Garip bir rüya ve uzanan bir el (1)

Bu da nereden çıktı diye itirazlarınızı duyar gibiyim. Lakin “Risale Haber’de; “Ebû Saîd-i Hudrî, Rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, demiştir:
Sizden biriniz sevdiği bir rü'yâyı görürse bilsin ki, o, Allah tarafından (telkin) dir. Rü'yâ sâhibi bu rü'yâsı üzerine Allah'a hamdetsin ve başkasına da söylesin… Buhari – 2102” nolu Hadis’i görünce dayanamadım sizlerle 2002 tarihinden itibaren gördüğüm birbirini tamamlayan rüyalarımı paylaşmak istedim.

Biliyorsunuz rüyalar; aynı zamanda kaderin varlığının birer göstergesidir. Rüyaların tabiri kaderi değiştiremez, fakat olayların, başa gelen şeylerin daha önceden yazıldığına, varlığına ve vukuuna bir işaret olur. Binaenaleyh bu hususta bir polemik başlatmak niyetinde değilim. Rüyanın kader yönü üzerinde durmayacağım. Sadece çok farklı zamanlarda gördüğüm rüyalar sonrasında 28 Şubattan itibaren hükümetin verdiği mücadelede başarıya ulaşacağına dair bende müthiş bir kalb ve gönül rahatlığı hasıl olmuştu.

Evet, rüya ile amel edilmez. Lakin emin olunuz ki, o tarihten itibaren ülkede hâkim olan gücün mağlup olacağına dair kalbimden emniyet, güven ve yakîn hiç eksilmedi. O günden itibaren olaylara hep o farklı gözle baktım. Müstebid bir devrin ve dönemin artık değiştiğini, birilerinin hâkimiyet ve saltanatlarının çökmeye başladığının adeta filmini seyrediyordum.

3 Kasım 2002 seçimlerinden itibaren olayları artık daha farklı bir pencereden değerlendiriyordum. İçimdeki ümit ışığı hiç tükenmiyordu. En olumsuz durumlarda bile- ki, herkesin tükendiği, bu iş burada biter dediği anlarda bile- bu ışık içimde hiç sönmedi. Hiçbir an karamsarlığa kapılmadım. Bu iş, bu görev mutlaka tamamlanacak diye hep söyledim sevdiklerime, dostlarıma. Zira her şeyin bir ömr-ü tabiisi vardı. Bu zulüm ve baskı dönemi de miadını, ömrünü doldurmuştu. Zevale koşuyordu, maziye karışacaktı. Ve bana göre hadiseler de hep o yöne doğru akıyordu.

Yapılacak olan şey; yeis ve aczi bir tarafa bırakıp, büyük bir hamiyetle, büyük bir metanetle önümüze dikilen şiddetli engellere karşı durmaktı. Pısırıklığımızı, tembelliğimizi kadere, talihe yükleyerek yanlış bir tevekküle sığınmayarak sebeplere uygun bir kavga vermemiz gerekiyordu. Yani üstadın dediği gibi;  “biçare talihimize hep birlikte yardım etmeliydik. Bağdat dilencileri gibi olmamalı ve başkalarından kurtarılmayı beklememeliydik. Atâlet, tembellik bahanesi olan teşebbüssüz tevekkülü- yani hiçbir adım atmadan tembel tembel oturup neticeyi Allah’tan beklemek – anlayışını terk etmeliydik.  Bu korkak ve tenbel tavrımız Allah’ın koyduğu sosyal ve kevni kanunlara, mücadele ve sa’y kanununa uygun olmadığından, meşiet-i İlahiye zıt olduğundan beklentimizin aksi ile tokat yiyeceğimizi” söyleyen üstadın ihtar ve ikazları ile insan ve İslam olarak  aktif bir mücadele vermeliydik.

İşte “Ya devlet başa Ya kuzgun leşe” diyerek seçimlerde halkın büyük bir silkiniş hareketine şahit olduk. Bu; uzun yıllar uyutulmuş ve uyuşturulmuş bir milletin uyanışıydı. Bu; yeniden bir şahlanıştı. Bu; mağdur ve mazlum İslâm milletlerine bir ümit ve moral hareketiydi. Bu; diktatörlerin, despotların yıkılışının müjdesiydi. Bu; İslâm âleminin intibahıydı. Belki de bu; ittihat-ı İslamın ayak sesleriydi.

Evet, artık büyük, mağdur ve mazlum çoğunluk uyanmış, kendine gelmiş, harekete geçmeye başlamıştı. Bu hareketin karşısında en kritik eşikler Allah’ın izniyle aşılıyor, engeller bir bir izn-i İlahî ile yıkılıyordu. Belki de bilerek oluşturulan cehalet gibi gayet müthiş bataklıklar, fakirlik gibi mütevahhiş kıraçlar, düşmanlık gibi gayet keyşer, aşılmaz dağlar* zor da olsa bir bir aşılıyordu.

Tarihin en büyük hürriyet ve demokrasi mücadelesinde elit tabakanın hakir gördüğü, küçümsediği, parya muamelesine tabi tuttuğu halkın omuzladığı hükümet, yolun üzerinde dikilen ayılar, kurtlar ve ecderhalarla büyük bir boğuşma, müthiş bir mücadele ve muazzam bir kavgaya tutuşmuştu. Yol üzerine çıkıp, gasp ve garet edenler, geçmişte yaptıklarından dolayı hak ettikleri cezayı hazmetmeyenler, devletin kesesinden beslene beslene dişi çıkanlar, hukuku Bektaşi gibi yorumlayanlar, bunların da ötesinde bir kısım (medyatik) gevezeler ve farklı bazı bahaneler (menfaatı haleldar olan dış güçler, farklı yorumlanan milliyetçilik… vb.) ile parçalamak isteyenler bu “hürriyet ve demokrasi yolunu” tıkamaya, bu yürüyüşü durdurmaya, bu mücadeleye karşı canhıraşane bir set oluşturmuşlardı. Asrın imamı;  bir asır öncesinden,  tâ 1911’ lerden bunu görüp ihtar ve ikazlarını yapıyor, adeta “Ya Sariye! el Cebel, el Cebel” diyen Ömervari bir seslenişle,  “El Balon! El Balon!” diye seslenerek bir farklı yola, bir (referandum) balona binip ancak bu şekilde şer cephesinin alt edileceğini, bu engellerin aşılacağını yüksek bir sesle bize duyurmaya çalışıyordu. O büyük zât; Bu kutlu savaşta mutlu bir sona ulaşacağımızı, bu engellerle, tuzaklarla dolu savaşı kazanacağımızı ve demokrasinin tam yüzünü göreceğimizin müjdesini de veriyordu.* (Ve nihayetinde balon diye yorumladığım o referandum yoluyla şer ve fesat gurup aşılmış, sırça köşke ve  en büyük kaleye, yani cumhurbaşkanlığına ulaşılmıştı.)  ( B.S.N. Münazarat)

Esasen üstad, kendisine şarkta  sorulan; “Demek, hükümet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir? sualine; Hay hay. Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükümetin hedef-i maksadı, velev gizli ve uzak olsa bile, uhuvvet-i imaniye sırrıyla, üçyüz milyonu (o zaman ki Müslümanların sayısı) bir vücut eden ve nurani olan İslâmiyetin silsilesini takviye ve muhafaza edecek” bir hükümetin geleceğine ve böyle bir mücadelenin verileceğine işaret etmişti. * (* B.S.N. Münazarat. S.54)

Büyük üstad ümidini kaybetmiş, yeise düşmüş büyük Anadolu halkının uyanmasının İslam aleminin uyanmasına  sebep olacağını ve Arapların da ye’isden kurtulup İslamiyetin kahramanı olan Türklerle hakiki bir tesanüt ve ittifak ile ele ele vereceğini ve  Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında yeniden ilan edeceğini  söylüyor.

Alem-i İslam’ın saadet-i dünyeviyesini, bu derin uykudan  uyanma şartına bağlıyor. Fakat bunun için uyuyan Anadolu’nun uyanması gerekmektedir. Meşrutiyetin ilanından sonra bütün şark aşiretlerini dolaşarak uyanma görevini üstleniyor. Bu nedenle, bütün mesaisini bu milletin uyanmasına ve irşadına harcıyor.  1908’deki meşrutiyeti uyanmaya bir zemin olacağı ümit ve şevkiyle alkışlıyor, büyük destek veriyor. Fakat milletteki tembelliği ve ataleti görünce ancak yüz sene sonra o beklenen saadetin tam yüzünün görüleceğini söylüyor. Muasırları olan asrın başındaki tembel müslümanların bunu başaramayacağını, nesl-i ati diye adlandırdığı bir neslin bu vazifeyi yapacağını görüyor. Büyük bir heyecan ve aşkla onlara sesleniyor: “ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır, diyerek o mübarek nesli alkışlıyor. Bu uyanışa ve şahlanışa karşı çıkanlara da “iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar” diye seslenerek çekilmelerini istiyor.

 Kur’an’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslamiyet nurunun zemin yüzünde naşiri bulunan “bir milletin” elinden birisinin, birilerinin tutması
gerekiyordu ki, bu millet ayağa kalkabilsin ve İslam aleminin de uyanmasına yol açılsın.  İnşallah bir sonraki makalemde  uzanan “bir el ” ile alakalı rüyayı açıklayacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.