Özel mülkiyet

Bu mesele, insanın bulunduğu her zaman ve mekânda, onun ayrılmaz bir parçası olmuştur. Mülkiyetin temeli ve insanı hakiki insan kılan asıl unsurlar, onun benliği ve hür iradesidir. Benlik algısı kendisini, dış dünyaya karşı “ Ben ve Allah ”, “ Ben ve Kâinat ” ve   “ Ben ve diğer insanlar ” gibi ifadeler ve hissedişler ile gösterir. Benlikte kendini her şeyden bir ayırma, kendini bir geriye çekiş ve bir odak merkezi kılma vardır. İleri safhada ise benliğin mülkiyet algısı, içinde bulunduğu bedeni, kendindeki fizikî ve metafizik donanımları sahiplenmesi ve kendine izafe etmesiyle belirginleşir. Kendinde bulunan akıl âletiyle elde ettiği bilgiyi, sanat yeteneği ve iradesiyle ortaya koyduğu eseri, gücü ve cesaretiyle gösterdiği kahramanlığı haklı olarak kendine nispet etmesiyle özel mülkiyet tam manasıyla bir kişiden dış dünyaya akseder. Mülkiyet algısı, insan benliğine takılmış İlâhî anahtarlardan birisidir ki, kâinat mülkünün Hakiki Mâlik’ini tanıyabilsin. İnsan emeği, özel mülkiyetin temeli olduğu gibi, İlâhî emek sayılan yaratma da hakiki mülkiyetin temelidir. Bu yüzden Kur’an “ Sizi ve sizden öncekileri yarattığı için Rabbiniz’e kul ve asker olun ” der. ( Bakara sûresi,  21 )

Mülkiyet algısının diğer ana sebepleri, hayat ve duygulardır. Canlılık, sonu gelmeyen ihtiyaçlar dünyasıdır. Korunmak en zaruri bir ihtiyacı olduğu gibi, beslenmek ve çoğalmak da hayatın diğer zaruri ihtiyaçlarıdır. Canlılık, bunların temini için dış dünyaya uzanmaya, çeşitli şeylerle alaka kurmaya, onlardan istifade etmeye mecburdur. Beslenme ve çoğalma aynen korunma gibi, hayatın sonu gelmeyen ve yenilenen temel ihtiyaçları olduğundan canlılık, istifade ettiği nesneleri ve kaynakları sahiplenmeye ve çevresinde sabitlemeye muhtaçtır. Tâ ki emniyet içinde yaşayabilsin ve çoğalabilsin. Bu açıdan sahiplenme realitesi, hayatın olduğu her yerde kendini bir şekilde gösterir. Mesela her kurt sürüsü, bir bölgenin kendi mülkiyeti ve tasarrufu altında olduğunu belirtmek için, bölge sınırlarına idrarını yaparak kokusunu bırakır. Diğer sürüler de kendi bölgeleri için aynı şeyi yaparlar. Bu şekilde, kurtlar yaşam sahalarını kendi aralarında bölüşürler. Farklı bir sahiplenmeyi ise, somon balıklarının her yıl aynı yere yumurtlamalarında; göçmen kuşların her yıl aynı göl ve nehir kenarlarına gitmelerinde de gözlemleyebiliyoruz.

Mülkiyet algısı ile ilişkisini göstermeye çalıştığım bu 4 özellik ve benzeri yüzlerce yönleri dikkate alırsak görürüz ki özel mülkiyet, insanı insan yapan aslî yönüdür. Özel mülkiyet algısı içinde insanın potansiyel yetenekleri bilfiil hale geliyor. Bu manada özel mülkiyeti yok etmek, insanlığı temelinden inkâr etmek ve tâ ruhuyla katletmek demektir.

İnsanlık tarihi, fıtratın kendisini ifade edişidir. Bu açıdan iktisat tarihine baktığımızda ilk yazılı metinlerden itibaren hemen her toplumda özel mülkiyetin kabul gördüğünü ve bu toplumlara ait bütün hukuk sistemlerinde bir bölümün özel mülkiyete ayrıldığını rahatlıkla görebiliyoruz. Mesela Roma hukukuna dayanan günümüz hukukunda mülkiyet için şöyle bir tanım getirilir: “ Taşınır (menkul) ya da taşınmaz (gayr-i menkul) bir eşya üzerinde hak sahibine kullanma (usus), yararlanma (fructus) ve tasarruf (abusus) yetkisi veren, hukuk düzeninin sınırları içinde kullanılabilen, mutlak ve aynî bir haktır.

Beşeri hukuk sistemlerinde özel mülkiyeti muhafaza için, kişinin rızası haricinde mülkünün elinden alınması, hırsızlık ve gasb olarak görülmüş ve cezalandırılmıştır. Semavi hukuk da aynı şekilde, özel mülkiyeti muhafaza için hırsızlık ve gasbı şiddetle cezalandırmış; emeğin kazancını mukaddes bir servet olarak görüp zayiatını engellemiştir. Hz. Peygamber (ASM) Veda Hutbesi’nde mülkiyet dokunulmazlığını şöyle ifade eder:

Ey İnsanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşama hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlüğünüz Rabbinizle buluşacağınız güne kadar bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gibi, saygıya ve korunmaya layıktır, dokunulmazdır. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara dayalı cezalar müstesnadır.[1]

Özel mülkiyet algısı, kişiye sınırsız kazanç sağlayabilme imkânı veriyor. Bu imkân emeğe[2] dayalı meşru bir kazanç getirebildiği gibi, faiz ve sömürüye dayalı haksız kazançlara da yol açabiliyor. Bundan dolayı ekonomik sahadaki olumsuzlukların menbaını teşkil ettiğinden özel mülkiyet olgusu, kapitalizme muhalif olarak doğan Sosyalizm tarafından          “ şeytanlık ” olarak görülmüştür. Evet Sosyalizm, özel mülkiyet ve kişisel üretimi reddeder. Sosyalizm’den doğan Komünizm ise, daha ileri bir safhaya yürüyerek “ Üretim Planlaması ” na ilaveten “ Tüketim Planlaması ” da yaparak ferdlerin hür iradelerini tamamen zincirlemiştir.[3] İnsanları devletin esiri ve kölesi yaparak, insanlığı köleliğin ve sayısız vahşetlerinin işlendiği eski çağlara geri döndürmüştür. Şahıslara köle olmakla, insan eseri olan bir devlete köle olmanın farkı yoktur. Bu açıdan iktisat tarihçileri ve bilim dünyası Komünist ülke idarelerini “ Proleterya Diktatörlüğü ” şeklinde haklı olarak isimlendirmiş ve eleştirmiştir. Komünist rejim, fıtrat kanunlarıyla savaşa girdiği için sonunda yıkılmıştır.

Kapitalizmden Sosyalizme ve Komünist ekonomiye yönelişin sebebi 1929’daki küresel ekonomik krizdir. Bu krizde, kapitalist ekonomi çaresiz kaldı. Yükselen işsizlik, artan enflasyon ve piyasalardaki durgunluk dünya genelinde yeni bir yöntem arayışına sebep oldu. 1930’lu yıllar bu açılardan komünizmin Rusya’da ve dünya genelinde yayılmaya başladığı dönem oldu. Küresel kriz, Türkiye’yi de etkilemişti. İslamın fıtratla barışık ekonomik düsturlarını reddeden Türkiye iktidarı ve fikir adamları krizin etkisinden kurtulmak amacıyla, halkı yerli malı kullanımına ve tasarruf yapmaya yöneltti. Ekonomik sistem olarak da sosyalizm ve komünizmin Türkiye için “ Ne getirip götüreceğini ” düşünmüş ve düsturlarını gayr-ı resmî olarak uygulamaya başlamıştı. Bediüzzaman Said Nursi bu konuya dair iktisadî, biyolojik ve dinî açıdan şöyle bir tahlil ve tenkid yapar:

Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede ( sosyal hayatta ) bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki ( insan türünün yaratılışındaki ) hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat ( eşitlik ) kanunu tatbik edilebilir.

Sosyalist ve Komünist mantığın iddia ettiği sınıfsız yaşam ve mutlak eşitliğin imkânsız olduğunu şöyle izah eder:

Nev-i beşerin ( insan türünün ) fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka ( mutlak eşitlik ) kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve bir şeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nev'ini, binler nevileri ( türleri ) sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine[4], duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta ( makamlarda ) gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zihayatın (canlıların) sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın tenevvüünün ( çeşitliliğinin ) en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle       ( insanın manevi yapısının değiştirilmesiyle ), aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.[5]

Müsabaka, “ En iyi olan kazansın ” şeklinde, hayırlarda yarışmadır. Müsabaka, İslâmiyetin ve semavi dinlerin ortak düsturudur. “ Festebiku’l-hayrat ” ( Ey bütün semavi din sahipleri, hayırlarda yarışın ) âyetinin gereğidir.[6] Rekabet ise, meşru veya gayr-ı meşru yollarla da olsa “ Sadece ben kazanmalıyım ” şeklinde bencilce ve saldırgan bir yarışmadır.

Kapitalizmin özel mülkiyetteki aşırı tutumu ve ifratkâr yapısı, Sosyalizm ve Komünizm’in özel mülkiyeti ve irade hürriyetini ortadan kaldıran tefritine sebep olmuştur. İktisadî akımlar arasındaki bu dalgalanış Kapitalizmden Komünist ekonomiye doğru yönelmeyenlerde “ sosyal devlet ” anlayışını doğurdu. Şu an dünya genelinde iktisadî uygulama, sosyal devlet anlayışı çerçevesindedir. Bu devlet anlayışı, dinin ön gördüğü devlet-fert, kollektif mülkiyet-ferdî mülkiyet dengesine doğru gittikçe yaklaşmakta…

Özel mülkiyet konusu beşerî ekonomileri doğrudan ilgilendiren bir husus olduğu gibi semavi dinleri ise, daha öncelikli olarak ilgilendiren bir mevzudur. Çünkü bütün semavi dinler, fıtrat kanunlarına dayanırlar. Kur’an bunu şöyle ifade eder: “ (Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.[7]

Din madem, fıtrata dayanacak ve fıtrat kanunları değişmeyecektir. O halde semavi dinler fıtratın gereği olarak ortaya çıkan sosyal tabakalaşmaya ve tabakalaşmanın yol açtığı su-i istimallere çözüm getirmek zorundadırlar. Evet zekâ, cesaret, kuvvet, sanat gibi doğuştan gelen yetenek farklılıkları sosyal tabakalaşmanın ana sebepleridir. İşte bu noktada zekât müessesesi, avam ve havas tabakaları arasında bir köprü vazifesi görüp biriken sermayeyi erittiği gibi; faizin yasaklanması da haksız sermaye birikimini ve emek sömürüsünü ortadan kaldırıyor.

Bu noktada iktisad tarihini dikkatle inceleyen Said Nursi faizin yol açtığı sosyal ve siyasi kriz ve ihtilalleri göz önüne getirerek şöyle bir tespit yapar:

Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı ( faiz çeşitlerini )[8] öldürmeli!

Tabaka-i havastan ( zengin kesimden ) tabaka-i avâma ( fakir kesime ) sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor,

Sadâ-yı ihtilâlî ( ihtilal sesleri ), vâveylâ-yı intikamî ( intikam feryadları ), kin ve haset enini ( inlemesi ) . Yukarıdan iniyor,

Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün ( büyüklenmenin ) sıkleti, tahakküm saıkası                ( zorbalık yıldırımı ). Aşağıdan çıkmalı,

Tahabbüb ( kendini sevdirme ) ve itaat, hürmet ve hem imtisal ( örnek alma ). Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,

Hem şefkat ve terbiye... Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli ( faizi kovmalı),

Kur'ân'ın adaleti bâb-ı âlemde ( âlemin kapısında ) durup ribâya der "Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli."

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille.[9] Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.[10]

Bediüzzaman, 1. Dünya Savaşı’nın ana sebebinin, faizin yol açtığı haksız sermaye birikimi olduğunu; mevcud kapitalist anlayış değişmezse ilkinden daha dehşetli ve geniş dairede bir Dünya Savaşı’nın çıkacağını ekonomik olarak öngörmüş ve 1921 yılında ifade yazmıştır. Aynen gerçekleşti.

Yukarıdaki izahta altını çizdiğim kelimelere dikkatle baktığımızda görüyoruz ki Bediüzzaman, zâhiren ahlaka dair görünen fakat özel mülkiyetin temelini belirten bir hadisi metin içinde tefsir ediyor. Hadis-i şerif şudur:

[11] كَبِيرُنَا  وَيُوَقِّرْ   صَغِيرُنَا،   يَرْحَمْ لَمْ مَنْ مِنَّا  لَيْسَ ( Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizi saymayan, bizden değildir. )

Bediüzzaman buradaki “ büyüklerimiz ” tabirini, emeği ve helal kazancıyla ekonomik açıdan zenginleşen Müslüman manasında; “ küçüklerimiz ” tabirini ise hastalık, sakatlık, yetenek noksanlığı, iflas ve ağır borç yükü altına girme gibi çeşitli gerekçelerle muhtaç duruma düşen Müslümanlar olarak tefsir ediyor. İslam toplumu ve ekonomik yapısının bütünlüğünün sağlanması noktasında zenginlerin servetinden fakirlere bir merhamet olarak     “ zekât ” akmasını; fakirlerin kalb ve nefsinden, alın terinin zekâtını veren zenginlere karşı      “ hürmet ve muhabbetin ” yükselmesi gerektiğini Hz. Peygamber (ASM) ifade ediyor, der.

Evet, Arapça’da büyüklük manasında olan kibriya sıfatı, ulviyet ve azametten oluşur. Azamet, sabit ve sarsılmaz kuvvet mâliki olmaktır. Ulviyet ise, ilim ve hikmet ile yüksek konum ve seviye sahibi olmaktır. Bu manada Müslüman bir kişi, fıtratındaki potansiyel sanat ve ticâri yeteneği aldığı eğitim ve ilimle açıp yükselse; sonrasında emeği ve cesaretiyle servet ve kudret elde etse onun hayatında bir kibriya tecellisi yansır. Vereceği zekât, sadaka ile ve yapacağı infak ve hibelerle fakirlerin kalbinden ona doğru hürmet ve muhabbet yükselir. Hiçbir ideoloji ve hiçbir ekonomik sistem böyle bir merhametli zenginliğe düşman olamaz. Düşman olup şeytanlık yapamaz.

Kur’an zekâtı, zenginin başa kakabileceği bir husus olarak değil, fakirin bir hakkı olarak görüp gösterir. Bunun sırrı fıtrattaki duygulara dayalıdır. Nasıl ki güzellik, sevilmeyi; sanat, beğenilmeyi; mükemmellik, hayranlığı varlıklarıyla hak ediyorlar. Bütün sağlıklı fıtratlar güzellik, sanat ve mükemmelliğe karşı bu duyguları besliyorlar. Bu açıdan sevilmek, beğenilmek ve hayranlık, güzellik, sanat ve mükemmelliğin fıtrî hakkıdır. Aynen öyle de fakirlik, merhameti; âcizlik, şefkati; açlık, doyurulmayı; zayıflık ise yardım edilmeyi hak eder. Bu açıdan kutsallık hakikati üzerine programlanmış fıtratını bencillikle bozmamış herhangi bir insan fakir, hasta ve aç birisinin haline lakayd kalamaz. Ekmeğini paylaşır, çayından ikram eder. İnsan fıtratında bu manada kendisinden üstte olana karşı yerleştirilmiş aydınlık duygular ( mesela aşk ) olduğu gibi kendinden altta olanlara karşı da mukaddes duygular ( mesela merhamet ) yerleştirilmiştir. Her insan, bu duyguları verdikleri manevi lezzet ve acıların eşliğinde yaşıyor.

Fıtrat kanunları üzerine kurulu olan din, bu evrensel köklerinden dolayı zekâtı, fakirlerin zenginlerin malı içinde olan “ hakkı ” olarak gösterir: “ Zenginlerin mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır[12] der. Evet fakirlerin fakirliği, evrensel merhamet hakikati gereği, zekâtı hak ediyor. Bu hak yenildiği için, Rusya’da komünist ihtilali oldu. İngiltere’de Robin Hood efsanesi gibi efsaneler ortaya çıktı. Evet şu an Robin Hood’u bütün dünya halkı bilirken, devrinin zâlim kralının ve servet sahiplerinin isimlerini bilen çok az insan bulunması gösterir ki, fıtrat ona hizmet edeni unutmaz.

Fıtrat kanunlarına dayanan İslamiyet, faizi haram edip ticareti helal kılmakla ekonomiyi ihya edip sürekli akan bir nehre dönüştürmüş; zengin-fakir tabakaları arasındaki bağlantı içinse zekât-hürmet şeklinde köprüler kurmuş ve tabakalar arası kopmayı engellemiştir. Fakat fukaranın gönül toprağında hürmet çiçeklerinin bitişini, zekât yağmuruna yağmasına bağlamıştır. Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar’ın bazı dönemlerinde toplumda zekât verecek kimsenin kalmaması gösterir ki, zekât müessesesi ve onu ikmal edici olan sadakalar, infaklar, hibeler, karz-ı hasenler[13] kaynak ve gelir dağılımını bütün İslam toplumuna yayan ve toplumsal refahı sağlayan ekonomik araçlardır ve çarelerdir.

Zekâtın “ Kalpleri İslama ısındırılacak kişilere verilebilmesi[14] âyeti ise bize, zekâtın İslam toplumu içindeki muhtaç gayr-ı Müslimlere verilebildiğini gösterdiği gibi, uluslararası sermaye akımlarına ve dünya genelinde bir refahı sağlamaya açık yönünün de bulunduğunu ifade eder. Yapılacak araştırmalarla dünya tarihinde yaşanmış savaşların çoğunluğunun temelinde fakirlik ve ekonomik gayeler olduğu görülürse, İslamın küresel ve evrensel bir barışı sağlayabilecek prensipler içerdiği ve böyle bir vizyonu olduğu da bu ayetin dürbününden akıllara görünecektir.

Şu anki İslam dünyasının Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan gibi petrol zengini fakat nüfusu az olan ülkelerinin verecekleri zekâtlar ve yapacakları hibeler, Somali ve Filistin gibi muhtaç Müslüman ülkeleri ihya edebileceği gibi, yapılabilecek ekonomik ve siyasi işbirliği de siyasi zillet ve sefaletleri sonlandırmaya yetecektir. Hem zekât sistemi, ekonomik kriz içinde bulunan Arjantin, Bolivya gibi gayr-ı müslim ülkelere, Afrika’nın fakir halklarına ve Güney Asya’nın muhtaç insanlarına İslam’ı tanıtmak, hakiki mülk sahibi Allah’ı sevdirmek için bir anahtar vazifesi göreceği gibi en azından o ülkeleri kendine dost edecektir. Evet, evet. “ İnsan, ihsanın kölesidir.[15]

Bu noktada İslam tarihine baktığımızda en iyi örneklerden birisi Kral 1. Mansa Musa’dır. 1312-1337 yılları arasında Mâli İmparatorluğu’nun krallığını yapmıştır. Helal kazancı, cesareti ve ticârî zekasıyla zenginleşmede en iyi örnek odur. Altın, tuz ve fildişi ticareti ile zenginleştiği gibi, Afrika kıtasının bütürün ticari kilit noktalarını kontrole alarak ülkesini Afrika’da merkez haline getirmiştir. 400 Milyar dolarlık servetiyle gelmiş geçmiş en zengin insandır. Katıldığı 60.000 kişilik efsanevi hac kafilesinin Mısır’da yaptığı alış veriş ve verdiği sadakalar ve bağışlar Mısır’daki ekonomik krizi durdurmuştur. Servetinin ve hayırseverliğinin şaşaası geçtiği her yeri ihya ettiği gibi; Vedenikli tâcirlerin ve Avrupa devletlerinin Afrika’yı keşfetme niyetine girmesine de sebep olmuştur.[16]

[1] Vesaik, 361; Buharî, “Hac” 132; “Megazi 78;“Tevhid” 24,  “Edahi”  5,  “Fiten” 8;  “Edeb” 42;Müslim, “Hac” 283; Müsned-i Ahmed, 7/ 307.

[2] Mudârebe tarzında emek-sermaye ortaklıklarında sermayenin kazancını meşrulaştıran ve faizden onu ayıran sır, ticarette zarar ve iflas ihtimalinin olmasıdır. Faizde ise, zarar riski yoktur. Bu sırdan dolayı, ticaret helal ve kutsaldır; faiz ise, haram ve bencilliktir.

[3] Prof. Dr. Erol ZEYTİNOĞLU, Ekonomik Sistemler.

[4] Kuvâ, akıl, hayal, sevgi v.s. insana ait güçler demektir. Letâif ise, ahlak, edep, sanat gibi insana ait ince ruhani özellikler demektir.

[5] Lem’alar, 22. Lem’a, 2. İşâret.

[6] Mâide suresi, 45.

[7] Rum suresi, 30… Demek fıtrat-din bağı ilmî bir meseledir ve insanların çoğunluğu bu ilme vâkıf olamayacaklar.

[8] Katlamalı faiz, gecelik repolar, tahvil ve bonolar gibi faize dayalı bütün araçlar…

[9] Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ( geleceğe dair bir işarettir. ) Evet, beşer dinlemedi, İkinci Harb-i Umumî ile bu dehşetli silleyi de yedi. ( Sözler, Lemeat )

[10] Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Lemeat, “ Beşer hayatını isterse envâ-ı ribâyı öldürmeli ” bahsi.

[11] Tirmizî, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 66.

[12] Zariyat suresi, 19.

[13] Borcu alan ve verenin iki tarafın hukukunu gözettiği borçlanma şeklidir.

[14] Tevbe sûresi, 60.

[15] "İnsan iyilik ve ihsanın kölesidir." Ebu Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ: 4:121; el-Beyhakî, Şuabü'l-îman: 1:381; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 4:276, 7:346; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl 1:149.

[16] https://www.youtube.com/watch?v=A_57lvFde7c.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum