Ömre bedel ziyaret: Ravza

Yaralıydım…

Herkes kadar, belki daha çok…

İçimde dolu dizgin kanayan yaralarım vardı.

Ömürden geçen her gün, her ay ve her bir yıl, bir iz bırakmıştı yüreğimde.

Nereye aktığı belli olmayan çağlayanlar vardı içimde.

Zaman zaman duygularım taşar, bir yere sığmazdı.

Bazen hayatın akışına kapılır gizlenirdim.

Bazen güler geçer, bazen hüzünlenirdim.

Duyardım hep… Anlatılırdı…

Gidilir görülür yerler vardı uzaklarda.

Akın akın insanların dolup taştığı…

Güneşin değil, yürek yangınlarının yaktığı beldeler vardı.

Kimine göre vazife, kimine göre hasret çekilen, özlenen, beklenen diyarlardı.

Ama sanki hep uzaktı, gidilmezdi…

Sonra bir gün, ansızın, “Çağırıldın” dediler. Öyleydi…

Gidilecek yer Medine’ydi…

Büyük bir düzlüğün ortasında parıl parıl parlayan bir ışık seli.

Işığının şavkı yukarılara vuruyordu.

Yukarıdan baktım ona ilk defa. Geceydi…

Bu nasıl bir geceydi?

Sanki tüm gecelerim bu geceyi beklemişti…

Hayatımın en kutlu bakışıydı bu.

Ve Mescid-i Nebevi… Adeta ruhumun nefesi...

“Allahuekber” diyordu dilim.

Birden; “Selam sana ya Rasulallah! Ben geldim” diye sevindim.

Gerçekten gelmiş miydim?

Gözlerimden akan bir sel vardı…

Siliyordum gözlerimi...

Kendi kendime söyleniyordum.

Belki de haykırmak istiyordum.

İçime içime sesleniyordum…

“Sevgilinin diyarı bu işte…

“Özledin, bekledin, dua ettin, istedin ve sonunda geldin…”

Sonra ilk sabah ezanı…

Ve binler Müslümanla kıyama durdum…

Havadaki huzura kandım.

İklimi yumuşacıktı. Berrak ve iç ısıtandı…

Gözyaşlarım akan seldi hala…

Dolu doluydu Mescidi…

İnananlarıyla taşmıştı adeta her köşesi…

Nazikti mimarisi… O’na yakışandı... Sade ama zarifti…

Onu anlatıyor gibiydi.

Ardından toparlanıp Ravza’nın kapısına yöneldim.

Açılan kapılar adım adım yaklaştırdı beni en sevdiğim insana…

Salavatlar yankılandı Mescid-i Nebevi’nin kubbelerinde...

Yüzlercesiyle beraber yürüdüm. İçimde tarifsiz bir mutluluk…

Yürüyordum, hücrelerim yürüyordu…

Yürüyordum, zerrelerim yürüyordu…

Yürüyordum her şeyimle, bugüne dek beni ben yapan ne varsa,

Hatalarımla, günahlarımla, anılarımla, duyduklarımla, özlemlerimle, sevdamla yürüyordum…

Oturdum bir köşeye huzuru hissetmeye çalıştım.

Hz. Fatıma’nın bahçesiymiş burası.

Şurda Hz. Hasan koşmuş, burda Hz. Hüseyin…

Sabırlı bir bekleyişin ardından, koca kalabalığın bırakıp gittiği yeşil halı,

Ve Ravza gözlerimin önündeydi artık…

“Ey iman edenler!

Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin.

Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın,

yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider”*

Ayetinin öğretisiyle sakince yürüdüm…

Varmıştım menzile, gelmiştim huzuruna…

Ey gözyaşıyla buğulanmış gözlerim! Sabit dursana!

İşte Ravza-i Mutahhara’dır bu...

Rasulü bağrında saklayan, gül gül koklayan,

Geleni sıcacık saran, herkesi arındıran, bambaşka biri eden bir menzildir…

Ve sonunda minberiyle kabrinin arasına ulaştım…

Ya Rabbi!

Ey Seveni sevdiğine kavuşturan Yüce Mevlam!

Bu nasıl bir vuslat ki,

İçimde çiçekler açtı…

Birden dünyama bahar geldi,

Tek tek kayboldu hüzünlerim, yaralarım iyileşti.

Bana ilaç oldu Ravza...

Yüreğimden ırmaklar coştu, akıp gitti kederlerim.

Bir güneş doğdu ufkuma…

Bir güneş ki güneşi kıskandırdı.

Söndü alemin karanlığı, ışık ışık yandı her hücremde zerrelerim.

Parıl parıl parladı umutlarım.

İman giyindi yeniden bütün bedenim.

Ben ışığa koştum, ışık bana sarıldı.

Çiçekler coştu alemimde çoğaldı, çoğaldıkça çoğaldı.

Ayaklarıma can geldi yeniden.

Ben bahar oldum adeta.

Bahar giyindim. Bahar boyandım renk renk…

Gül ektim her yere.

Güllerce çoğaldım. Gül koktu her yer. Güllere sarıldım.

İçimde yok ettim her adımda vesvese zehrini.

Bir oldu kainat… Tevhid göründü gözüme aşikar.

İbrahimvari (as) teskin oldu kalbim…

Bahar bahar bahar… Her yer çiçek çiçek aşk oldu…

Habibi duydum, Habibi bildim “Habib” dedim…

Dünya orada bitti sanki.

Bir “Selam sana ya Rasulallah” dedim ki,

Yeniden gürül gürül aktı çaylar, dereler, ırmaklar…

Alem parladı, manaya büründü…

Yandı güneş harından alev alev oldu.

Yakmadı canları ısıttı, ışıttı sevgiyle…

Kainat O’na selama durdu…

Ben yaralı değilmişim, yara imişim baştan aşağı anladım…

Yara kavuşunca ben oldum. Özümü buldum.

Kül oldum, yandım bittim, sonra gül oldum.

Güle kandım, gül kokladım.

Gözlerimden akıp gitti dolu dolu yaşlar…

Dermanımı buldum…

Tebessüm oldu her damla, içim çocuk sevinciyle güldü.

Kara duvağı kalktı dünyanın, sisli perdesi indi yere…

Gök gürleyemedi arından…

Bulut bulut yığıldı esenlik, serin rüzgarlar esti geçti…

Savruldu günah dolu elbisem, uçtu gitti…

Ben özüme döndüm, aslımı buldum…

Asıl yurduma kavuştum, binlercesi içinden ayrıldım O’na göründüm…

El pençe divan durdum huzurunda…

Tek bir emrini bekler gibi bekledim…

Bana tek bir söz söylesin, bir kere adımı ansın diye tutuştum…

“Öyle güzel susayım ki, sen konuş” dedim…

“Ben dinleyeyim ki sen anlat…”

Sen ki Kuran’ın andelibi zişanısın…

Konuş ki ferahlayayım istedim…

Bir Nur içine girdim ki, saatlerce oradayım sandım…

Yalvardım, ağladım, seni hakkıyla bilememişiz diye dövündüm…

Feyzinden nasiplendim kana kana…

Ağuşuna gelen kimseyi boş çevirmezmiş bildim…

“Ya Rasulallah! Bize imdad et, cennette göster yüzünü, yanında olalım” diye inledim…

O’nu göremeyen Veysel Karani’nin hüznü çöktü üstüme…

Ben artık ben değildim...

Bilal’i anladım…

Neden yandı hasretinden bildim…

Neden terki diyar etti vefatından sonra yargılamadım…

Ömer’in gözünden akan yaş yanağımdan süzüldü,

Vefatına inanamadım bir an, hala canlıdır sandım, O’nu da anladım…

Ali gibi için için yandı içim…

İçim içim eridim…

Koca Haydar’ın zerreleri sızlamış nedendir bildim…

Osman gibi haddimi bildim…

Edep diyarında edepsizlik edilmezmiş sustum…

Osman gibi Rasulullah’ın(sav) vefatında üç gün lal olacakmış gibi sustum…

Sustukça susuzluğumu anladım…

Rahmetinden içtim kana kana,

Ben oldum yeniden, teslim oldum, İslam oldum…

Ebubekir’e döndü bakışım, sadakatine imrendim…

Neden O O’nun yanındadır, ben buradayım, onu da bildim…

Dakikalar yetmedi vuslatıma…

Bekleşip durdum ayakta…

Secdeye her varışta kendimden geçtim,

Bayıldım, yeniden ayıldım…

Cennet bahçesindeydim…

Kevser’inin üstündeydim…

Gözlerimi ayıramadım…

Bu Alemlerin Sultanı Muhammed Mustafa’dır…

Bu Habib-i Zişan, Sultanı levlak, şefkat ve muhabbet menbaıdır…

Ya Rabbim! Dakikalarım nihayete erdiğinde,

“Artık bitti gitmelisin” dediklerinde,

Yürümeyi unutmuş ayaklarımla,

Nasıl geri dönebildim bilmiyorum…

Hayatımda hiçbir dönüş böyle zor olmadı bir tek onu biliyorum…

Acı acı attım her adımı,

Adımlarca eridim, yok oldum…

Sonrası…

Bana Medine’den dönüşü sormayın…

Dönmek deyip de içimi kavurmayın…

Ya Rasulallah!

Senden ayrılmanın acısı bu kadar çok mu olacaktı?

Bu kadar mı yanacaktı yüreğim köz köz…

Bu kadar mı hasret duyacaktım daha huzurundan ayrılmadan…

Bu kadar mı özleyecektim seni asırlar arkasından…

Ya Rasulallah!

Bugüne dek tek bir derdim vardı Ravza’nı ziyaret…

Bugünden sonra bir derdimi bin etti bu ziyaret…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum