Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Mirkatül Cennet 

Dertli insan, Barla'ya getiriliyor. Orada, makes bulduğu insanlara derdini anlatmaya çalışıyor. Hafız Tevfik için yazdığı bir nüsha, Hulusi ve Sabri abilere gönderiliyor, başka nüsha yok. Mecburen onlar da kendilerine birer nüsha yazıyorlar ve aslını Barla'ya geri gönderirken de okudukları Risale ile ilgili hissiyatlarını ilave ediyorlar. Bu hissiyatlarını yazmalarını Üstadın kendisi istiyor. Onların gözüyle eserlerine bakmak, yazılanların okuyucuda makes bulduğunu görmek... Bunları lahikaya alarak da nesli atiye emanet ediyor.

Bugünlerde Barla Lahikasında gezerken ilk okuyanların hissiyatları beni bir hayli duygulandırdı. Mesela Dr. Kemal, Miraç Risalesi ile ilgili "Eserin kıymetini takdir etmek için İslam olmaya bile lüzum yok insan olmak kafidir" diyor. Demek insaniyeti ölmemiş bir insan Miraç Risalesini takdir edebilir. Mesela Hoca Sabri On Dokuzuncu Mektubu okurken "Cismen değilse de ruhen, Server-i Kainat Efendimiz le beraber idiniz tasavvur ediyorum" diyor. Anlatılan mucizeler, yanında hiçbir kitap yokken bu kadar doğru ve senetli başka anlatılamaz kanaatinde herhalde. Benim dikkatimi çeken bir tespiti daha var Sabri abinin. 30. Söz için "Münkirleri mağlup ve ilzam eden son sistem malzeme-i cihadiye" diyor. Otuzuncu Söz için çok tabir kullanılabilir ama 'son sistem malzeme-i cihadiye' tabiri her şeyi anlatıyor zaten.

Başlıkta kullandığım mirkat-ı cennet tabiri ise yine Sabri abiye ait. Yirmi Birinci Sözün birinci kısmı için kullanıyor ve "Yirmi Birinci Sözün birinci kısmı, mirkat-ı cennettir" diyor 

Yirmi Birinci Sözün bir kısmının konusu namaz olduğuna göre, namazı cennetin basamağı, merdiveni yani girişi olarak tasavvur ediyor. Bir zaman, televizyonda bir ilahiyat hocasının, öğrencilerin yanına gelerek "Hocam bize ayet ve hadis okumadan Allah'ı ve namazı anlatın" dediklerini dinlemiştim. Öğrenciler kalbi kabule, nefsi teslime götürecek izah istiyorlardı aslında. İşin ana sırrı da buydu. Yoksa bazı hafızların bile namazlarını terk etmesi, namazın nasıl kılınacağını bilmeyişleri ya da Kur'an'da şiddetli emirlerden habersiz oluşları değildi.

Geçen senelerde bir kardeşimiz babasını sohbetlere getirmek isteyince babası ona "Benim sohbete, namaza ihtiyacım yok, zaten iyilik severim, herkese menfaatim dokunuyor" deyip reddetmişti. O da bana "Hocam babama ne diyeyim, onu nasıl ikna edeyim?" diye fikir danışmıştı. O kardeşimizle bir ders müzakeresinde bulunmuştum.

Bir insanın iyilik dediği şeyleri insan ne sayesinde yapıyor, bir düşünelim. İyilik yapan sen, önce yoktun, var oldun. Yani iyiliğin kaynağı olarak gördüğüm kendin var olmaya muhtaçsın. Birisi seni var etti. Asıl iyilik, o zaman O'nun seni var etmesidir. Senin iyiliklerin hepsini, öncelikle ona borçluyuz. İkinci olarak, iyilikleri ne ile yapıyorsun? El, ayak, dil ve gözünle ve aldığın nefesle. Onlar, kimin sana yaptığı iyilik? Dünya uçağında seni gezdirenin sana yaptığı iyiliği görmüyorsun, senin sana iyilik olsun diye takılan cihazlarla yaptığın cüzi şeyleri de asıl iyilik görerek, bunu da 'Mutlak İyi'ye karşı nankörlükte kullanıyorsun. Bir insan iyilik yaptığı birinden kadirbilmezlik görse, gücenip ona yapacağı diğer iyiliklerden vazgeçmez mi? Şimdi senin yünün koyundan, sütün inekten, etin hayvanattan, balın zehirli arıdan, ipeğin elsiz bir böcekten, ışığın güneşten, seyahatin dünyadan, meyvelerin kuru ağaçtan, balıkların tuzlu sudan gelmiyor mu?Bunlar seni tanıyıp sana merhamet edemeyeceğine göre, bunları senin hizmetine veren merhametli Zat'ın iyilikleri olmadan hangi iyiligi yapabilirsin? O merhametli Zat sen onu tanımayınca ya da Ona hürmet etmeyince bu iyiliklerine son veriyor mu? Demek ki sana senin iyilik dediğin şeylerin imkânını veren ve kendi misafirhanesinde seni misafir eden Zat, asıl iyiliğin kaynagıdır. Ayrıca bu iyilikleri de hiçbir zaman sonlandırmıyor, veriyor.

Bir insan, bir Sultan'ın hazinesinin sadece tevziat memurluğunu yaptığı halde, kendini hazine sahibi yerine koyup asıl mal sahibi ilan etse, ne kadar maskara olur. İşte biz O'nun malını O'nun mahlukatına veren bir dagıtım memuruyduk.

Bu dünyada bizim emanetimizde bulunan başta vücudumuz ve vücudumuza takılan cihazatmız ve bunlarla kazandıklarınızın bir dağıtım memuruyuz, dağıtım memurluğunun ötesinde bir vazifemiz yok ve bununla da kendimizi her iyiliğin mutlak sahibi göremeyiz. Bir misafir, misafiri oldugu hanenin mutfağından alarak komşulara verdiği yemeklerle iftihar edebilir mi, kendini bu yemeklerin kaynağı, bu iyiliklerin yapıcısı olarak görebilir mi? 

İşte o kardeşimizin babası da şu dünya misafirhanesinde bir misafir olduğunu unutmuştu. Kendisine yapılan asıl iyilikten habersizdi. Asıl iyiliğin ne olduğunu bilmiyordu. Yaptığı dağıtım memurluğunu, asıl mal sahipliği ve daha kötüsü asıl işi zannediyordu. Bir evdeki misafirin, o evde ağırlanmasından habersiz kendini o evin mal sahibi ve yaptığı küçük tanzimleri de asıl işi görmesi, ne hazindir ne kadar çirkindir.

Hepimizin hayatta böyle gafilane tutum, davranış ve işlerimiz oluyor ki bu manaya masadak olduğunuzu anlamıyoruz bile.

Bize Allah'ı ve namazı anlatınız diye soran ilahiyat öğrencilerinden, iyiliğin kaynağı olarak kendini gören babaya kadar; teyp gibi güzel Kur'an okuduğu halde Kuran'ın en şiddetli emrini yapmaktan çekinen hafıza kadar hepsi, aslında İslam'ın ve namazın hakikatlarındandan habersizlerdi.

Müstakil bir yazıda anlatmak niyetimizi saklı tutarak emekli profesör Abdurrezzak beyden bahsetmek istiyorum. Bu yazın misafir ettiğimiz Mekkeli hocamız devamlı Risale okuyor ve gördüğüne de veriyordu. Bir sohbetimizde "Siz risalede ne gördünüz ki böyle sarıldınız ve hizmet için koşuyorsunuz. Halbuki Arabi kitaplar ve tefsirler okumuşsunuz" dedim. Bana dönerek "Üstaz Habip, ben nurlarla İslamiyet'in hakikatini öğrendim" demişti. Bu cevap karşısında şaşırmıştım ve nefsime dönüp sormuştum, nefsim de aynı şeyi tasdik etmişti. 

Demek mesele, İslam hakikatlarının hakikatini öğrenmek, onların doğru olduğunu bihakkın kavramak, delillere müsteniden tahkiki imanı elde edebilmek ve huzur kazanmaktı. Bunu en azından kendin için olmasa bile başkasına anlatmak için elde etmekti.

Bu zaman eski zamana benzemiyordu. Ehli dalalet fen ilmini eline almış, günah çarklarını işleterek geliyordu. Öyeyse yeni siperler elde etmek, gelen hücumlara göre vaziyet almak, yeni silahlarla kuşanmak gerekiyordu. Bu külli ve cemaatli hücum "avamın taklidi olan itikatlarını himaye eden İslami perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan anane ile gelen hissiyatı mütevariseyi" yandırıyordu. Bütün ihmallerimiz ve lakayıtlıklarımız aslında anane ile gelen, aileden görme devam eden taklidi imanımızdan kaynaklanıyordu.

İşte bu taklidi imanı tahkikiye yükseltmenin bir yolunu mutlaka bulmalıydık. 1930'larda Üstadın ilk talebelerinden Hulusi bey bu hissiyatını "Şeriat-ı garra-i Ahmediye'nin (as) ruhuna nüfuz etmenin en kısa, en hatasız, en zevkli yolu Risale-i Nurları tensiple okumaktır" cümlesi ile dile getiriyordu. Bu gayretli insan, bu mektubun devamında ise 'şu zamanın insanların tahkiki imanı ders vermek, imanlarını kurtarmak, takviye etmek' vazifesini ana maksadı sayıyordu.

Bütün bunlardan şunu anlıyoruz ki: Mahkemen olan mahşerde senet ve berat, sıratta nur ve burak, berzah karanlığında kabir gecesinde lüzumlu bir ışık, bütün nimetlere şükür ve hamd, aziz ve leziz bir hizmet, ciddi bir hakikat, bir nevi miraç hükmünde bakiyane bir sohbet ve saadet, makul ve münasip bir vazife olan namazın başlanıp devam etmesi ciddi bir teslimiyet gerektiriyordu. 

Şu ezici, sıkıntılı, geçici ve zulümatlı olan dünyevi haller, ancak namazın açtığı pencere ile  hafifleyecekti. Öyleyse insan günlük teneffüs vaktinin bir kısmını; ruhunun rahatına, kalbinin teneffüsüne sarfetmeliydi. Bu da onun için bir mirkat-ı cennet olacak uhrevi nafakası ve ahiret yiyeceği hükmüne geçecekti.

Ne dersiniz dostlar, bu bakiyene sohbete gereken ihtimamı gösterebiliyor muyuz, yapılan tüm hizmetlerin bu manaya ulaşmak için olduğunun farkında mıyız?

Selam ve dua ile...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum