Leyla İPEKÇİ

Leyla İPEKÇİ

Mucizeyi 'gören' sanat

Sanatta 'güzel'in ne olabileceğine dair on bir yazıdır sürdürdüğüm farklı okumalarıma kötülük temasından sonra üç yazıdır şüphe temasıyla devam etmekteyim. Hazreti Ali'nin (ra) şu sözlerine gerçeğin süslü yüzüyle de gerçek yüzüyle de bakmak mümkün: "Ben görmediğim Allah'a iman etmem!"

Şüpheciliğe inanan biri için bu sözler onun 'Tanrıbilmezciliğini' teyit niteliğindedir. "Madem görmüyorum, inanmamam olağandır" der.

"Doğu'ya veya Batı'ya; nereye dönerse dönsün, Allah'ın yüzünün orada olduğunu" bilen bir mümin içinse, aksine, bu sözler baktığı her şeyde O'nun tecellilerini gördüğüne delalettir Hz. Ali'nin. Sanırım gerçeğin o kadar ince ve narin, o kadar 'bıçak sırtı' bir özü var ki, milimetrik bir sapmaya uğradığımızda, hakkı batılla yok etme telaşına düşürebilir hepimizi. Peki nasıl bir örtüyle korunabiliriz, emanet sırrını taşımamızı engelleyen bu tarz bir şüpheciliğe esir düşmekten?

İlim sahibi olsun olmasın, iman edenlere önerilen; 'ihsan.' En genel anlamıyla "Allah'ı görür gibi hareket etmek.' Bu, emaneti taşıma sorumluluğunu her alan kişiden sınırsız bir derinleşme talep eder. Kalbin iman hakikatiyle O'nu görebilmesinin anlamları açıldıkça, gerçeğe bakışımızı gözün gördükleriyle sınırlamak anlamsızlaşacaktır giderek. Tabii bu tür bir 'bakış' bizden öyle bir şahitlik de talep eder ki, her eylemimiz, nefes alıp vermek dahi bir ibadete dönüşebilsin.

'O'nu görür gibi' ibadet eden biri, şu deneyimi de kaçınılmaz olarak yaşar: O'nun (cc) kendisini gördüğünü. Ve anlar ki, insanın gözüyle görmesi, bu 'ilahi görme'nin ancak bir metaforudur. O halde, bizler ilk derinleşmeyle bu tarz bir 'görme'nin gözle görmekten ibaret olmadığını idrak etmekle yükümlüyüz.

Şüpheye düşmenin en kestirme ve kaba yollarından birinin "görmediğime inanmam" diyerek İlahi Varlık'ı (tek hakikat) örtmek olduğunu ve fakat Hz. Ali'nin (ra) ise aynı cümleyi imanının kanıtı olarak sarf ettiğini belirtmiştim yukarıda. Baktığı her şeyde ancak O'nu görür çünkü.

Şuraya varmak istiyorum: Allah'ın (cc) sıfat ve isimlerinin tecellilerini her şeyde görmek, bir kalp ilmi gerektiriyor. Fakat şüphecilik, Yaratan'ı daha en baştan kendi dışında bırakıyor, orada unutturuyor. Birlemek yerine ikiliğe, (yani O'nu kendinden, kendini O'ndan gayrı görmeye) başlamışsa insan: Tüm görmekliğini 'gözün gördüğüyle sınırlı' bir bakışa hapsediyor.

Hakikati gözüyle gördüğüne indirgeyen ve bunu yine de gerçeğin tamamı zanneden birinden ahireti tanımasını ve sanat eserlerinde 'ora'yı 'bura'ya getirmiş gibi bir ilahi edeple 'bura'yı tahayyül etmesini bekleyemezsiniz. Ne de 'burayı' 'ora'nın çağrışımlarıyla ifade etmesini.

Böyle bir sanatçının sığınacağı en kalın örtü, tasvirdir. Eşyayı çağrışımlarla, anılarla, bellekten aldığı ilhamla ve en çok da benliğinın sınırlı terimleriyle tarif etmenin sanatını icra eder o. Hakikatin ruhuna değil, sadece vücuduna taliptir tabiri caizse. Tasvirle kendini sınırlayan sanatçı, sureti putlaştırır. Kutsar. Tahayyül etmeyi unutturur. Ya da önemsemez. Metafiziği tabiatla sınırlı tutar böyle bir bakış. Kainata yayılmaz. İnsanı kainatın en büyük sırrı olarak algılamaktan imtina eder. Ten ile can arasındaki ilişkiyi eksik kurar. Maneviyat yoksa, gerçeğin gerçek yüzündeki katman katman perde kaldırılmayı bekliyor demektir.

"En güzel surette yaratılmış" olmanın insana ait sırrı salt tasvirle paylaşılamıyor. Güzelliğin evrensel yüzünde aşk var çünkü. Ve aşk tarifle de, tasvirle de sınırlanamıyor. 'Seven ve sevilen'in ne hayatta, ne sanatta tasvire ihtiyacı kalmayacaktır. Yukarıda da belirttiğim gibi, görme'nin ilahi boyutuna açıldıkça, gözün bir mecaz olduğunu görebilen bir kalp bahşedilmiştir çünkü insana.

Toparlayayım: Gerçeği tasvirle ifade etmek; bakışımızı göze, aşkımızı mecaza hapsediyor. Suretin ardındaki sireti perdeliyor. Tahayyül ise yukarıda anlattığım gibi bir görmenin daha katmanlı anlamlarına taşır bizi. Başka görmeklere doğru! Denildiği gibi "O'nu gözler bakmakla göremez. İman hakikatiyle (şüpheden arınmış, emin) bakan kalp görebilir." O halde, kalbin mucizeyi inkar edemediği gerçeğini de bu bahse eklemeliyim artık:

Şüphe, mucizenin insanı aciz bırakan niteliğini inkar eder. Şüpheci ve 'bilinmezci' bir sanatçı, mesela, 'sihir' görür mucizede. Kalbiyle iman etmediği için mucizeyi bir dünyevi formüle indirger. Efsaneleştirir, destanlaştırır ve masala dönüştürür onu. Ve işte orada kurutur hayat suyunu. Mucizenin ilahi niteliğini ihmal etmiştir çünkü sanatta da hayatta da. Hızır'ın (as) içtiği 'ab-ı hayat' bir kimyevi veya simyevi karışım değildir oysa tevhid sanatçısı için. Zamanı, mekanı ve beyanı birleyen, 'her an diri' bir hakikattir. Aşk gibi.

Zaman

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum