Abdullah YILMAZ

Abdullah YILMAZ

28 Şubat’a, Başörtüsüne ve ‘Topkek’e Dair Geç Kalmış Bir Yazı

Her 28 Şubat geldiğinde; kalemi, kâğıdı ve mazi defterlerini karıştırmayı o kadar sevdiğim halde elim varmaz iki satır karalamaya. Ama her kâğıda dökmediğim ve yazıya hapsedemediğim hatıra göğsümde/gönlümde tonlarca ağırlığıyla durmaya devam eder.

İnsan ömrü, özellikle kırklı yaşlardan sonra, hep mazi defterlerini karıştırmakla, geçmişle/geçmişin hadiseleri ve insanlarıyla kendi iç dünyasında meydan muharebeleri yapmakla geçiyor.

Onlu yaşlardayken kırklı-ellili yaşlardaki büyüklerin her muhabbeti ikinci dakikadan sonra maziye, hatıralara getirmeleri çok garibime giderdi. Meğer adamcağızlar/kadıncağızlar mecburmuş maziye gitmeye, mazide yarım kalmış hesapları hiç olmazsa lafla da olsa kapatmaya.

Hele bir de mazinizde ülke tarihinin yüz karası “28 Şubat” misali kapkaranlık bir dönem yaşandı ise. İşte o zaman el mahkûm maziye gidiyor ve o günlerle/o insanlarla cedelleşiyorsunuz.

28 Şubatın en yoğun günlerini yaşadığımız o günlerde bendeniz doktoramı yeni bitirmiş, üniversite idaresi tarafından rektörlüğe çağırılarak 8 ay içerisinde üniversite ile ilişiğimin kesileceği tebliği yapılmıştı.

Ev hanımı eşim ile 5 ve 1 yaşlarındaki iki evladımla yarınımıza dair umutsuz bir çırpınış ve can havliyle kadro bulabilmek için Türkiye'nin dört bir tarafındaki üniversitelerin kapılarını çalıyordum.

Çoğu üniversitenin kapısı zaten hiç açılmadı. Şöyle açılır gibi olanlar da hayatımın en büyük hayal kırıklıklarını, mağlubiyetlerini yaşattı bana. Kapının önüne konmak üzere olduğum ve üç kuruşun hesabını yaptığım bu dönemde halimi dertlenen sevdiğim bir büyüğümün gayretleriyle Türkiye'nin en batısındaki bir üniversitenin rektör yardımcısından randevu alabilmiştim.

Çok nazik bir ablaydı. Beni kapıda karşıladı, izzet ikramda bulundu. Bir abla şefkati ile muhabbete giriş yaptı. Çayımız kahvemiz bitip bendeniz meramımı anlatmaya geçince yine o nazik üslubuyla;

- Abdullah Bey, yanlış anlamazsanız, bir şey sorabilir miyim size?

- Buyurun sayın hocam, lütfen.

- Eşiniz çalışıyor mu?

- Hayır, hocam, ev hanımı.

- Yine çok çok özür dileyerek soruyorum; başörtülü mü, açık mı?

Muhabbetin eninde sonunda buraya geleceğini az çok tahmin eden bendeniz;

- Evet, hocam, eşim başörtülü.

Şöyle derin bir iç çekip, jest ve mimiklerine yansıyan hayal kırıklığıyla;

- Abdullah Bey biliyorsunuz, hassas bir dönemden geçiyoruz. Sizi çok sevdim; çalışmalarınız ve yabancı diliniz gerçekten tatmin edici bir düzeyde. Ama kusura bakmayın, konjonktür gereği sizi üniversitemize alamayız, dedi.

Ve bendeniz ellerim böğrümde dünya kadar yolu teperek geri döndüm. Aradan çok geçmeden, bu defa Türkiye'nin en güneyindeki bir üniversiteden bir gönül dostum aradı.

- Bizim bölüme öğretim üyesi alınacak. İstersen gel, başvur. Şansını bir dene. Pek umudum yok ama yine de yarın öbür gün keşke demeyesin, dedi.

Ben de “Umut fakirin ekmeği” fehvasınca yine oğlumun kızımın rızkından kestiğim parayla gidiş dönüş bileti alıp yola revan oldum.

Fakülteye vardığımda aynı zamanda rektör yardımcısı olan fakülte dekanının meşgul olduğunu, birazdan beni kabul edeceğini söyleyen sekreterlerin ikram ettikleri çayı içtim. Bir müddet bekledikten sonra dâhili telefonla konuşan sekreter hanım;

- Dekan hocamız sizi bekliyor, dedi.

Ben içeri girerken hoca heyecanlı heyecanlı konuştuğu telefonun ahizesini yerine koyup “Hoş geldin, nasılsın?” gibi nezaket cümlelerine gerek bile duymadan;

- Şimdi senin geldiğin üniversitenin rektör yardımcısı ile görüştüm. Sen cemaatçiymişsin, eşin de başörtülüymüş. Ben bu fakültede, bu üniversitede olduğum sürece senin gibi hiç kimseyi buraya aldırmayacağım, dedi.

- Hocam müsaadenizle ben başvurumu yapayım, buna siz değil jüri karar versin, dedim.

- Sen bilirsin, o jüriyi de ben belirleyeceğim zaten. Boşa kürek çekmiş olursun. O dosyayı hazırlamaya harcadığın emek de boşa gitmiş olur, dedi.

Bendeniz çıkmadık candan umut kesilmez, deyip başvurumu yaptım ve aynı günün akşamı, yemekleriyle meşhur o şehirden, yemek içmek hatırıma gelmeden aç biilaç geri döndüm. Yol boyunca otobüste hüzünlendim, dertlendim, kederlendim, yarınımı/yarınlarımızı düşündüm, umutsuzluk girdabında boğulur gibi oldum.

Sabah 9 gibi eve vardım, kapıyı çaldım. O sıralarda 5 yaşında olan oğlumun koşa koşa koridoru geçerek kapıya gelişini dinledim. Heyecan ve telaşla kapıyı açan oğlum bağırarak;

- Baba, canım çok Topkek çekti. Ama olsun, sen maaş aldığın zaman alırız, dedi.

O an dizlerimin üzerine çöktüm, yüreğimde patlamaya hazır bir volkan misali birikmiş olan hüznümü, kederimi gözyaşlarım ve “Allahım!” haykırışıyla boşalttım. Orada o vaziyette ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum...

Veee... Aradan çok geçmeden, hiç ummadığım sebepler ve vesileler silsilesiyle Türkiye'nin batısındaki bir üniversitede öğretim üyesi olarak göreve başladım. Belki bir gün onun da hikâyesini anlatırım.

İlk maaşımı aldığım gün oğlumu süpermarkete götürdüm. Topkeklerin dizildiği reyonun önüne gelince;

- Evladım, istediğin kadar topkek alabilirsin artık, dedim.

Ve o günden beri bendeniz her topkek gördüğümde 28 Şubat’a ve o günleri bu millete yaşatan din ve millet düşmanlarına lanetler, beddualar ediyorum. Bu fakire bu günleri gösteren Rabbime de zerratım adedince şükürler ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum