Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Yumruklar Ahmed Türk’e değil ümid ve geleceğimize atıldı!..

Yumruklar Ahmed Türk’e değil ümid ve geleceğimize atıldı!..

Irkçılık, insanî fazilet ve meziyetleri kanda arayan dehşetli bir belâhet; aptallığın had safhası. Cünûn, tekliften âzâd eder; cürmü ne kadar büyük olursa olsun, deli mâsumdur. Ama ırkçı, cinâyeti ne kadar küçük olursa olsun, cezanın en şiddetlisine müstehaktır. Zirâ en küçük cürmü bile insanlığı bütünüyle imha edebilecek bir kuvve taşır habis bağrında.

Osmanlı, halk tâbiri ile yetmiş iki kavmi tek çatçı altında, tek bir nizamla rapt–ü zabt altına almakla kalmamış, mes’ud da yaşatmıştır, asırlar boyu. Onu çökertmenin yolunu hasımları, geniş topraklarına ve muhtelif kavimlerinin arasına ırkçılık illetini salmakta buldular. Anlaşılabilir bir netice. Anlaşılabilir, zirâ Osmanlı teb’asının mühim bir kısmı Gayr-i Müslimdi, ecnebî telkin ve tahriklerine bir taraflarıyla hep açıktılar. Müslimlerin bir kısmı ise hile ve desiselerle iğfal edilmişlerdi, Araplar gibi...

Savaş meydanlarında sırtını yere getiremediği Osmanlı’yı târih sahnesinden entrika ve desiselerle tardeden Batı’nın kendi emelleri istikametinde şekillendirdiği Türkiye Cumhuriyeti’nin muktedirleri ya eski hasımlarını dost sanma gafletine düştüler, ya da onlara kapılarını ardına kadar açık tutmakta bir beis görmediler.

Anadolu topraklarında bir avuç Gayr-i Müslim’in dışında kalanlar ekseriyet itibariyle Türk ve Kürtler’den müteşekkildi... Türk târihini sıfırdan ve Cumhuriyet’le başlatan Ankara Zihniyeti, bir cinnet sarasına tutulmuş gibi, bütün değerleri tahribe koyulmuştu. Bu tahrib sarasının hedef tahtasının merkezî yerine oturtulanlar: İslâmiyet ve târih!.. Târih, inanç ve târihinden gelen mânevî değerleri bu kadar fütursuzca tahrib edilmiş bir başka milletin varlığına şehâdet etmiyor. Etmiyor, çünkü yok!..

Milleti millet yapan aslî ve insanî değerleri tahrib edenler, ister istemez içtimâî hastalıkların en dehşetlisi, en hayasız ve en rezili ırkçılığa milliyetçilik adı altında kucak açtılar. Anadolu’da yaşayan ve bir cihân devletinden bakâyâ kalan farklı ırktan, farklı dilleri konuşan ama müşterek vasıfları inanç ve târih birliktelikleri olan bir düzineyi aşkın halkı bir arada tutmanın yolunu onları Türkleştirmekte bulmuşlardı, en azından öyle sanıyorlardı.

O kadar çâresiz ve şuursuzlardı ki, teşebbüsünde bulundukları hamâkatın târihte devşirilmiş bir muzaffer meyvasının olmadığını bile görmek istemiyorlardı. “Ne mutlu Türküm diyene!” çerçevesinde Anadolu’da yaşayan halkları biraz da korku ve yasaklarla kısa bir zaman zarfında Türkleştirebileceklerine, cidden ihtimal veriyorlardı...

Osmanlı’nın altı asır boyunca çok daha fazla kavmi, mühim bir kısmı da Gayr-i Müslim olduğu halde bir arada tuttuğunu görmelerine engel olan sebep, hamâkat ve şuursuzlukları değildi, görüyorlardı. Görüyorlardı, ancak gâlib durumda iken savaştan erken çekilen Batılı eski hasım ama yeni dostları, İslâmiyet ve Osmanlı’nın kesin reddini istiyorlardı...

Bir asra yakındır kuruluş yıllarının bu eblehliğini ayağımızda ağır prangalar gibi taşıyoruz. Bu ağır külçeler ile ne yol almamız mümkün, na da yaşamamız... Dünyanın değiştiğini, 1920’ilerin bu dayatma ve iğfalâtından kurtulabileceğimizi görmemiz lâzım. Din düşmanlığına da, târihin reddine de sebep kalmadı... Batılılar da artık kolay kolay iflâh olmayacağımızı, Osmanlı’nın bir daha dirilmesi ihtimalinin imkânsıza yakın olduğunu görüyorlar. Hem aksini düşünseler ne gâm!.. Canları cehenneme, bir asrımızı hebâ ettikleri yetmiyor mu?

İşte bakın, son otuz yıldır içinde boğulduğumuz, elli bin civarında genç insanımızın hayat bâkiyesi kan ve anaların göz yaşı deryasıdır. Füruatlarıyla birlikte bir tiriliyon doları hebâ etmiş, hasımlarımızın ahlâksızca keyiflerine peşkeş çekmişiz. Halbuki o bir tiriliyon dolar ile sadece Kürt bölgeleri değil, bütün Türkiye âbâd olurdu...

Mevzuu tehlikeli ve nirengi bir nokta ile noktalamak istiyorum... İklim ve coğrafî şartların insan davranışları üzerindeki tesiri İbn Haldun’dan beri kaziye-i muhkeme... Karadeniz insanının cesur, gözü pek ama çabuk dalgalanan, fırtınaları çabuk kopan damarı bilinen şey. Bu hakikat târihin şehadetiyle sâbittir. Cumhuriyet devrinin çarpıcı misali Giresun’lu Topal Osman’ın sırtı sıvazlanmak suretiyle yine hemşehrisi olan Trabzon mebusu merhum Ali Şükrü Bey’i hunharca şehid etmesidir.

Maalesef Türkleştirme politikalarına en fazla kapılan Karadeniz kıyılarının bu celallî insanları, derin unsurlarca çok tehlikeli bir oyunda kullanılmak isteniyor. Papaz Santoro ile Hırant Dink’in bu bölgenin insanları kullanılarak katledilmiş olmaları hakikati orta yerde dururken Bulanık’ta meydana gelen ve içinde derin devletin taraf olarak yer aldığı bir dâvâyı Samsun’a almak, bile bile tertiplere dâvetiye çıkarmaktı. Böylesi bir tercih, en hafif tabiriyle gaflet eseri olmalı, diğer ihtimali söylemeye dilim varmıyor.

Dâvânın Samsun’a alındığını duyduğum gün derinden bir “Eyvah!” çekmiş ve yakın çevremdekilere endişelerimi ifâde etmiştim. Maalesef daha ilk duruşmada, Kürt siyasetinin en ãkıl ve en mutedil politikacısı Ahmed Türk’e atılan yumruklar endişelerimizin yersiz olmadığını gösterdi. Bu vakâ dehşetli bir tehlikenin, ama bâzı çevrelerin arzu ettiği bir tehlikenin habercisidir. Türk’e tokat atanı ve bu tokat ile devşirilmek istenen neticeden fayda bekleyenleri lânetliyorum. İlle de bir Kürt Siyasetçiye tokat atılacaksa Ahmed Türk en sonuncusu olurdu. En sonuncusunu birinci sıraya oturtmanın sebebi, Kürtleri galeyana getirmektir.

Türk, akl-ı selim sahibi olduğunu bir daha göstererek herkese itidal tavsiye etti, geçmiş olsun dileklerimle birlikte teşekkür ediyorum... Ama unutmayınız ki, Ahmed Türk, Kürtler için hâkim-i mutlak değildir. Bu vakânın daha tehlikeli tertiplere zemin teşkil etmesinden cidden endişe duyuyorum.

AK Parti iktidarı, milleti bir an önce bu ırkçı zeminden çıkarmaya mecburdur... Bir Kürt Türk çatışmasının tek kazananı onların çatışmasını heyecanla beklemekle kalmayıp tahrik ve teşvik edenler olur; Osmanlı’nın bu son mezar taşından da kurtulmak isteyenler olur; Türkler ya da Kürtler değil. Düşmanlarının tahrik ve telkinlerine bu kadar açık durmak akla ziyândır, bir asırlık ihanetlere rağmen açık durmak akla ziyandır. Değil mi ki, bu memlekette yaşayanların yüzde doksan dokuzu Müslüman’dır, o zaman kardeştirler... Neredeyse tek müşterekimiz hâline gelmiş İslâmiyet’i görmemek, budalalıktır. İslâmiyetten korkmak, Batılı hasımlarımızın telkinlerinin eseridir, hakikatı ifâde etmiyor, şeni’ bir yalandır. İslâmiyet bin yıl bu milletin saâdet kaynağı olmuştur, yine olabilir. Ebedî saâdetlerini İslâmiyet’te arayanların onu dünyevî saâdetleri için kifâyetsiz görmeleri, deliliğin daniskasıdır...

İslâmiyet’ten korkanlar ya aldanmış gafiller, ya şeytana ayak uydurmuş insî şeytanlardır... Bu memleketi kıyamete kadar mes’ûd ve müreffeh yaşatacak inanç ve târih değerlerimiz var. Yapmamız gereken tek şey, kulaklarımızı dost sureti takınmış amansız düşmanlarımıza kapatıp bütün takatımızla en hassas taraflarına bir tekme sallayıp dehlemektir... Biraz iz’an, biraz insaf, biraz akıl ya huuu!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum