Atatürk kabul etmesin!

"Onlar hidayeti menfaate tercih ettiler." Ebu'l-Hasen Ali el-Hasenî en-Nedvî, Takdim, Hayatü's-Sahabe.

Bir filmde dikkatimi çekmişti. Hintçede 'kurban' kelimesini 'fedakârlık' anlamında da kullanıyorlar. Bu bilgiyi twitter'da paylaştığımda bir arkadaşım başka dillerde de kurban kelimesinin aynı anlamda kullanıldığını söyledi. Hatta 'kurban' ibadetinin o dillerde 'fedakârlık' anlamına gelen kelimelerle karşılandığını ekledi. Bu, elbette Hz. İbrahim ve Hz. İsmail aleyhisselamın kıssası eşliğinde ele alınınca, anlaşılır birşey. Evet. Kurban bir fedakârlık dersi aynı zamanda. Kolay mı? Sevdiğin birşeyi bağışlıyorsun Allah'a. Böylelikle en çok sevdiğinin o olduğunu gösteriyorsun. 

Hatırlayalım. Sahabe efendilerimiz de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama şöyle demezler miydi: "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!" Bu cümle salt bir âdetten değil, mana-i Muhammedî'nin taşıdığı 'Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım!' sırrına da dairdir. Kulluğu aynı zamanda âlemin mayası olan Aleyhissalatuvesselam, elbette bize, sadece bedensel varlığımızı mayalandıran ebeveynimizden daha hayırlıdır.  Fedakârlık işte bu noktada kalbe istikametli sevgiyi ve sevgi hiyerarşisini hatırlatır. En çok sevilmesi gereken, daha 'menfaatli' olan değil, daha 'hayırlı' olandır.

Burada, dikkatinizi çektiyse, 'hayır' ve 'menfaat' arasına bir mesafe koydum. Neden? Belki biraz şundan: Menfaat, daha bireysel, daha yakın ve daha çabuk elde edilen faydayı karşılıyor kanaatimce. Üstelik tek başına helal-haram ayrımını da yeterince fısıldamıyor. Sadece o şeyin nefsimize varlıksal geldiğini söylüyor. Fakat hayırlı olan, salt nefse değil, hatta bazen nefsin rağmına kalbe, hayata, ruha, insanlığa, fıtrata, vicdana, dine ve şeriat-ı kevniyeye iyi gelendir. Huzurlu ve yüzü genele dönük bir faydadır.

Yani hayırlı olan şey 'varlığa iyi gelen' olduğu halde, menfaat, daha çok bencilliğimize/nefsimize iyi gelendir. Veya öyle görünendir. Bu noktada hayır ve menfaat arasındaki ayrım bizi vicdan ve nefs arasındaki ayrıma da götürür. Nefs çabuk ele geçen şeyi menfaatli olarak algılar. Vicdan ise büyük insaniyet resmi içinde varlıksal görünene hayırlı der. Nefis lezzetliyi vicdansa huzurluyu tanır. Yani bir başka deyişle, vicdan hayrı tanır, nefis ise menfaati. Bazen ikisinin uyuştuğu da olur. Ama garanti değildir.

Mürşidime yüzümü dönersem: "Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir!" derken  dikkat çektiği hastalığın ebedî varlığımıza yaptığı müsbet hizmetken, "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır!" diyerek olumsuzladığı 'büyük kulluk resmini görmezden gelen' nefsî/bencil menfaatçiliktir.

Bu yönüyle kurbanın her iki türden menfaate de sahip bir ibadet olduğunu görüyoruz. Yani hem hayırlı hem menfaatli... Hayırlı. Çünkü yaptığınız fedakârlık Allah'ın emirlerine uygun hareket etmekle ebedî varlığınıza olumlu bir katkı sağlıyor. Bugün malınızdan birşey yitiriyorsunuz görünse de aslında sonsuzda kazanan siz oluyorsunuz. Tıpkı yalnız bir budun kendilerinde kaldığını öğrenen Aleyhissalatuvesselamın Aişe annemize dediği gibi: "Ey Ayşe, demek ki, bir bud dışında hepsi bizim oldu."

Tabii fedakârlığın kazandıran olduğu bir düzlemi bugünün seküler insanına anlatmak zordur. O yüzden kurbanın dünyevî getirileri de vurgulanır kurban tebliğlerinde. Mesela: O kurban sayesinde, çevrenizdeki fakirler de et nimetinden faydalanırlar. Üstelik siz de kestiğiniz kurbanın etinden faydalanırsınız. Derin dondurucular sayesinde, bu senenin kurban etini, seneye keseceğiniz kurbanın vaktine kadar tüketebilirsiniz. (Derin dondurucular paylaşımcılığımızı azaltıyor mu?) Akrabalarınızı, dostlarınızı, mahallenizi, sokağınızı, yakınlarınızı o et sayesinde sevindirebilir, hep beraber mangal yapabilirsiniz.

Ancak bu menfaatler kurbanın ancak ikincil faydası mesabesindedir. Kurbanın asıl amacı ise, Kur'an'da da vurgulandığı gibi, Allah'a yakınlaşmaktır. Ve menfaatlerimiz fedakârlığımız kadar bizi Allah'a yaklaştıramaz. Bu nedenle, kurbanı 'sadece Allah rızası için yapılan bir fedakârlık/ibadet' olarak görmek, bir menfaat odağı olarak görmekten hayırlıdır. Velev ki menfaatleri tabağınıza ulaşmıyor olsun.

Yılmaz Özdil'in geçtiğimiz senelerde Erdoğan'ın yurtdışında kestirdiği kurbanlara atıf yaparak, tamamen ulusalcı kaygılarla "Allah kabul etmesin!" demesi, yukarıda söylediklerim eşliğinde bakınca bana manidar geliyor. 1881 seveninden 2500'er liracık cukkaladığı kitabı da hatırlayınca ayrıca tebessüm ettiriyor. Bu kriz zamanında böyle bir iş. Cık, cık, cık. Hiç Atatürk kabul eder mi?

Bediüzzaman Said Nursi bir asabiyet/ırkçılık tahlilinde şöyle der: "Hem o şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaati şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır." Yani, aslında aradığı kendi menfaatidir seküler olanın, fakat bunu kavminin menfaati içinde 'saklayarak' arar. Tek başına ulaşacağı menfaat miktarı elbette kavimce elele verip ulaşabilecekleri menfaate kıyasla kısıtlıdır. Saklaması ise dışavuracağı bencil taleplerinin insanlar tarafından tiksintiyle karşılanması korkusundandır. Zira bencillik diğer bencilleri size karşı kendilerini korumaları noktasında uyarır.

Bu nedenle "Ben dünyaya bedelim!" demez de "Bir Türk dünyaya bedeldir!" der uyanık olan adam. Veya "Benim kitabım 2500 lira!" diyemez de "Atatürk kitabı 2500 lira!" diye söyler. Ama ikinci cümleyi söylerken birincisini söylemiş gibi de bir tatmin hisseder.

Özdil de bunu anlatmaya çalışıyor. Belki ömrünce hiç yapmadığı (belki doğru da bulmadığı) bir ibadeti maşa kılmakla ırkçılığı adına dindarlığa kılıç çalmaya çalışıyor. Vicdanın sesini nefsin homurtularıyla bastırabileceğini düşünüyor. Hayırlı olanın gırtlağına menfaat ile çökmeyi planlıyor. Tutar mı bu tuzak? Kurbanı 'fedakârlık' olarak değil 'menfaat' olarak görenler için, belki.

Şu da ilginç birşey: Bu yıllarda müslümanlara ibadetleri konusunda en çok ayar vermeye çalışanlar, o ibadetlerle en mesafeli olanlar. Örneğin: Hacca gideceğini söyleyen ihtiyara "Paranı Araplara kaptırma!" diyen Önder Sav'ın hacca gidesi var mıydı? 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere 'tesettürü' yeni baştan öğretmeye cüret eden laik zorbaların dine dair malumatları ve hassasiyetleri ne ölçüde idi? Fakat gelgelelim, bu zevat, ilgilenmedikleri şey hakkında racon kesmekten de beri durmuyorlar. Halbuki, en kara cahil bile bilir, eğer ehl-i ihtisası değilsen hiçbir alan hakkında çene çalmaya hakkın yoktur. Tıbbın kapağını açmamış, ilmine kafa yormamış, doktora nasıl tedavi öğretebilir? Bunların da dindeki durumu böyledir:

"(…) binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüzyirmibin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."

Fakat yüzyıla yakın bir zamandır durumumuz Dücane Cündioğlu'nun Anlam'ın Tarihi kitabında Mehmed Lütfî'den naklettiği gibidir: "Camiin içindeki meselelere ait işlerle camiin dışındakilerin meşgul olduğu bir memlekette bulunuyoruz." Üstelik bu meşguliyet tarzı, bize, ehl-i kitabın Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın davetine icabet etmemekteki direnişini hatırlatıyor.

Nasıl? Mesela, demez mi Bakara sûresi 91 bize: "Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler." Burada yahudilerin Tevrat'ı, 'bize indirilen' olarak anışları manidar değil midir? Halbuki vahyin vahiy olması için Allah'ın katından indirilmesi yeterlidir. Fakat hayır, yahudiler, bir de milliyet şartı aramaktadırlar kullukta. Vahiy 'onlara indirilen' olmalıdır. Muhammed-i Arabî'ye değil.

Kur'an onların bu sahte hamiyetlerine şöyle bir tokat çalar ayetin sonunda: "(Ey Muhammed!) Onlara: 'Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' deyiver." İşte Yılmaz Özdil ve benzeri faşistlerin cevaplaması gereken soru da budur. Acaba kendilerinin bu sahte hamiyet namına şimdiye kadar milletlerine ne faydaları dokunmuştur? Kaç kurban yedirmişlerdir şimdiye kadar Türkün fakirlerine?

Haydi, onu aştık. Bari, "Bunlar da Mevla kuludur!" demeyip 2500 lirasından etmeseler garibanları. Ben şimdi, yazıyı bitirirken, zaman geçtikçe gençleşen Kur'an'ın bu ayetini parantez içlerinin öğrettiği (ki onlar benim notlarımdır) bakış açısıyla birlikte okumanızı istirham edeceğim: "Kendilerine: Allah'ın (kesilmesi emrini) indirdiği (kurbana) iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (bizim için kesilene) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler." Evet. Şaşırmamak elde değil gerçekten. Menfaatleri ekseninde insanların ceplerinden çıkacak olan paranın miktarını umursamayanlar, gaye Allah'ın rızası olunca ne de tutumlu bir davranış takınıyorlar. Ne diyelim? Atatürk kabul etmesin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum