Elif GÜNEŞTEKİN
Ayine Alem
Bismillah
Hayatı fark ettiren şey, onun iki cihetli olduğunu idrak edebilmektir. Bu hakikat, hayatın hem görünen hem görünmeyen yönünü birlikte kavrayabilmekle anlaşılır. Tıpkı bir âyine gibi: Bir yüzü dış dünyaya bakar, diğer yüzü içsel aleme.
Zahir ve bâtın, mülk ve melekût, madde ve mana, fani ve bâki… Bu çift yönlü yapı, hayatın tüm katmanlarında mevcuttur. Bu derinliği daha iyi anlayabilmek için fen kısmına başvuralım.
İki zıt kavrama benzer ama derin bir kavram olan kutupluluk.
Kutupluluk, sağ ve sol gibi iki yönün varlığıyla başlar. Bu yönler sadece mekansal değil, aynı zamanda anlam katmanlıdır. Fizikte kutuplanma, maddenin simetri ve asimetrisinin analizini mümkün kılar. Bir parça şekerin suda çözünmesiyle oluşan iyonik kutuplanma bile, bu çift yönlü yapının mikroskobik bir örneğidir.
Peki kutupluluk bize neden lâzım?
Kâinatın işleyişinden insanın iç dünyasına, maddenin düzeninden manevî yönelişlerimize kadar uzanır.
Kutupluluk, fiziksel bir sistemin iki zıt veya tamamlayıcı uç kutuplar arasında bir gerilim veya yönelim taşımasıdır.
Misal; mıknatısta kuzey ve güney kutbu.
Elektrikte pozitif ve negatif yükler…
Moleküllerde bir tarafı pozitif, diğer tarafı negatif yüklü olmaları gösterir ki; bu var olan sistemlerdeki kutupluluk; pusula gibi yön tayini sağlayabilir, çekme ve itme kuvveti üretebilir, denge sağlayabilir, dolaşımı ve hareketi oluşmasına vesilelik gösterirler.
Fen ciheti ile baktığımızda kutupluluk; hareketi, iletişimi ve dengeyi sağlamaktadır.
Mana ciheti ile bakılınca da ayni hükümleri görebilmekteyiz.
Soğuk, sıcağı fark ettirir.
Gece, gündüzün kıymetini artırır.
Hüzün, nimetin tadını derinleştirir.
“Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir.” (İşârât-ül İ'caz 146.sh - Risale-i Nur)
Kutupluluk bu cihetle de mana farkındalığı ziyadeleştirir.
Hem bir şeyin kuvvet ve za'fça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Meselâ hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. (Sözler 91.sh - Risale-i Nur)
Bu şekilde zıtların içiçeliği yani müdahaleleri adem ve vücud u idrak edebilecek kavramları tanımaması ister.
Harici bir vücudu gerektirmeyen bir hakikati tanıyalım, özellikle kader bahsinde ve bir çok Risalede söz alan Hakaik-i nisbîyeler.
Evet; hakaik-i nisbîyelerin kutuplanmayla veya zıtlıkla nasıl bir ilişkisi var diye düşünmek lazım.
Misal karanlık, aslında bir varlık değil; ışığın yokluğudur.
Soğuk, kendi başına bir enerji değil; hararetin azalmasıdır.
Sessizlik, bir vücud değil; sesin olmamasıdır.
Bir ikili kavram ilişkisini gorebilmekteyiz.
Vücud Adem...
Verilen misallerdeki sessizlik karanlık zulmet bunlar ademi, lakin ışık, ses, sıcak ise vucud alemlerini temsil eder.
Adem alemlerinde olan zulmet vücud-u nisbî olduğunu ve mahiyetlerinin ademî olduğunu zıtların birbirine müdahalesi ile isbat eder.
Yani “hakiki vücud değil, izafi vucud” turlar.
Kutupluluk, keyfiyeti gereği iki zıt ucu şart koşar; misal gece ve gündüz, sıcağa karşı soğuk…
Bu ikilik içinde:
Biri aktiftir yani vücudîdir,
Diğeri pasif ya da ademîdir, yokluğa göre tanımlıdır.
İşte burada hakaik-i nisbîye devreye girer.
Işık ve karanlıkta; karanlık nisbîdir yani ışığın yokluğudur.
Isı ve soğukta; soğuk nisbîdir yani hararetin azlığıdır
Nurlardan da anladığımız, kutuplar arasında zayıf olan genelde hakaik-i nisbîyedir.
Zıtlardan biri vardır, diğeri onun olmayışından dolayı “var gibi” görünür.
Zıtlık, varlık âleminin temel dinamiğidir. Fakat bu zıtlıkların bir kısmı vücudî bir bir kısmı da nisbîdir.
“Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ: Ziyanın kavî ve zaîf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile ve kuvvetin şiddet ve noksan mikdarları, mukavemetin karşılaması ve mümanaatıyladır.” (Şualar 159.sh - Risale-i Nur)
Emr-i nisbilerin muhakkak bir vücud u haricileri yoktur der Üstadım
Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sâni'-i Zülcelal'in esma-i hüsnasının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniye suretine çevirmesine sebebdir. (Sözler 532.sh - Risale-i Nur)
Zıtlık varsa, karşılaştırma vardır.
Karşılaştırma varsa, nispî anlamlar doğar.
Meselâ: Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiri iledir. (Sözler 619.sh - Risale-i Nur)
Dolayısıyla:
Hakaik-i nisbîye, zıtlıklar sayesinde idrak edilir.
Güneş den gelen ışık hakiki dir. Gölge ise ışığın ulaşmadığı yer yani nisbi bir yokluktur. Lakin gölge, varmış gibi görünür. İnsan onunla rahatlar, hareket eder, kıyas yapar.
İnsanın içinde de bir kutupluluk vardır:
Akıl ve kalp, nefis ve ruh ikilemleri gibi...
Bu ikilikler bizi çatışmaya değil, dengeye ve yönelmeye davet eder.
Bu ikilemler arasında kutublanma olmasa yön tayini belirsizleşir. Tercih iradesi ve terakkiyat mümkün olmayabilir di.
Bu cihetle kutupluluk, ahlâkî ve ruhsal gelişimin dinamiğidir diyebiliriz.
Evet, çünkü çokluk içinde birliğe yöneliş, ancak kutuplar arasında yön belirlemekle mümkündür.
Üstadım “hayat kesrette vahdeti temin eder.” der. Bu ifade; Kâinatta kesretin olması bize isbat eder ki o çokluk içinde tek bir irade, tek bir kudret hükmediyor.
Her şeyde zıt çiftler vardır.
Ama hepsi aynı merkeze yönelmiştir.
Zıtlıkların zahirde kargaşalığı batında ayni merkezde toparlanmak gayesini taşımaktadır.
Evet kutupluluk olmasa; eşya bir yönüyle donuk kalır.
Dönüş, yönelim, intizam ortadan kalkabilir.
Bu cihetle kavramlar icin şuur lazım. Şuur farkındalığı oluşturur. Fark için zıtlık gerekir. Zıtlık için ise kutupluluk şarttır.
Örneğin:
“Ben” ve “sen” farkı olmasa, şuur olmaz
“İyi” ve “kötü” tanımı olmasa, irade işlemez
Bu cihetle; şuur bir kutuptan diğerine yönelme kabiliyetidir.”
Yani şuurun var olması için bile kutupluluk gereklidir.
Bu yüzden iman–küfür, nûr-zulmet, hak–batıl gibi zıtlar Risale-i Nur’da sürekli vurgulanır. Çünkü bu zıtlıklar yön tayini için zarurîdir.
“Hayat, cilve-i tevhiddendir, müntehası da vahdet kesbediyor.” (Mektubat)
İste bu; yeni veya yabancı kavramları hayatımıza katabilmemiz, genellikle nedensellikle başlıyor. Dimağ bu süreçte ögrendiklerimize âyine görevi görür. İnsan beyni, yani dimağ; bilgiyi önce taklit ederek öğrenir, sonra da duyulardan aldığı verilerle işler.
Görme, işitme, dokunma, koku alma gibi duyusal veriler, dimağda hayal gücüyle bir zaman ve mekâna yerleştirilir. Bu veriler, dimağda bir âyine vasıtasıyla toparlanır ve sonunda akılda bir temessül meydana gelir.
Üstadım Said Nursî (R.A) İşârâtü’l-İcaz’da şöyle der:
“Evet, âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkıl, birer mütekellim tasavvur edilmesi, belâgatın en makbul bir prensibidir.”
Bu yaklaşım, insanın uzuvlarının yalnızca fiziksel değil; mana taşıyan, kelamla bütünleşebilen varlıklar olduğuna işaret eder. İnsan, kâinatın aynasıdır: Hem dış âlemi yansıtır, hem de ona anlam verir. Böylece insan, yalnızca bilgi alan değil, onu yeniden şekillendiren, temessül ettiren canlı bir âyinedir.
Bu bakış açısı, nörobilimdeki ayna nöronları kavramıyla da örtüşür. İnsan, bir davranışı ya da bilgiyi, önce başkasında görerek, taklit yoluyla öğrenir. Bu da beynin aynalık yapısını gösterir. Dimağ, dış dünyayı önce yansıtır, sonra o yansımayı anlam ve temsil hâline dönüştürür.
Bu cihetle dış dünyadan aldığı verileri anlamlandırmak için bir ‘âyine’ye ihtiyaç duyar. Bu âyine, dimağın işleyişidir. Duyularla alınan veriler bu aynada temessül ederek akılda bir temsil bulur.
İşte bu nedenle:
İnsan, kâinatın bilgisini işleyen ve geri yansıtan canlı bir ayinedir.
“İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. (Lem'alar 83.sh - Risale-i Nur)
Madde ve mânâ, in’ikâs yoluyla yardımlaşan iki âlemdir.
Madde ve mânâ, biri diğerine in’ikâs ederek birbirine hizmet eden iki kutup gibidir. Mânâ, maddenin içine yansır; ona yön, maksat ve ruh kazandırır. Madde ise mânânın temessül edebileceği bir zemin sunar, ona vücut ve şekil verir. Tıpkı bir aynanın ışığı yansıtması gibi, mânâ da maddeye yansır ve görünür olur. Bu yansıma, bir yönüyle tecellîdir; diğer yönüyle temessüldür. Maddenin manaya aynalık etmesiyle, hikmet kendini isbat eder. Böylece varlık, sadece cismin değil, onun içindeki mânânın da okunabildiği bir kitap olur.
İn’ikâs ve temessül iki âyineyi de çok âyineler yapar.
Bu, bir ayna-aynaya bakınca sonsuzluk oluşur prensibini çağrıştırıyor. Aynaların karşılıklı durduğu düzende, yansımalar sonsuzlaşır. Bu hakikat üzerinden hem in’ikâs, hem de temessül kavramlarını derinleşir.
İn’ikâs ve temessül, iki farklı âyine gibi düşünülebilir. Biri yansıtır, diğeri şekil verir. Fakat bu iki âyine birbirine dönük durduğunda, sıradan bir yansıma değil; sonsuz çoğaltan bir aynalık düzeni ortaya çıkar. Tıpkı iki aynanın karşılıklı durduğunda sonsuz görüntüler oluşturması gibi, in’ikâs ile gelen mana, temessül ile şekillendiğinde, o mana yeni aynalara taşınır. Bu durum, vücud alemlerinde sürekli çoğalan, derinleşen ve genişleyen bir tecellî ağı meydana getirir. Her şey bir diğerine hem yansıma olur hem de suret kazandırır. Bu cihetle kâinat, iç içe geçmiş aynalardan oluşan bir mânâ fabrikası gibidir. İnsan ise bu sistemin odak noktasında, hem yansıtıcı hem de temessül ettirici bir merkez eder.
İn’ikâs ve temessül iki ayineyi de çok ayineler yapar.
Madde ve mânâ birbirine in’ikâs ile yardım eder.
Ayine kavramını biraz daha derinleştirelim.
Risale-i Nurdaki mevzuların da bir ayine olabilirliğini düşünelim.
Misal; Hüve nüktesi bir ayine midir?
Veyahut Dört unsur ayna olabilir mi?
Her şey, Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayinedar olmaya vazifelidir. Risale-i Nur’da ayna, yalnızca yansıtan değil; tecellîye mazhar olan, temessülü mümkün kılan, yani ilimle kudret arasındaki bağı izah eder.
Güneş den gelen ışık; bir aynada ancak yansır. Lakin o ışık, su gibi bir maddeye girmekle yalnızca ışığı yansıtmakla kalmaz; ışığın içindeki renkleri, hareketleri, hatta sıcaklığı da ulaştırır. İşte temessül burada başlar. Hakikat, aynanın kabiliyetine göre şekil kazanır.
İn’ikâs ve temessül, iki ayineyi de çok ayineler yapar.
Çünkü madde ve mânâ, birbiriyle in’ikâs eder, karşılıklı yansır. Böylece bir mânâ, maddeye temessül ederken; madde de mânânın suretini taşır.
Risale-i Nur’da ayineyi parlatan, cilâ kavramı;
“Gayet latif, ulvî, nazif, hayatdar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, camid âlemi; zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya latif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor.” (Sözler 557.sh - Risale-i Nur)
“Cilâ”, kalbin saflaşmasıdır. Cilâlı bir kalp, İlâhî isimlerin parlak bir aynası olur. Cilâsız kalpte tecellî olmaz, olsa da bozulur.
Cilâ içinde dahi bir önceki paragraflarda bahsettiğimiz kutuplanma ihtiyacı tezahür etmektedir. Bu kutuplanma ile, o alanın belli yönlerde yoğunlaşmasını sağlar. Kalpteki cilâ, İlâhî kutbun çekimine açılmaktır. Böylece tecellî, sadece yansımakla kalmaz; bir yön kazanır, bir merkezden fışkırır.
Güneş'in timsali, herbir cilâlı parlak şeyde temessül eder. (Mektubat 247.sh - Risale-i Nur)
Gelelim unsurlara...
Toprak, su, hava ve ateş bu dört unsur, her biri bir ayna gibi bir veya bir çok ismin tecellisine mazhardırlar.
Toprağı hıfz ve ihyasına bir çeşit arş yapmış.
Suyu ihsan ve rahmetine başka bir arş.
Nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş.
Havayı emir ve iradesine bir nevi arş ve… (Mektubat)
Toprak hıfz ile tohumu muhafaza eder. O küçücük tohumun genetik bilgisini bin yıl da geçse bozulmadan saklar. Ve ihya ile baharda, o tohumlar uyanır.
Toprak DNA'nın saklandığı ve mikroorganizmaların yaşadığı bir ortamdır. Tohum, canlılığın tüm programını içinde taşır.
Bitki örtüsü toprağın hem hıfzına hem de ihyasına misaldir.
Su, Allah’ın rahmet ve cömertliğini yansıtan bir aynadır.
Her damla su, hem rızık olur, hem temizlik, hem de hayatın taşıyıcısıdır.
Tüm canlıların yüzde 70’i sudan oluşur.
Su olmadan fotosentez, sindirim, hücre bölünmesi gibi temel fonksiyonlar olmaz.
Bulut, yağmur, nehir ve deniz döngüsü, suyun "ihsan" yönünü gösterir.
Su, çözücü özelliğiyle elementleri taşıyarak hayatı yayar, rahmet gibi.
Nur ile ışık, şuur, idrak hatıra gelir.
Işık olmadan göremezsin, şuur olmadan anlayamazsın.
Şuur, nura ayinedir.
Işık, bilgi paketçikleridir. Gözümüz ışıkla görür, beyin ışık sinyallerini anlamlandırır.
Ateş, kimyada reaksiyonun ve dönüşümün işareti; ısısal enerji, varlıkların çözülmesini ve birleşmesini sağlar.
Güneş ışığı, hem biyolojik hem zihinsel uyanıklığı sağlar. Işık olmadan görme, düşünme ve öğrenme olmaz.
Lazer, görüntüleme cihazları, ışığın bilgi taşıma gücünün fenni örnekleridir.
Hava gözükmez, fakat emri taşır. Nasıl mı?
Ses, nefes, dua, hep hava vasıtasıyla taşınır.
Hava; oksijen, karbondioksit, azot gibi hayati gazları taşır.
Ses dalgaları, hava moleküllerini titreştirerek iletilir.
Radyo sinyalleri ve elektromanyetik dalgalar, havadaki iyonosfer tabakasıyla yayılır.
Hava, hareketle emri temsil eder: rüzgârlar, basınçlar, ...
Bu cihetle her unsur ayinelerindeki istidad ve kabiliyete göre görünürlükleri ve renk ses ve hararet ile vücudlarının bir Hayyı Kayyum’un tecellisine mazhar olduklarını ilan ederler.
Her unsur, vazifesini yapar. Her unsur, başka bir mânânın taşıyıcısı olur. Bu da temessülün ayinesi olma hâlidir.
Bu unsurlardan hava ya bir ayine olan hüve de bir Ayine-i Ehaddır.
Bana göre Risale-i Nur'da "Hüve" en safi, en berrak tevhid dersidir. Hüve, hem “O” demektir hem de “başka hiçbir şey değil” demektir. Hüve, bir hakikatin sırrını gösteren bir işaret parmağı gibi çalışır. Aynadır.
“Hüve anahtarı ile havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir هُوَ olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar oldu. (Sözler 162.sh - Risale-i Nur)
Çünkü tecellîyi gösterir ama kendine mâlik değildir. Bu yönüyle Hüve, ayna hakikatine giden anahtardır.
İste anlatmaya çalıştığımız hakikatlerin sözleri elbette bir ayine hükmünde olduğu icin hayattardır.
Evet, hayat bazen bir cümlede uyanır.
O cümle, bir âyine gibi hem kalbe yansır hem de aklı temessül ettirir.
Tıpkı Hüve’nin bir zerrede kâinatı temsil etmesi gibi, bir kelime de bazen bir âlemi izhar eder.
Ve o zaman, hem madde hem mânâ susar; sadece Tecellî konuşur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.