Ahmet Nebil SOYER

Ahmet Nebil SOYER

Dialogdan monoloğa

Bediüzzaman’ın eserlerinde kullandığı teknikler zaman geçtikçe daha estetik ve sanatlı yapılara dönüşür. Bu durum onun eserlerini sürekli geliştiren ve büyüten daha teknik ve kamil üsluplara doğru yol almasına neden olmuştur. İlk dönem eserlerinde örnekleme, diğer adıyla dab-ı mesel, modern adıyla kurmaca fiction tarzlarını fazla takib etmediğini gösterir. Ama zaman geçtikçe dünyada ve bizde anlatım tarzlarının geliştiğini görür. Şam’a gidişi, sonra İstanbul hayatı, arkasından milli mücadeleciler ile az da olsa yer yer müşterek dialoglarının olması, birinci meclis yılları dildeki değişmeleri görmesini ve takib etmesini sağlar. Dilinin en sade olduğu dönem en sabırşekin zulme maruz kaldığı Kastamonu yıllarıdır. Orada yazdığı Münacaat ve Ayet’ül Kübra eserleri dil olarak çok sadeleşmiş, dilin Osmanlı Türkçesi hususiyeti korunmuş ama terkipler azaltılmıştır.

Onun kurmaca eserleri küçük sözlerdeki küçük dünyalar, sonra Haşir Risalesindeki evren çapında dünyalar, en nihayet Ayet’ül Kübra’da takib ettiği teknik hususiyet çok başkalık gösterir. Haşir‘de dialog yani birden fazla şahıs ile temayı ve tezi götürür. Anlatıcı ve birinci adam, şüpheci adam ikisi konuşarak hakikati tebarüz ettirmeye çalışırlar.

Bediüzzaman muhatabının körlüğünü tedrici bir tarzda azaltmaya çabalar ve sonunda haşir hakikatini kabul eden aydınlık bir dünyaya gözlerini açar. Bu adam aslında yüzyılların körlüğünü temsil eden bir prototiptir. Tarihsel ve dini olarak düşünülmüş ve öyle meydana getirilmiştir. Politize edilen devletin yan çıktığı izmlerin sanat adamları gibi değildir Bediüzzaman bir kalemi vardır. Kağıt bulursa yazar, eğer polis takib ederse ağaç kovuklarına koyar. Ayet’ül Kübra böyle meydana gelir.

Türk edebiyatı teknik başarıları olan ama onları bir teknik prosedüre koyan insanlar yetiştirmedi. Divan şiirinin o büyük mücevher dükkanını hocalar da Osmanlıyı yıkan zavallılar da hep aşağıladılar ama savunanlar sadece “büyük, büyük” dedi, büyük laf ettiler ama onun estetik düzenini ortaya koyan adam çıkmadı. Çok aradım yok, yok.

Bu şehri stambul ki bi mislü bahadır
Her sengine binler acem mülkü fedadır
Bir cevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşid-i cihan tab ile tarzılsa sezadır.

Ne deseydi yani İstanbul çok kıymetli ve eşsizdir.

İmparatorluğun lisanı altın sayfalar değil o sahifelerle yapılmış nakışlardır, nakış düz değildir, iç içedir. Bu mısralar imparatorluğun azametli dilinin tezahürleri olan nakışlardır. Bit pazarı esnafının kullandığı dil değildir, öyle olamaz da. Düz cümle kavak ağacı gibi ancak kargalara yuva olur ama artistik cümle artistlerin büyük hayal ve dil ustalarının kurduğu cümlelerdir.

Bediüzzaman Haşir’de ikili konuşma ile hakikate götürür ama Ayet’ül Kübra’da monologdur, ikinci bir adam yoktur. Anlatıcı kahramanı olan seyyahı idare eder.

“Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir  gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkarane bir ziyafetgah ve gayet sanatkarane bir teşhirgah ve gayet haşmetkarane bir ordugah ve talimgah ve gayet hayretkarane ve şevk engizane bir seyrangah ve temaşagah ve gayet manidarane ve hikmetperverane bir mütalaagah olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem  memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şeddetle merak ederken, en evvel göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür: Bana bak aradığını sana bildireceğim der, o da bakar görür ki…”

Tek kişilik yani monolog anlatımlar zordur, çünkü kişinin bölüşerek anlattığı kurmaca metinler kolay kurgulanır, Bediüzzaman burada konuşmacıyı bire indirgemiştir, monolog olmuştur artık.

Bediüzzaman artık nesnelere kişilik vermiş onları yol gösterici hale getirmiştir, asırlarca Hegel’in kaotik ve karmaşık dediği kainatın üyeleri Allah’ı gösteren işaretlere, delillere dönüşürler.

Bir kahraman hava boşluğu fezadır:

“Sonra dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire cevv-i sema denilen ve mahşer-i acaib olan feza gürültü ile konuşarak bağırıyor. Bana bak merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin der. O misafir onun ekşi fakat merhametli yüzüne bakar, müthiş fakat müjdeli gürültüsünü dinler.”

Bizim hizmetimize verilen nesne ve olaylar bizim ile arkadaştırlar, tabiat tağutunu en iyi dağıtan eserdir Ayet’ül Kübra.

Bulut ne kadar harika bir arkadaştır, işine ne kadar bağlıdır. Rahmetin hazine-i Rabbanisi bulut, bütün hayat onun ile yere iner, bütün hayatlar onunla başını kaldırır insana günaydın der.

“Zemin ile asuman ortasında muallakta durdurulan bulut gayet hakimane ve rahimane bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine abı hayat getirir ve harareti (yani yaşamak ateşinin şiddetini) tadil eder. Ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra “Yağmur başına arş” emrini aldığı anda, bir saat belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.“

Bulutla nasıl bütünleşir, onunla ne kadar harika bir empati kurar.

Bu büyük Muhammed Ümmetinin çocuklarına bunları okutmadık. Bunun hesabını bizden sorarlar, hiçbir politik ve başka maksadı olmayan şu satırları bu kadar yıl geçti aradan hala okutamadık, neden diye kendimize soralım. Dünya okumalı bunları, değil sadece bizimkiler. Uluhiyyetin gazabı dünyanın üzerinde bir iklimin, bir coğrafyanın değil, çünkü uluhiyyete ve rububiyete gösterilen saygısızlıktır bizi bu günlere getiren.

Anlatımı anlatıcıyla paylaşan rüzgar, yağmur, şimşek tabiat olayı olmaktan çıkıp fonksiyonel kainatın hizmetçileri olurlar.

Küre-yi Arz gelir misafire çıkışır.

“Sonra seyahat-ı fikriyeye alışan o mütefekkir misafire küre-i arz lisan-ı haliyle diyor ki “gökte fezada ne geziyorsun? Gel ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku! O da bakar görür ki Arz meczub bir Mevlevi gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husülüne medar olan bir daireyi Haşr-ı azamın meydanı etrafında çiziyor ve zihayatın yüzbin envaını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbaniyedir.“

Yeni anlatıcılar, nehirler, denizler, dağlar ve sahralar anlatım sıralarını beklerler, insana tevhid dersi için yazarla ortaklık yaparlar.

Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar yap! Metninin farkında, duanın farkında.

Yolcu terakki eder “sonra seyahat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyur aleminin kapısı hakikat bin olan aklına ve marifet aşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye  çağırdılar “Buyurun“ dediler.”

Şu cümledeki alayişe ve nümayişe, neşeye bir baksana…

Osmanlı tarihinde Kastamonu’nun azameti ve son dönemde gördüğü horlamalara bir hediye-i kutsiyedir Ayet’ül Kübra. Nice masum alim garibanlar, bir hiç uğruna idam sehpalarını boylamıştır, yaşasın cehennem.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.