Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân altı yönden parlak ve nurludur

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân altı yönden parlak ve nurludur

“Onlar, o zikiri/Kur'an'ı -kendilerine geldiğinde- inkâr ettiler. Halbuki o, üstünlüğü tartışmasız/eşsiz yücelikte bir Kitap'tır. Bâtıl ona, ne önünden gelebilir ne de arkasından. Hakîm ve Hamîd  olan Allah'tan bir indirmedir o.” (Fussilet, 41/41-42) mealindeki ayette, başlık olarak kullandığımız gerçeğin altı çizilmiştir. 

Evet, Kur’an’ın içine evham ve şüpheler  giremez. Çünkü;
1-Arkası Arşa dayanıyor; o cihette vahyin nuru var.
2-Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn var.
3-Üstünde sikke-i i'câz parlıyor.
4-Altında burhan ve delil direkleri var.
5-Sağı efelâ ya'kılûn'lar ile akılları konuşturarak "Sadakte" dedirtiyor.
6-Solunda, kalplere ruhanî zevk vermekle, vicdanları şahit tutarak gönüllere “Bârekâllah" dedirtmektedir.

Böyle her cihetten hak ve hakikati yansıtan ve ilahî izzet zırhıyla korunmuş olan Kur'ân gibi bir semavî kitaba hangi vehmin haddi var ki ona bulaşsın; şüphe hırsızlarının haddine mi düşmüş ki bir köşeden onun bünyesine sokulsun.” (19. Mek/18. işaret)

1- KUR’AN’IN ARKASI ARŞA DAYANIYOR; O CİHETTE NUR-U VAHİY VAR

-Evet, Kur’an’ın kaynağı vahiydir. İlahî ilim, kudret, izzet ve hikmeti yansıtan semavî vahye arkasını dayamış bir kitabın elbette sırtı yere gelmez.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Elde Kur’an gibi bir mucize-i bahir varken/münkirleri ilzam etmek gönlüme sıklet mi gelir?”
Kur’an’ın kaynağı Allah’ın vahyi olduğunun binlerce delili vardır. Burada bu hususu kısaca şöyle açıklayabiliriz:
-Allah, Kur’an’ı kendisine gönderdiği elçisi Hz. Muhammed’e elçilik nişanları olarak pek çok mucize vermiştir. Bu mucizelerle elçisinin elindeki kitabın ilahî kaynaklı olduğunu göstermiştir.

-Bu nişanların en önemlilerinden birisi, onun ümmî/okuma-yazması olmayan bir zat olmasıdır. “Sen bundan önce herhangi bir kitap okumuyordun; onu sağ elinle de yazmıyordun. Eğer öyle olsaydı bâtıla saplananlar mutlaka kuşku duyacaklardı”(29/48) mealindeki ayette, bu gerçek dünya-âleme ilan edilmiştir. Şayet Kur’an’da bu ayetin varlığına rağmen, Hz. Muhammed’in okuma-yazması olsaydı, ona karşı çıkanların her şeyden önce bu durumu bir propaganda vesilesi yapmaları yanında, inanlar tarafından da bu durum kabul edilemezdi. Okuma-yazması olmayan bir insanın –Tevrat, İncil ve daha başka kitaplardan istifade etmesi mümkün değildir. Bazı inkârcıların iddia ettiği gibi, eğer bu Kur’an’daki bilgileri ona öğreten birileri olsaydı, bu kadar değerli bilgileri kendi adlarına yaymaları gerekmez miydi? Birkaç satırlık yazıyı kaynağı gösterilmeden yayınlayanlar, o satırların sahipleri tarafından mahkemeye verilmektedir. Hiçbir insan kendi eserlerini, özellikle paha biçilmez şaheserlerini başkası adına anılmasına, onlara mal olmasına rıza göstermez. Kur’an gibi, her yönden eşsiz bir kitabı başkasına öğretip de kendi kimliğini gizleyenin, insan kimliğini taşıyan kimse/veya kimseler olduğunu söylemek mümkün müdür? İnsan değil, melek bile böyle bir feragat göstermez. Kur’an gibi, bir kitabı takdim etmek suretiyle Peygamberlik gibi en üstün bir makamı tepsi içinde bir başkasına sunmanın bir mantığı var mı? 

Üstelik, Mekke’de bunları öğreten hayal mahsulü öğretmenin, Medine’de bu bilgilerin bütün dünyaya nam salmış bir mahiyet arz ettiğini gördükten sonra, artık açıkça  bu gizli bilgilerin sahibi olduğunu söylemesi ve bundan böyle hiçbir bilgiyi muhatabına sızdırmaması gerekmez miydi? Kaldı ki, Kur’an’da yer alan cihan-şümul türünden bilgilere sahip olan bir kimsenin Mekke veya Medine’de var olduğuna dair hiçbir bilgi kırıntısı yoktur.

-Keza, pek çok sağlam hadis ve siyer kaynaklarında bildirdiği üzere, Hz. Muhammed’in ilk vahiy ile karşılaştığında gösterdiği telaş ve tedirginliğini değerli eşi Hz. Hatice’ye aktarması ve Nevfel b. Varak’a tarafından bu halin bir vahiy olduğu belirtilerek kendisinin bu tedirginliğinin giderilmesi, sonra her vahyin inişi sırasında farklı bir hale girmesi, en soğuk bir günde bile  vahyin inmesi esnasında vücudundan bürüm bürüm ter akması, hatta -Hz. Ömer’in dediği gibi- o esnada yakınında bulunan sahabelerin bile arı fısıltısı türünden bir ses duymaları gibi harikulâde haller, Kur’an’ın olağan dışı, beşer üstü bir yoldan inen semavî bir kitap olduğunun belgesidir.
-Yine, hayatı boyunca, Hz. Muhammed’in Kur’an’a karşı herkesten daha çok sahip çıkması, saygı duyması, bütün emir ve yasaklarına harfiyen riayet etmesi, herkesten çok ona hürmet ve bağlılık göstermesi, Kur’an’ın ilahî kimliğinin çok açık bir göstergesidir.

-Örneğin; Hz. Muhammed’in diğer Müslümanlara yüklemediği ve İsra suresinin 79. ayette sadece kendisine hitaben “teheccüd namazı kılması” emredildiği için, her gece başkaları mışıl, mışıl uyurken kalkıp gece karanlığında -uykusuz kalma pahasına- namaz kılmasının arkasında, Kur’an’ın emrini yerine getirmekten başka ne ile izah edilebilir?
-Ölüm döşeğinde iken –ölümden hiçbir telaş eseri göstermeden- bütün endişesi ümmetini namaz kılmak olan ve bu yüzden iki de bir “Ebu Bekir’i çağırın insanlara namaz kıldırsın” diyerek –son nefesinde bile-en büyük gayesinin Allah’a kulluk olduğunu gösteren Hz. Muhammed’in bu tavrını herhangi dünyevî makam-mevki, mal-mülk ve benzeri dünya menfaatiyle bağdaştırmak mümkün müdür? Onun bu vaziyeti başlı başına bir nübüvvet nişanı değil midir? Başka nasıl açıklanabilir?

-Cahil bir insanın hikmet ve felsefede İbn Sina gibi bir hikmet dahîsini taklit etmeye kalkışsa, bir çoban gelip bir başbakan koltuğuna otursa, sahtekârlığı iki saat bile sürmez, her tavrı ve her sözü onun yalancı olduğunu gösterir. Herkse karşı maskara olur, komik duruma düşer. Bunun gibi, okuma-yazması bile olmayan bir ümminin kalkıp Allah’ın elçisinin makamını işgal etmesi ve o makamın bütün gereklerini yerine getirme becerisini gösterme ihtimali bir defa değil, milyar defa muhaldir, imkânsızıdır.
-Kaldı ki-aşağıdaki 3. maddede açıklanacağı üzere- Kur’an’ın, -ihtiva ettiği eşsiz belagat, fesahat, bedaat ve gaybî haberler- gibi i’caz parıltılarıyla indiği günden itibaren bütün insanlara meydan okuyarak üstünlüğünü ilan etmesi ve 14 asırdan beri bu karşı konulmaz üstünlüğünü tartışmasız sürdürmesi, onun semavî kimliğini tescil ettiren bir realitedir.

2- KUR’AN’IN ÖNÜNDE VE HEDEFİNDE SAADET-İ DÂREYN VAR

Evet Kur’an,  dünya hayatının mutluluğu yanında ebedî saadete, âhiret hayatına da el atmış, elinde cennet anahtarı ve saadet nuru var.. Kur’an’ın temel hedefi, insanları hem bu dünyada hem öbür dünyada huzura kavuşturmak ve mutlu kılmaktır. İçi, hâlis hidayettir. Kimin şüphesi varsa, bir defa –anlayarak- Kur'ân'ı okusun veya dinlesin, baksın ne diyor?  Kur’an emrettiği şeylerin fert ve toplum olarak insanlar için ne kadar yararlı, yasakladığı hususların ne kadar zararlı olduğu 15 asırlık tecrübeyle sabittir.

Keza, bir ağacın kuru olmadığını, taze olduğunu, köklerinin sağlam olduğunu ve canlı olduğunu gösteren onun meyvesidir. Kur’an bir tûba-i cennet ağacı olarak tasvir edilirse, köklerinin ne kadar sağlam hakikatlere dayandığı, ne kadar gerçeklere kök saldığı görülecektir. Çünkü, verdiği meyveler hem mükemmeldir, hem hayat doludur. Öyleyse, Kur'ân ağacının kökü hakikattir, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte bak, her asırda- insanlık semasının yıldızları olan- ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel çiçekler açmış ve insan-ı kâmil meyveleri vermiştir.. İşte dört raşit halife, işte dört mezhep imamları, işte dört kutb-u azam, işte âl-i beytin on iki imamı, işte on iki müceddid.. işte.. işte.. işte…

-Hedefi iki cihanın saadetini temin etmek olan Kur’an’ın içi, muhtevası hâlis hidayettir: “Şüphesiz bu Kur’ân insanları en doğru yola, en isabetli tutum ve davranışa yöneltir. Güzel ve makbul işler yapan müminlere nail olacakları büyük mükâfatı müjdeler”(İsra, 17/9) mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır. Kur’an, iman esaslarının madenidir, hak ve hakikatin kaynağıdır. Sosyal hayatın barış teminatıdır. İnsanlık camiasının huzur menbaıdır. Hiçbir hayal mahsulü, hiç bir hurafe, o hakikat zırhını delip de içine giremez. Teşkil ettirdiği İslam aleminin bin yıllık nizamının ortaya koyduğu harika prensiplerin, âdil kanunların, insanın fıtratına uygun düsturların ve gösterdiği yüksek ahlakî değerlerin şahadetiyle, Kur’an beşer üstü bir kitaptır. Eşsiz bir rehberdir ve insanlık camiası için bir hidayet madenidir. Kur’an’ın dünyada -gözle görülecek şekilde- gösterdiği bu dürüst rehberlik ve eşsiz performans ve takip ettiği doğruluk ve ortaya koyduğu ahlakî değerler bakımından kaydettiği isabet, onun âlem-i gayba ait olan bahislerinin dahi, -âlem-i şehadetteki bahisleri gibi- ayn-ı hakikat olduğunu ve içinde gerçeğe aykırı hiç bir şey bulunmadığını ispat eder.

3- KUR’AN’IN ÜSTÜNDE SİKKE-İ İ'CÂZ PARLIYOR

Muarızlarını önce –Hz. Muhammed gibi okuma-yazması olmayan bir ümmiden; daha sonra geçmiş ve gelecekteki bütün ilim dünyasını da çağırarak ilmî bir heyetten- tam bir benzerini(İsra:88), sonra yalnız on suresinin benzerini(Hud:13), daha sonra  bir tek suresinin benzerini(Bakara:23) yapmaya davet eden ve bunu asla yapamayacaklarını da açıkça ve peşinen ilan eden Kur’an’ın bu meydan okuyuşu 23 yıl boyunca devam etmesi ve –kızı tarafından dahi saçmaladığı belirtilen ve çevresinde maskara olan Müseyleme-i kezzab’ın bir iki hezeyanı dışında-bu çağrıya karşılık vermeye cesaret eden hiç kimsenin bulunmaması, onun semavî kimliğinin açık belgesidir. Aynı meydan okuma bu gün de geçerlidir, yarın da geçerlidir. Arap edebiyatının en ünlü allameleri sayılan, Zemahşerî, Sekkakî, Cahız, Abdulkahır-i Cürcanî, Bakıllanî gibi yüzlerce belagat uzmanı dahiler, Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesi imkânsız olduğuna hükmetmişlerdir. Cahız’ın belirttiği gibi, “eğer Kur’an’ın/veya bir tek suresinin bir benzerini getirmek mümkün olsaydı,  müşrik Araplar, çoluk-çocuklarını yetim bırakacak, kendilerini ölüme götürecek olan kılıçla savaşmayı tercih etmeyeceklerdi.. Demek ki sözlerle mücadele etmekten ümitlerini kestikleri için, mallarını, canlarını tehlikeye atan kılıçlarla savaşmaya mecbur olmuşlardır.”

4-KUR’AN’IN ALTINDA BURHAN VE DELİL DİREKLERİ VAR:

Evet, Kur’an-vahiy sarayının, üzerine kurulduğu elmas sütunlar aklı tatmin eden, vicdanı itminana kavuşturan delillerdir. Örneğin, “Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belagatta onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın! Eğer bu dâvetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Artık hakka teslim olup Müslüman oluyorsunuz değil mi?”(Hud, 11/13-14), “Kâfirler: “Kur’ân onun uydurduğu bir yalan olup, bu hususta başkaları da kendisine yardımcı olmuşlardır” diye iddia ettiler. Onlar böylece, kesin bir yalan söyleyip zulmettiler. Ayrıca: “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir’ dediler. De ki: ‘Onu, göklerde ve yerdeki bütün sırları bilen Yüce Allah indirdi. O, gerçekten gafurdur, rahîmdir/çok affedicidir, pek merhametlidir’ ”(Furkan, 25/ 4-6) mealindeki ayetlerde, onu inkâr eden Arap müşriklerinin “sadece on/veya bir tek surenin benzeri olsun getirememeleri...” Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna bir delil olarak takdim edilmiştir. Bu delil özellikle“Allah’ın bütün kâinatı kuşatan sosuz ilmi” nazara verilerek pekiştirilmiştir.

Demek ki Kur’an’da Allah’ın sonsuz ilminin yansımaları vardır.. Evrenin ilk kozmik çorbasının nasıl oluştuğuna, ilk cevherin bir patlama(big-bank) şeklinde meydana geldiğine (Enbiya,21/30), kâinat sarayının ilk harcı esir maddesi olduğuna(Hud, 11/7), Göklerin önce bulutumsu bir halde (nebülözler halinde) olduğuna(Fussilet, 41/11), yerküresinin yuvarlak olup(Naziat,79/39) güneşin etrafında döndüğüne(Yasin,36/38), yer çekimi kanununa(Mürselat, 77/25), evrenin iki astronomik, dört jeolojik devrede yaratıldığına(Fussilet, 41/10-12), her canlının sudan yaratıldığına(Enbiya, 21/30), her şeyin çift yaratıldığına(Yasin,36/26), tek tek sayarak insanların anne rahminde geçirdiği safhalarına(Müminun, 23/12-14)işaret eden ayetler kâinatın sırlarına dair Kur’anî ifadelerden bazılarıdır.

5-KUR’AN, SAĞINDA  AKILLARI KONUŞTURARAK "SADAKTE" DEDİRTİYOR

Evet Kur’an, “efelâ ya'kılûn/akıllarını kullanmıyorlar mı” şeklinde tekrar ettiği benzer ifadelerle akılları konuşturarak onlardan tasdik onayını almış ve "Sadakte" dedirtmiştir. Böylece Kur’an ilahî vahiy olmakla beraber, aklî deliller ile de teyit ve tahkim edilmiştir. Aklın kemal zirvesinde oldukları kabul edilen dâhî insanların ittifakı buna şahittir. Başta vahyin ışığında aklî delilleri, çalışmalarının temeline koyan ilm-i kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhileri, müttefikan,  Kur'ân’ın ortaya koyduğu temel esaslarının hak ve hakikat olduğunu kendi metotlarıyla, delilleriyle ispat etmişler.

“Halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa? Halbuki siz kitabı/Tevratı okuyup duruyorsunuz. Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız?(Bakara, 2/44), “Kur’ân’ı gereği gibi düşünmezler mi? Eğer Kur’ân Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı”(Nisa, 4/82) mealindeki ayetler gibi pek çok ayette, insanları akıllarını iyice kullanmaya, konuları iyice düşünmeye ve tefekkür etmeye davet edilmektedir. Bu ısrarlı meydan okumalar ve de pervasız çağrılar, kendinden emin, davasından emin, Rabbinin yardımından emin bir kimsenin çağrılarıdır ki o da Muhammedu’l-Emin’dir..

6- KUR’AN, SOLUNDA, KALPLERE RUHANÎ ZEVK VERİR, VİCDANLARI ŞAHİT TUTAR

Evet, Kur'ân, akl-ı selim ve fıtrat-ı selime tarafından tasdik edildiği gibi, kalplere de “Bârekâllah" dedirtmektedir. Eğer bir arıza, bir maraz olmazsa, her bir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü vicdanların tatmin ve itminânı, kalplerin huzur ve istirahatı, ruhun sürur ve rahatı ancak onun nurlârıyla tahakkuk eder. Demek ki,  tam tatmin olmuş vicdanın şahadetiyle fıtrat-ı selime, Kur'ân'ı tasdik ediyor ve lisan-ı haliyle ona: "Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz" diye haykırıyor.. Vicdanı rahatlatan, insana ruhanî zevk veren Kur’an ayetlerinden birer örnek olarak aşağıda mealleri verdiğimiz ayetlerin ruhanî esintilerinden vicdanî zevk almayan kusuru kendisinde arasın..
Evet, “Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi aleyhinde sapmış olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız”(İsra, 17/15) mealindeki ayette, üç noktada vicdanın bamteline dokunulmaktadır.

Birincisi: Kur’an yoluna davet eden Allah ve resulünün bundan ne bir zararları ne de yararları olmadığına; bilakis Kur’an’ın ortaya koyduğu hak yolunu kabul edenlerin faydası kendilerine ait olacağı gibi, hak yoldan sapanların sebebiyet vereceği zararın da yalnız kendilerine ait olacağına dikkat çekilmiştir.
İkincisi: Hak yolda olan kimsenin –en yakın akrabası da olsa- hiçbir suçlunun suçundan ötürü sorumlu tutulamayacağı gerçeğine vurgu yapılarak adalet ölçüsünün esas olduğu teminatı verilmiştir.
Üçüncüsü: Kur’an’ın mesajını alamayan kimsenin de sorumlu olmayacağı müjdesi verilmiştir.
“Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl kadar sürer. İnsana buyurduk ki: Hem Bana, hem de annene-babana şükret, unutma ki sonunda Bana döneceksiniz.

Eğer onlar seni, şerik olduğuna dair hiçbir bilgin olmadığı şeyleri, Bana ortak saymaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme! Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık! Bana yönelen olgun insanların yolunu tut! Sonunda hepinizin dönüşü Bana olacak ve Ben işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim” (Lokman, 31/14-15) mealindeki ayette ise, anne-babanın himayesine yönelik şu noktalar dikkate sunulmaktadır:
Birincisi: Anne-babaya karşı evlatların iyi davranması tavsiye edilerek onların gönlüne su serpilmiştir. Mağdur olma ihtimali daha yüksek olan annenin durumuna özellikle dikkat çekilmiş, onun yavrusunu nice zahmetlerle karnında taşıdığına, ayrıca iki yıl boyunca en zayıf ve muhtaç olduğu bir dönemde ona süt vererek bakımını üstlendiğine işaret edilmiş ve evlatların vicdanlarına hitap edilmiştir.
İkincisi: Anne-babaya teşekkür edilmesi, Allah’a yapılacak şükür ile birlikte seslendirilmiş ve “Hem Bana, hem de annene-babana şükret” mealindeki ifadeyle, çocukları yaratan Allah’ın hatırı ile, onların yaratılmasına vesile olan anne-babanın hatırı aynı kefeye konulmuş ve insana hem yaratıcılarına hem de anne-babalarına karşı şükretmeleri için tavsiyede bulunulmuştur. 

Üçüncüsü:  Anne-babalar Allah’a isyan eden birer kâfir ve müşrik  de olsalar, çocukların onlara karşı iyi davranmaları emredilmiştir. Böylece sonsuz rahmet ve şefkatin bir cilvesi gösterilmiş ve zevk-i selim sahiplerinin vicdanları büyülenmiştir. Yaratıcılarına karşı isyan ederek, şirk koşarak, çocuklarını da isyana teşvik ederek büyük bir cezayı hak etmelerine rağmen, -sırf anne ve baba oldukları için-onlara pozitif ayrımcılık yapılmıştır. Allah, kendisine karşı saygısızlık eden anne-babaya karşı saygılı olmayı emretmiştir.
İlgili ayetlerin mealini yeniden okuyalım: “Eğer onlar seni, şerik olduğuna dair hiçbir bilgin olmadığı şeyleri, Bana ortak saymaya zorlarlarsa sakın onlara itaat etme! Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık!”
Deyiş yerindeyse, Cenab-ı Hakkın bu âlî cenaplığına karşı coşmayan bir vicdan zevk-i ruhanîden mahrum demektir.
Bütün bu açıklamalar Kur'ân’ın ebedî ve daimî bir mucize olduğunu göstermektedir.. Kur'ân'ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sayfaları gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakalarını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san'atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur'ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor(bk. 19. Mektup/18. İşaret/3. Nükte).

İşte Kur’an-ı hakimin dünyaya meydan okuması, bir tek suresinin bile benzerinin getirilmesinin imkânsız olduğunu dünya-âleme ilan etmesi:
-“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve (hiç durmayın), iddianızda tutarlı iseniz Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın.. (AMA PEŞİNEN SÖYLEYEYİM Kİ)Bunu yapamazsanız ve hiçbir zaman da yapamayacaksınız.. Öyleyse(aklınızı başınıza alın), çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten/cehennemden sakının/kendinizi korumaya alın.”(Bakara, 23-24).
Evet, Kur’an –arkasını arşa dayayarak, ellerini –hedefine koyduğu-iki cihanın saadetine uzatarak, üstündeki i’caz mührünü göstererek, hükümlerini altındaki burhanların/ delillerin temeline oturtarak, hakikatlerini sağ cenahındaki akıl ve mantığa onaylatarak, şefkat ve merhamet dolu üslubunu sol cenahındaki selim fıtrat ve bozulmamış vicdana tasdik ettirerek, bütün insanlara ve cinlere dün de meydan okudu, bu gün de meydan okuyor, yarın da meydan okuyacak.. İşte meydan.. İşte hodri meydan..!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.