Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Dertsiz ve mesut bir garibi dinlemek ister misiniz?

Ben Salihli Kurşunlu Kaplıcaları yolunda garip bir çiçeğim. Adımı ben de bilmiyorum. Belki pek çoklarınız da bilemezler. Ama ben varım ve hayattayım.

Bana çok rutubetli bir ortamda vazife verilmiş. Zaten beni görseniz bu aşırı sulak zeminde, güneşsiz yerde esasen oldukça zayıf ve halsiz bir halde oluşumun sebebini de anlarsınız. Yol kenarında olmam sebebiyle de oynayan çocuklar, nezaketsiz ve dikkatsiz büyükler beni ve arkadaşlarımı sık sık çiğnerler. Pek çok arkadaşım hayata veda ettiler. Hem de hayata doymadan!

En çok ağrıma giden benim bu çamur deryası ve gübre artıkları içerisinde harika renk ve şekillerle arz-ı endam etmemi insanların görmemeleri, takdir etmemeleri. Çünkü vazifemin en büyük kısmı onların beni görmeleri; benden, sanatıma, oradan üzerimdeki sıfat ve isimlere; en sonra da beni yaratan Sanatkara uzanan bir tefekkürle ilgili. İnsanlar buna Tevhit hakikati diyorlar.

Garipliğimden, adımın bile olmayışından, berbat bir zeminde çok zayıf bir halde bulunuşumdan bahsettim ama dahası da var. Akıl, şuur, ilim, irade gibi vasıflara da sahip değilim. İstesem de bir adım bile atamam. Beni koparmaya veya ezmeye kalksalar itiraz edemem, kendimi koruyamam. Çok muhtaç vaziyette ama buna karşılık aynı zamanda da çok aciz bir durumdayım. 

Esasen hiçbir ihtiyacımı kendi kendime temin etmem de mümkün değil. Ancak sizin rızk olarak vasıflandırdığınız şeyler için bilemediğim, akıl erdiremediğim müthiş cihazlarla donatıldığımı, hayata gelince fark ettim. İnsanlar benim rızk temini için yaptığımı varsaydıkları fotosentezin formüllerini yazan bir ilim adamına milyarlarca dolar verip Nobel Armağanı ile mükafatlandırmışlar. Fakat ben çok açıkça itiraf ediyorum ki insan ve hayvanların artıkları kabul edilen karbondioksit benim bu foto sentezimde ana madde olarak ayarlanmış, çok miktarda bulunuyor ve ayağıma kadar adeta servis yapılarak arz ediliyor. 

Okyanuslardan havaya bindirilip gönderilen, yüz milyarlarca galaksilerdeki yüz milyarlarca yıldızda ve bunlar etrafında dönen sayısız gezegenlerin hiç birinde bulunmayan harika sıvı su, kolayca üstüme akıtılıyor. Benim bu fotosentezde de inanın hiçbir dahlim yok.

Hele insanların kök dedikleri bir organım var ki anlatamam. En sert toprağı bile onunla delebiliyorum. İpek kadar ince ve nazik uçları sizi aldatmasın, bazı arkadaşlarım onunla kayaları bile delebiliyorlar. Geçenlerde bir grup insan yanımda bu meseleyi konuşurken bir Peygamberden bahsettiler. Galiba o Peygamber asâsıyla Yaratıcısının izniyle, mucize olarak kayaları delip su çıkarmış. Benim ondan hiç farkım yokmuş! Halbuki ben onun okuduğu ayeti, lisan-ı halimle okuyarak bu hâle mazhar oluyorum.

O zaman fotosentez yapmamı da böyle değerlendirmeliler. Çünkü kendini en akıllı varlık gören insanlar, hatta onların ilim sahibi olanları bile bunu yapamazken benim fotosentez yapmamı nasıl düşünebiliyorlar, neden doğru değerlendirmiyorlar acaba?

Benim bu maharetli köklerimin hemen yanındaki koca koca ağaçların o kalın köklerini, pek çok soydaşımın her tarafı kaplayan köklerini de görseniz bana çok acırsınız. Hatta bu kadar fazla ve güçlü kökün yanında muvaffak olmamın mümkün olamayacağını tevehhüm etmekte haklı olabilirsiniz. Fakat hiç de öyle olmuyor. Her şeye rağmen benim köklerim de toprağın derinliklerine iniyor. Lazım olan maddeleri, suyla birlikte kolayca oralardan, adeta lütfedilmiş depolardan alıpta yapraklarıma kadar gönderiyorlar. Gönderiyorlar diyorum, çünkü yemin ederim benim bunlara hiç aklım ermiyor. Zaten aklım da yok ama odun-soymuk boruları denilen bir çok ince iletim borularıyla her tarafıma hatlar çekilmiş; ben devamlı büyümekteyim ve yeni borular da devamlı döşeniyorlar.

Yazları vücudumdaki nem uçup gitmesin diye yapraklarımdaki gözenek hücreleri adeta fotoselli cihazlar gibi pencerelerini kapatıp benim için hayatî olan rutubeti tutmamı sağlıyorlar. Bazı arkadaşlarımın ise, yaprak çevrelerini ince ince tüycüklerle donatmışlar. Onlar sayesinde sıcak ve soğuğa karşı adeta termos gibi korunuyorlar. Onları ben çok iyi tanıyorum. Bunları onlar asla yapamazlar.

İnsanlar yaptıkları binalara daha sonra ek kat ilave edemiyorlar. Etmeleri için temel, kolon ve kiriş denilen yapının önemli bölümlerini, yeni planın statik hesaplarına göre ekler yapmaları gerekiyor. Bu da ancak pek çok masrafla belki bazen yapılabilirken benim akranlarım bütün bitkilerin kolon ve kirişleri mahiyetinde olan selülozik kolonlar her an değiştirilerek büyüme ve gelişmeyle orantılı olarak müthiş hesaplarla daima tazelenebiliyorlar. Bir akrabam olan domates çubukları bile rüzgarlı yerlerde olurlarsa selülozik yapıları diğer aile fertlerinden çok farklı oluveriyor. Hayret etmemek mümkün değil.

Hatta duyduğuma göre inşaat mühendisi denilen insanlar, yaptıkları bir yapının tabandaki genişliğin, ancak 10-11 katı kadar yukarıya çıkabilen inşaatlar yapabiliyorlarmış. Çok tuhafıma gitti. Benim uzak bir akrabam olan buğdaylar, insanların inşaat ilmine meydan okuyarak en alt kalınlığının, tam 500 katı yükseğine çıkan bir nevî inşaat sayılan saplar yapabiliyorlar. Hatta bu inşa edilen saplar hemen hemen yere değecek kadar da sallanarak tekrar düzelebiliyorlar. Bu mühendis denilen akıllı varlıklar böyle sallanan binalar yapabiliyorlar mı? Sanmam. Ama bunu bizimkiler de yapamazlar. Biz sadece yapılanlara mazharız.

Çekirdeklerimizin, dallarımızın yaptığı sanılan her şey de hep aynı şekilde değerlendirilmeli. Yoksa insana yakışmayan akıl dışı bir hal olur.

Bizim yapraklarımızın yerleşmesi ile alakalı olarak Ziraata Fakültelerinde “Yaprak Mucizesi” diye ders veriliyormuş. Erzurum’daki üniversitede görevli bir Ziraat Mühendisinden duymuştum. Ama bu mucizeyi bizlere verişlerini hâlâ hiç anlayamadım.

Çıkan her dal ve dalcığımızın çıktığı bölümlerimiz, daha kalın dalla irtibatının sağlam olması için, kainatın yaratılmasıyla birlikte bizlerde olan, Etriye Sıklaştırması denen bir sisteme, insanlar da belli bir tarihten beri önem veriyorlarmış. Çünkü depremlerde filan binalar hep kolon-kiriş birleşme yerlerinden harap oluyormuş. Oralarda, demir bağlantılar üzerine sarılan tellerin mesafeleri 7-8 santime kadar indiriliyormuş artık. Bize bakıp ders de alamamışlar. Enaniyet onlara çok şeyler kaybettirmiş. Yazık.

Bir de bütün özelliklerimizi tohumlarımıza aktarabilme özelliğimiz de bize hediye edilmiş. Her hücremiz tane tane artarken her birinin içine elli bin cilt kitap tutarında yazılım ekleniyormuş. 

Bunlara RNA mı DNA mı, bir şey deyip, bir isim vererek adileştirmek istiyorlar ama siz sakın aldanmayın. Bu iş o kadar basit değil. Rengimiz, şeklimiz, kök ve odun soymuk borularımıza kadar bütün özelliklerimizi en ince detaylarına kadar, gelecek neslimize aktarabiliyormuşuz ki, vallahi bizim bundan da hiç haberimiz yok.

Bazı arkadaşlarıma tuhaf şekilli tohumlar verilmiş. Yere düşerken tohumun üstünde daha hafif ama tohum yere deyince adeta vida gibi üstte dönerek tohumu toprağa yerleştiren bir mekanizmaları var. Bazı akrabalarımızın ise binlerce tohuma adeta ince tüycüklerden paraşütler takılmış. Rüzgar onlara çarptığında uçuşarak, havaya binerek çok uzaklara gitme melekesi kazandırılmış. Hatta, uzaktan dedemiz sayılan Palamut ağacının tohumlarının, yere, yan olarak gömülmesi gerekiyormuş. Bu sebeple onlar; ceviz, fındık gibi yuvarlak değil de, biraz uzunca, Pelit denilen tohumlar şeklinde şekillendirilmişler. Hayret!

Bizi Yaratan hem çok merhametli, hem de çok Âdil. Her şeye lazım olan bütün özellikleri kazandırıyor. Yaratışında adalet hakim, merhamet hakim…

Bizim bütün tohumlarımızın içinde embriyon diye adlandırdıkları bir cihazımız var ki o belli uygun bir zeminde, hemen uyanır, canlanır. Bitki olup da köklere kavuşuncaya kadar, tohumlarımız içinde ona da rızk olacak bütün maddeler yeterli miktarda depolanmıştır. Bir de bitki arkadaşlarımızın o kadar çok tohumları olur ki onların hepsinin bazı ilim adamlarının (!) dediği gibi, nesillerinin devamı için kullanmayacağını siz de bilirsiniz. Tabi ki bütün bu fazlalıklar, bize göre, hep insanların istifadesi için, nimetlere kolayca ulaşabilmeleri için ayarlanmış.

Hep söyledim ama yine tekrar etmem lazım. İnanın ne ben ne arkadaşlarım bütün bunların hiç birini yapamayız. Zaten çok basit bir hayatımız var ve basit maddelerden meydana gelmişiz. Bizler bütün bu bildiklerimizle, ilmi ve kudreti sonsuz, çok merhametli bir Zatın, bizi ve bütün canlıları bu tarzda yaptığına, ruh-u canımızla inanıyoruz. Bu inanç doğrultusunda da hayatımızı şekillendiriyoruz.

Yani başta söylediğimiz acz ve fakrımızdan, bazen ezilivermemizden, bazen çabuk ölmekten, bazen bir böcek tarafından tiftiklenmekten çok fazla etkilenmiyor, üzülmüyoruz. Çünkü bu bildiklerimiz, O Yaratıcının, Rahman ve Rahim olduğunu, Hakîm ve Âdil olduğunu, bize tereddütsüz anlattığı için; O, ne yaparsa yapsın, hiç itiraz etmeyiz. O’na ve her yaptığına razıyız. Sadece verilen vazifeleri yapar, neticeyi hiç düşünmeyiz. Çünkü netice O’na aittir. Başarısız da olsak çok telaşlanmayız.

Hem böyle bir Zatın eseri olmak, O’nun isim ve sıfatlarına mâkes olmak öyle bir yüksek makamdır ki hiçbir şey bu tecellilere ayine olmanın yerini tutamaz.

Bizi bazen hayvanlar yerken hemen bütün arkadaşlarımız hayvan mertebesine çıkacakları için düğün bayram yaparlar. Hele insanlara ve hele hele Müminlere yiyecek olursak; bunu, Yaratıcımızı müşahedeye kadar gidecek bir yola adım atmak gibi telakki ettiğimizden, inanın kendimizden geçeriz. Aldığımız lezzeti size anlatmak imkansızdır. Belki çok akıllılarınız, tefekkürü iyice geliştirenleriniz; bizim yokluk yerine, varlığa sahip oluşumuzdan; taş yerine canlılığın ilk basamağı da olsa bitkiliğe nail oluşumuzdan aldığımız o mukaddes lezâizi ancak anlarlar. Esasen siz de bu mânâları yaşarsanız, o zaman ancak idrak edebilirsiniz. İşte biz, bu tarzımız ve düşüncelerimiz sayesinde dertsiz ve çok mesuduz.

Eğer idrakli bir çiçek olarak, tam kalbime karşı bir kalp bulabilseydim, daha çok anlatacaklarım vardı. İnşallah, pek çok insan, mânâ-yı harfiyle bakmayı öğrenir de, belgesellerde bizim anlatmak istediğimiz her şeyi öğrenirler. Ancak insanlar, uzun yazı okuyamıyorlar. Canları sıkılıyor. TV ve dizileri ve maç gibi şeyleri daha çok beğeniyorlar. Halbuki onların Peygamberleri ki -Bizim dedelerimiz de O (asm) kainata teşrifinde, bizlerin de, her şeyin de hakikatini insanlara ve her varlığa çok açık bir tarzda ifade ettiği için hoşâmedi ettiklerinden, bizim dünyamızda O Zatın çok ehemmiyeti vardır- “Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadetten hayırlı olduğunu” söylemiştir. Hatta insan olup, O’nun Sünnetine râm olmak için, asırlarca, halden hale geçerek çalışan çok fedailerimiz vardır.Tarihimiz bunların kahramanlıklarıyla doludur. Gelecek nesillerimizin belki hemen hepsi, bu davanın müdavimleri olacağına size garanti verebilirim.

Bizimle muhatap olanlardan, yaratıcımızın ismini hatırlayarak ilişki kurmak isteriz ki bu bizim en önemli hakkımızdır. Bunun için başlangıçta sadece Bismillah deseler kâfidir. Muhatabiyetin sonunda da basit, fakat çok kapsamlı bir söz de bekleriz, Elhamdülillâh! Bunların önemini, bunlarla neler kazandığınızı siz insanlar, bir bilseydiniz, söylemeyi hiç ihmal etmezdiniz. Mesela burada elma yerken Elhamdülillah derseniz, Cennette de Elhamdülillah’ı elma olarak yeyebilirdiniz. Bizden söylemesi.

Hatta bu arada bizim için çok önemli olduğu için söylemem lazım gelen bir husus daha var. Bazen yenen yemek veya sofraya dökülen yiyecek parçaları olan arkadaşlarım, asırlarca çalışıp da, tam insan mertebesine çıkacak iken, artık olarak çöpe gittiklerinde öldürülmüş gibi, katledilmiş gibi çok üzülüyorlar. Bu sebeple sizin arkadaşlarınız olan o insanlara çok kızıyorlar. Huzur-u mahşerde, onların iki yakalarından tutup, Yaratıcıya davacı olacaklar. Bunu hiç unutmayın. O gün onlar, avukatlarımızın iddialarından asla kurtulamayacaklar.

Ama o Sünnet takipçilerinin, en küçük parçaları bile, insan mertebesine çıkarmak için artık da olsa, değerlendirmeleri; Yaratıcısına hürmeten, yiyecek sünnetlemeleri var ya, ona, hepimiz biteriz vallahi. O işi, mesela Bekir Berk gibi en lüks lokantalarda bile yapanlar ve yaptığının hikmetini de pervasızca ve nezâhatle anlatmayı yapabilenler lehinde, inşallah kıyamette şahitlik yapacağız. Nimetlere hürmetinin mükafatını hakkıyla alabilmeleri için bütün soyumuz, mahşer mahkemesinde hazır olacağız.

Dediğim gibi şimdi siz çok sıkılmışsınızdır. Ben de beni dinleyecekleri buluncaya kadar, lisan-ı halimle, ömrümün sonuna kadar, Rabbimin isimlerini yansıtmaya devam edeceğim. İsterse beni hiç anlamasınlar. İsterse bu mânâları çok kısa bir süre ilan edeyim. Her şeye razıyım. 

O’nun isimlerine bir an bile mâkes olsam, bu bana yeter de artar bile.

Ya siz kendiniz için nasıl düşünüyorsunuz? İsterseniz iyi bir değerlendirme yapın.
Bizim gibi düşünmeniz temennisiyle hoşça ve imanla kalın inşallah.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum