Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

'İnsanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir'

İnsan garip bir varlık… İki insan aynı manzarada farklı şeyler hissediyor, aynı kitaptan ayrı mânâlar süzüyorlar. Aynı kâinatı değişik değerlendiriyor ve insanlığa birbirinden çok uzak mânâlar veriyorlar.

Risale-i Nur Külliyatından bir hakikat dersi:

“İnsanın bir ferdi, sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir.” (Lem'alar) Bir hayvan nev’inin, bütün özellikleri o nev’in bir ferdinde toplanmış. Ama insanlar öyle değil. Kendilerine emanet verilen maddî ve mânevî cihazları birbirinden çok farklı sahalarda kullanmaları, onları sanki ayrı varlıklar hâline getiriyor.

Herkesin elinde aynı marka daktilo. Ama, herbirinden ayrı yazılar çıkıyor. Kıyamete kadar da daha kim bilir ne yazılar dökülecek ortaya. Ama hayvan nev’i öyle değil. Bugünkü ceylan bin yıl önceki dedesinin yaptığını yapıyor. Güzelliğiyle de onun bir kopyası gibi…

İnsan nev’indeki bu kadar ayrılık, tenden değil candan ileri gelmekte. Bu ayrı canlar, değişik çiçekler, yahut farklı canavarlar gibi.

Tilkiyi kurnazlığıyla, kurdu ise yırtıcılığıyla tanırız. Ama, insan nev’inde öyle fertler çıkıyor ki, tilki nev’inin ilk atasından son torununa kadar bütününün hileleri o tek ferdin hilesi yanında küçük kalıyor. Yine insan nev’inde öyle vahşi ruhlar boy gösteriyor ki, kurt nev’inin bütün fertlerinin ruhlarındaki vahşet ve ihtiras, onun topuğuna erişemiyor…

Mesleklerdeki farklılıklar da bunun bir başka göstergesi. Birinin elinde makas, diğerinde balyoz, berikinde kalem, başkasında süngü, ötekinde direksiyon… Elleri yan yana getirdiğimizde fazlaca bir farklılık göremezsiniz. Ama, görevleri arasındaki mesafe çok ama çok uzun…

El sadece bir misâl. Gözler de öyle. Ne kadar ayrı şeylere bakıyorlar… Akıllar, hayaller, kalpler de öyle. Ne kadar değişik şeyler düşünüyor, hayal ediyor ve seviyorlar.

İnsan nisbetler âleminde yaşıyor ve nisbetlerle kuşatılmış. Güneş Ay’a nisbeten daha parlak, demir ağaçtan sert, bal şekerden tatlı. Etrafımız sanki, sert-yumuşak, acı-tatlı, tuzlu-ekşi, yüksek-alçak ile sarılı. İnsan daha dünya yüzünde yokken bu nisbetler âlemi yaratılmıştı. Derken insan dünyaya gönderildi. Sert taşları bir araya getirip ev yaptı. Tuz gölünden yemeğine tuz getirdi. Şeker pancarından şeker çıkarıp çayına kattı; yumuşak elmayı ısırdı; aşağıda oturdu, yukarıyı seyre koyuldu…

Bu nisbetler âlemi onda da hükmünü icra etmişti. Kemiği etinden sert, ciğeri böbreğinden büyük, başı gövdesinden üstte idi… Ama asıl nisbî farklılık onun ruh âleminde cereyan etti. Kalbinde vesveseyle ilham çarpışırken, aklından iyi ve kötü düşünceler geçmeye, hissiyatı müsbet yahut menfî mânâda kabarmaya, nefsi     tevazu ve gurur arasında bocalamaya, hayâli değişik sahalarda cevelân etmeye başladı. İşte bu bir bakıma rakamlara sığmaz hissiyat ve mâneviyatın farklı derecelerde ve değişik biçimlerde kullanılması, insanlar arasında derin uçurumlar açtı.

Ve bu âlemdeki yüksek-alçak, acı-tatlı, sert-yumuşak gibi karakterler farklı insanlarda değişik tonlarla kendilerini gösterdiler. Kâinatı çok gerilerde bırakacak derecede…

Çok yüksek insanlar da çıktı ortaya, çok alçak insanlar da. Olabildiğine yumuşak huylar da kendini gösterdi, alabildiğine sert mizaçlar da. Sonunda birbirinden apayrı birer nev’i gibi görünen insanlar meydana geldi.

Günlük hayatımızda bunun misalleriyle içiçeyiz. Bazı insanları gördüğünüzde aklınıza namaz gelir. Onlar bu halleriyle bir câmi vazifesi görürler. Mânen o keyfiyettedirler. Bazılarını gördüğünüzde ise zihninizi kumarhane, yahut meyhane kurcalar. Bu adamlar da bu mekânlarla bir bakıma eşdeğer olmuşlardır. Misâller çoğaltılabilir. Bazı kimselerle konuştuğunuzda kendinizi bir veznenin önünde hissedersiniz.. Kulağınıza sadece para sesi gelir. Yine bir kısmıyla konuştuğunuzda kendinizi stadyumda bulursunuz. Konu, hep yuvarlak toptur.

Şimdi hayâlen câmiyi, meyhaneyi, kumarhaneyi ve stadyumu yanyana koyunuz. Bunlar mimarî cihetiyle birbirinden ne kadar uzaktır!? Ama onları temsil eden, onları hatırlatan insanların dış görünüşleri arasında pek fark görülmez…

Yine bazı insanların gururu size dokunur, nefsiniz kabarır. Onunla konuşurken üzerinize bir dağın devrilmek üzere olduğunu sanırsınız. Bir başkasında ise karşınızda bir mahviyet âbidesi, bir tevazu timsali bulur, ondan daha aşağılara inmek istersiniz.

Demek ki, insanlar dış görünüşleri aynı olan farklı fabrikalar gibi. Ürettikleri mamüle, dokudukları kumaşa göre isim alıyorlar. Her biri bir ömür boyu ayrı şeyler dokuyor, hayatına farklı bir yön veriyor, kalbine değişik sevgiler koyuyor ve fikrini farklı şeylerle meşgul ediyor. İşte bu insanlar yaptıkları işlerin muhtelif olmasıyla ayrı bir nev’ olarak çıkıyorlar karşımıza.

Bunları niçin ortaya döktük?.. Başkalarını tahlil etmek için mi?.. Hayır. Kendimizi muhasebe etmek için… Zira, bizim öte âlemdeki yerimiz başkalarına nisbetle değil kendi ruh dünyamıza göre şekillenecek.

Bir ömür boyu elimizle göze görünür bir bina kurarken, yahut okunmaya hazır bir eser bırakırken, iç âlemimizde de görünmeyen bir başka eser inşa ediyoruz. Ve onu burada bırakmayıp, beraberimizde götürüyoruz. İşte amel defteri bu eserimizin ismi… Onu ihlâs temeli üzerine inşaya başlayan, aynı niyet ve şuurla devam ettiren, ibadet ve güzel ahlâk ile bezeyen insanın bu binası, yarın sergilenecek. Ve Cennete lâyık olduğu görülerek oraya sevkedilecek. Yapılarını küfür ve şirk üzerine kuran; riya, gurur, hırs ile geliştirenler ise bu eserlerinin ancak Cehenneme lâyık olduğunun teşhirinden sonra o azap beldesine gönderilecekler.

O gün elimizde neyin olmasını istiyorsak, bugün himmet ve gayretimizi elden geldiğince ona hasredelim.

Ne o mizan, dünyanın terazilerine benzer, ne de oranın seyircileri buranın insanlarına…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum