Bir tevhid şehri olarak Şanlıurfa (Şanlıurfa-10)

Sebeplerin sükut ettiği şehir Şanlıurfa.

Cebrail Aleyhisselam’ın yardım teklifine müstağni kalacak kadar Rabbine bağlı; Rabbine samimi ve hâkiki dost olan, Rabbinin harîminde olan İbrahim Aleyhisselam’ın şehri Şanlıurfa, El-Rûha…

Bu mânayı hiç bu kadar net görmemiştim daha evvel. Bu şehirde hangi iş ki birinden yardım istenerek yapılsa rast gitmiyor. Her ne zaman ki kimselere müracaat etmeksizin işinizi yaparsanız kolaydır, rahattır. Hele ki kullardan kimselere müracaat etmemekle beraber tam bir yönelme ile Rabbimize yönelmek mânası hükmetse nurun alâ nurdur.

Esasen babacığımdan ve merhume anneciğimden aldığım derstir işini kimseye yaptırmamak ve kendi işini kendisi görmek. Rahmetli anneciğim hasta olduğu vakitlerde bile hatta ameliyatlı iken bile bir şey istediğini hatırlamıyorum. Ben okula gittiğimde hasta hâli ile kalkıp gizli gizli iş yaparmış ve ben eve gelince de sanki yatağından hiç çıkmamış gibi yatağına giriverirmiş meğer. Hep hizmet etmek, hürmet etmek ama kimselerden hizmet ve hürmet beklememek babacığımın ve rahmetli anneciğimin bir şiarıdır.  Ahlakları böyle maşallah, barekallah.

Beklentisi olmayan insan her şeyi nimet bilip şükreder. Kimselerden bir beklentisi olmadığı için de rahat eder. Bir beklenti içine girmediği için de herhangi bir eksiklik hissetmez.

Burada El-Rûha’da, ruhuma ferah gelen bu şehirde Allah’tan gayrı kimselere müracaat etmemek, derdini ve hâlini arz etmemek tâlimi yapıyorum âdeta. Defaatle birinin yardımının işleri karıştırdığına şahitlik ettim burada.

Elbette küre-i arzın her milimetre karesinde tevhid hâkimdir, her yer Allah’ındır. Her yer O’nun mülküdür. Esas olan bizim ehl-i tevhid olmamızdır. Lâkin insan dâim bir beldede bulunsa ve yer değiştirmez ise körelir, geriler, durağanlaşır. Hiçbir tecdid yapmaksızın alışkanlıkları devam ettirmek dâim aynı yollardan gidip gelmek ve aynı kişilerle irtibat kurmak insanı fakirleştirir. Farkındalık seviyesini düşürüp alışılagelmiş bir hayatı yaşamaya iter. Bu durum hayatın hakikatine zıttır. Daim tecdidde olan, her daim yenilenen bir dünyada yaşıyoruz. Biz hissen ve şuuren farkında olmasak bile anen fe anen her şey ama her şey yokluğa, ademe gidiyor ve yeniden yeniye varlık sahrasına gönderiliyor. Bir havl ile ademe gönderilip bir kuvvet ile kudret ile yeniden yeniye yaratılıyor. Risale-i Nur Külliyatı’nda Mektubât mecmuasının Yirmi Dördüncü Mektubu bu hâkikati güzelce anlatıyor hikmetleri, dâileri ve muktazîleri ile beraber.

El-Ruha’nın bana tevhidin şehri olarak görünmesi belki de benim mekan değişikliği ve bazı hissî ve fikrî değişimler yaşamış olmamla ilgili olabilir. Herkes için aynı manayı taşımayabilir. Lâkin buranın yerlisi olan bazı zevât da benim bu fikrime iştirak ediyorlar. Fikirlerini almak maksadı ile kime “insan yardımsız işlerini yapıp Rabbine iltica etse işleri daha kolay mı oluyor” diye sorsam cevab-ı savab alıyorum. Gerçi sualin içinde yönlendirme var ama cevap veren zevat bilinçli ve kendi hür akılları ile cevap verdiklerinden şüphem yok. Zira sual ettiğim kimseler öyle her esen yelden pay alacak kişiler değiller. “Her esen yelden pay almak” tâbirini ilk kez kullandım ama var mıydı böyle bir atasözümüz araştırmadım doğrusu. Hani rüzgarın önündeki kuru yaprak misali değiller demek istedim. Diri ve sapasağlam ağaçlarına tutulu olan yeşil taze yapraklar gibiler. Durdukları yer bellidir yani.

Yunus Aleyhisselam da geçti mi bu topraklardan diye merak ettim konu tevhid olunca. Nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin inkişafı ile sebeplerin tesiri olmadığını aynelyakîn görüyor Yunus Aleyhisselam. Biz bu cümleleri şakır şakır ve bazen de haldır huldur okuyoruz lâkin hâlimiz ne bağırıyor? Hadisâtın karşısında titriyor muyuz titremiyor muyuz? Buna Allah şahit ve bir de dâim Allah’tan haber veren vicdanımız şahit. Gel gör ki nefis ve şeytanın debdebeli gürültüleri vicdanımızın sesini işitmemize mâni çok zaman.

Bir de ehl-i basiret ve ferâset buna şahittir lâkin ne yazık ki her ne yanımızı dönsek bir feraset sahibi ile karşılaşamıyoruz. Eğer öyle olsa idi; hâlimiz bizi az çok utandırırdı da bu perişan hâlimizi hiç olmazsa tevhid akidemize daha uygun bir hâle tahvili için Rabbimize yalvarıp fiilen de üzerimize düşenleri bilinçli olarak yapmamıza bir teşvik olabilirdi. İman-ı bilkader rüknünün sınırları içinde kalabilmek adına kesin ifadeler kullanmıyorum. Zira bu sebeb mevcut olsa idi ne olurdu bizce meçhul. Veyahut şu an mevcut olan bir sebeb bulunmasa idi ne olurdu bu da ehl-i sünnet ve’l cemaate göre meçhuldür. Bizim günlük hayatımızdaki cümlelerimizin ekserisi ise ya mutezile ya da cebriye mezhebine yakışır ki ya “bu olmasa şu olmazdı” deriz veyahut “şu sebep olsa da olmasa da iş buraya varacaktı” deriz. İkisi de hatalı bir akideyi yansıtır.

Bizim sebep sonuç ilişkilerini değişmez kanunlar gibi öğrenip aklımızda yerleştirmemiz ise daha ilkokula başlamadan etrafımızdan duyduklarımızla başlayıp öğrenim hayatımız boyunca “pozitif bilim” adı altında bazı ilmî hakikatlerle beraber zihnimize, hafızamıza zerk edilen fâsit fikirlerdir. Öyle ki o fâsit fikirleri kabul etmediğinizde pozitif bilimi inkâr eden kategorisine koyarak sizi çeşitli isimlerle yaftalarlar. Halbuki o pozitif bilimler başka, satır arasında bilimle ilgisi olmayan dikteler başkadır.

Risale-i Nur Külliyatından Sözler kitabında Kur’anın mucizelerini anlatan Yirmi Beşinci Söz’de Yedinci Sırr-ı belagat kısmında sebeplerle müsebbeblerin (o sebeble beraber vücud sahasına gönderilen neticelerin) dağların başı ile semanın etekleri gibi birbirine yakın göründüğü lâkin hakikatte aralarında çok büyük bir manevi mesafe olup Esma-i İlahiyenin o mesafeden birer yıldız gibi doğduğu izah ediliyor.

İşârât-ül İ’caz tefsririnin Fatiha Suresindeki “Dîn” kelimesinin izahında esbap dairesi ile itikad dairesinin hükümleri güzelce izah ediliyor. (*)

Rabbim hakiki mânada tevhid ehli olmakla rızıklandırır bizi inşallah. Bu hasta, gaddar, bedbaht enaniyet asrında, helaket ve felaket asrında bir sefine-i Nuh Aleyhisselam olan imân ve Kur’an hakikatlerine tutunarak sâhil-i selamete çıkarır Rabbim bizi inşaAllah.

(*) Abdülkadir Badıllı Ağabeyin tercüme ettiği İşârât-ül İ’caz kitabında daha geniş olarak bu konunun izahı vardır. Daha evvelki bir yazımda bu parçanın tamamını paylaşmıştım. Arzu edenleri kitaba havale ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum