanan yiyecekler, ihtiyaç sahiplerine uzatılıyor.

Risale-i Nur'daki bu güçlü delillerle ortaya konulan bu hakikate karşı, hiçbir akıl kaçamak yol bulamaz. Güneş gibi parlak ve zahirî bu hakikat, izah ve ispata karşı kaçamak yolu bulup gözünü kapayanları üstad Mesnevi, Zerre'de: "Nefis deve kuşu gibidir. Şeytan sofestâi, heva da Bektaşidir." cümlesindeki harika benzetme ile anlatıyor.

Şuursuz,cansız maddelerden akan bu merhamet ve şefkat tecellilerini inkâr edemeyen, çareyi kendi varlığını da inkâr etmekte buluyor. Şeytan da öyle sayılabilir aslında. Bildiği hakikatleri, yok sayıyor bir nevi.

Aynı mantık örgülerini Nurlarda çok yerlerde görürüz. Bu parlak izah ve ispatlardan birini de 23. Lem'a Tabiat Risalesinin Mukaddemesinde: "Madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcut sanatlı ve hikmetli vücuda geliyor." cümlesi ve devamında görüyoruz. İster istemez akıl, inkâr edilemeyen sanatlı ve hikmetli maddenin sanatçısına gidiyor hemen.

Aynı şekilde inkâr edilemeyen şefkat ve merhamet tecelileri de bu merhametin sahibini aratıyor insana. Bu da şuursuz maddelerde aranamayacağına göre, akıl ister istemez Zat-ı Kerim olan Allah'a kolaylıkla ulaşabiliyor.

Başlığa daha yeni geldik. Geçenlerde Muhâkemat'ı okurken 3. Makale'de "insaniyet defterinden silinmek" ifadesini okuyunca, bunu bu yazıya başlık olarak seçtik. Bu ifadeden iki sayfa sonra da yine aynı mealde "İnsanı, insaniyetten pişman eder." ifadesi var ki her ikisini de üstad: Bu kâinattaki sanatlı harekât ve devri daimin asıl sebebi olarak zerrenin hareketini, tesadüfü ve sadece nizamın birer adı konumundaki kanunları gören insanlar için kullanıyor. Yani kâinattaki isabeti, tesadüfe ve şuursuz zerrenin hareketine vermek için insaniyet defterinden silinmek gerekir, diyor. Bu düşüncenin dolaşabildiği bir insanlık içinde olmak da insana ayrı bir bir ızdırap veriyor. Bu aciz de bunu mevzumuzla irtibatlandırarak kâinattaki bu merhamet tecellilerini göremeyerek, bu hayatın gayesini "rahatça yaşamak, gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmek" olarak gören ve böylece insanı âdeta "bir pislik makinesi" seviyesine indiren bu anlayış, ancak toptan "insaniyet defterinden silinmekle" mümkün olabilir diye düşünüyoruz.

Evet dostlar, el ele, bel bele verip insana hizmet eden kâinatın gayesi ve neticesi, sadece kıymetdar maddeleri posa ve füzulata çevirmek olabilir mi? Olamaz elbette. Peki, nedir hayatın gayesi o zaman? Bu hayatı veren Zât-ı Hay ve Muhiyye karşı şükür ve ibadet ve muhabbettir ki bunlar hem hayatın meyvesi ve tüm kâinatın da gayesidir. Bunun idraki ise, herhalde en temel meselemizdir.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum