Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Çelik gibi sert, bıçak kadar keskin cümle

Sağ olsun, Şahin Doğan kardeş bizim yerimize kitap okuyor, özetler veriyor. Güzel de oluyor. Böylece neyin ne olduğunu, ne anlama geldiğini de dışarıdan bir gözle bakarak anlamış oluyoruz. Risale-i Nurları okumanın farkında olmasak da bize çok şeyler anlattığını, ayrıca satır aralarında bize fısıldadıklarının da farkına varıyoruz. 

Bu cümleden olarak, Şahin kardeş geçenlerde Urfalı Ahmet Arslan'dan bazı paylaşımlarda bulundu. Birkaç sayfada, özellikle altı çizili kısımlar önemliydi. Okuyunca, açık söyleyeyim kendi adıma hem üzüldüm hem düşündüm. Adam açıksözlü, kendine göre hayatı, ölümü, ebediyeti yorumluyor ve çaresizliklerini, çıkmazlarını ortaya koyuyor. İğne ile kuyu kazmaya çalışıyor. Zarif ve naif yaklaşımlarla aklını teselli etmeye çalışıyor. Pansumanlar yapıyor, karton kuleler örüyor, onlara sığınmaya çalışıyor.

Daha kendinin ne olduğunu bile çözememiş akılla hangi konuda, ne kadar önümüzü aydınlatabiliriz ki? Ya da şöyle diyelim. Küllî bir akla değil de insan sayısınca akılların kollarına itibar ettiğimizde nereye varabiliriz? Önümüze çare olarak konulanlar, ne kadar güvenilirdir?

Bütün meselenin "sahibini bulmak mâlikini tanımak" olduğunu ayan beyan anlıyoruz bunlardan. Yoksa bîçare ve sergerdan kalıyor insan. Yolda bulduğumuz bir yüzük, küçük bir kalem için sorduğunuz "Bunların sahibi kim?" sorusunu, insanoğlu kendisi için sormadıkça, kafasını işte bu felsefenin buz gibi soğuk duvarlarına çarpar, durur daha çok. 

Daha bugün gençlere sordum. Göz kapaklarımız dakikada yirmi defa iniyor, kalkıyor haberiniz var mı? Özür dilerim kalbimizden böbreklerimize, kanımızın dolaşımından, hayatımızı borçlu olduğumuz nefes alışverişimizden haberimiz var mı? Farkında mıyız bunların? Farkında değiliz ama varlığımızı sürdürmemiz bunların devamına bağlı biliyor musunuz? Ortada binlerce fiil var, hikmetle işliyor. Bu sayede konuşuyor, gülümsüyor, belki de bu fiillerin sayesinde bunların sahibini inkâr ediyoruz.

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Daha üzerinde işleyen mekanizmadan haberi ve müdahalesi olmayan, kendi aklının mahiyetini bile çözememiş âciz bir insanın "Allah, insanın gayesi, hayat, ölüm, ebediyet, kabir, melek, şeytan, yokluk, varlık" gibi konularda ne kadar sözü olabilir? Sözü olur, olsun da bunlar insanın yolunu ne kadar aydınlatır ve insanı teselli edebilir?

İnsanı değerli kılmasaydı Rabbimiz, onu kendine muhatap alır mıydı? İlaveten onu mükellef sofralarının başında misafir edip kâinatın halifesi rütbesini verir miydi ona? Demek bize değer veriliyor ki bir burun, bir dil, bir göz zevkimiz için bile bu kadar koku, tat ve renk cümbüşü yaratmış. Elbetteki aklımızın önüne de bakmamız, ulaşmamız, anlamamız, üzerinde düşünüp tefekkür etmemiz için, hikmetlerle örülü hakikatler de koymuştur, koymuş da zaten. İnsanoğlu, şöyle bir haddini ve hakkını verip aklın sınırlarını görüp bu hikmete bakması ve bu hitaba muhatap olması, onu anlaması, üzerinde derinleşmesi gerekmez mi? O zaman görecektir ki Kur'an, insan aklının önüne tükenmez ve bitmez bir ilim hazinesi açmıştır. Kur'an'la arasına mesafe koyan, kendi kısa ve sönük ve daha bir dakika sonrasına nüfuz edemeyen "âciz, kısa, ayarı noksan, icaddan mahrum" akıl fenerini esas alan adam, mezarlıkta ıslık çalan korkak insana benzer bir bakma. Islıkla gürültü çıkarıyor, böylece kendi korkularını ve aklın endişelerini, vicdanın ebed sesini bastırıyor. Mutantan cümle, esassız ve müsekkin haplarla vicdanını susturuyor belki ama bütün bunlar bir yere kadar işe yarıyor. Sonrası ise feryad ve çaresizlik...

İnsanların iyi bir ün, şöhret bırakmak isteyişlerini hiç olmazsa uzun bir müddet daha hafızalarda yaşama isteğine bağlayan Ahmet Aslan da bu tip felsefecilerden biri. Fakat bu da esassız diyor. Çünkü seni hatırlayanlar da ölecek sonunda. Bu da tam anlamıyla ölüm oluyor işte. Yani ölümden kaçış yok. Burada ses, söz, izah, tantana bitiyor arkadaş. Nefesler tutuluyor. Merak katlanıyor. İmanla bakıldığında, "rahmetin kapısı, cennet salonunun perdesi" görünen toprağın zahirdeki sevimsizliği karşısında bu tipleri teselli edecek bir şey bulunmadı daha.

Bakın Ahmet Aslan ne diyor? Zihinlerde yaşamayı kastederek "Bu beni teselli ediyor mu? Hayır. Ölümü anlamamda yardımcı oluyor mu? Hayır. Dönüp dolaşıp Kur'an'ın o çelik gibi sert, bıçak kadar keskin ve buz gibi soğuk cümlesine (Her nefis ölümü tadacaktır cümlesine) çarpıyoruz." 

Aman dur arkadaş! Ne çarpması! Her an yaşıyoruz ölümü, haberimiz yok. Yatarken ölüyor, sabah kalktığımızda vücudumuzu sağlam bulmuyor muyuz? Her dakika maddi ve manevi dünyamız değişiyor, başka bir insan haline dönmüyor muyuz? Daha da canlısı, her nefes alışverişimizde iki defa dirilmiyor muyuz? Gerçekten Hazret-i Ali (RA) "Nefsini bilen, Rabbini bilir" buyurarak büyük bir hazineyi bize bildiriyor. Hazret-i Üstad da "Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olma ihtimali var" ifadesi ile yine nefsimizi okumaya, çok kolay olana çağırıyor bizi.

Ölüm için "çelik gibi sert, bıçak kadar keskin ve buz gibi soğuk" ifadesi bana Yedinci Söz'deki diyaloğu hatırlatıyor. Hani sol cihetten şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı adam; yanında süslü, suretler, haram içkilerde gelip müstakim adama:

"Hey arkadaş! Gel beraber işret edelim (haram şekilde eğlenelim). Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim" diye teklifte bulunuyor ya.

Sağ cihetten bir ses, bu desas adamın teklifine karşı tereddüt geçinen adamı, nasıl ikaz ediyor?

"Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki "Eğer ölümü öldürüp zevali (dünyadan göçü) dünyadan kaldırmak, âczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle. Yoksa sus."

Gerçekten çare var mı elimizde ya da konuşanların elinde? 

İnsanı hiçbir yerden alıp hiçbir yere götüremeyen, şeytanın ve sönük aklın rehberliğindeki felsefe, âdeta bir fikir çöplüğüne dönmüş durumda. Hangisi daha yeni, yani moda ve tantanalı ise, alıcısı oluyor. Cilası düşüp çare olmadığı anlaşılınca, hepten bitiyor. Geçen köylüm ve arkadaşım olan başka bir felsefe hocasını da dinledim. Çok üzüldüm. Eğer anlattıklarını bir derde çare görüyorsa, kendine yazık ve eziyet ediyordur gerçekten. Kâinatta saklı hikmetleri çözmek için bize emanet edilen akla bu eziyeti çektirmek ve mukadder sonumuz için çelik gibi sert, bıçak kadar keskin, buz gibi soğuk ifadeleri ile ruhu karartmak, insanı ümitsiz bir girdaba sürüklemek, beşerin geldiği nokta olmamalıydı.

Evet dostlar, kâinatı bize okuyan Kur'an'ı dinleyip o nur ile nurlanmayan akıl, çoğu zaman kendisi ile yüzleşmekten korkuyor. Ruhu ve aklı rahatlatacak iman ve mükellefiyetin hafif ve okşayıcı güzelliği ona zor geliyor. Denemekten kaçıyor ve böyle saçmalıyor. 

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.