Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

İnsan nasıl huzur bulur?

Mutmain olma denilince genellikle “bir meseleyi aklın kabul etmesini, o konuda tatmin olmasını” anlarız. Böyle bir anlayış doğrudur ama bir yönüyle eksiktir.

İşârâtü’l-İ’caz’da kalbin tarifi şöyle yapılıyor:

“Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”

O halde, “İyi bilin ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur (huzur bulur)” (Ra’d Sûresi, 28) âyet-i kerimesini çok yönlü olarak düşünmemiz gerekiyor.

Kalbin tatmininde hem aklın hem de vicdanın tatmini söz konusudur. Vicdan “mazhar-ı hissiyat” yani his dünyamızın aynası olduğuna göre, her bir hissimizin de tatmin olması veya olmaması söz konusu demektir.

Aklın ikna olması gibi, bu hislerin tatmini de kalbi rahatlatır ve ruha huzur verir.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan bazı cümlelerle konuyu açmaya çalışalım:

“Bir harf kâtipsiz olmaz. Bir iğne ustasız olmaz.”

Bir kâğıtta bir tek harf yazılmış olsun. Kâğıdın üzerinde bir kalem, yanında da mürekkep okkası...

Bu harfin meydana gelmesi konusunda şu ihtimaller sıralanabilir: Bu harf kendi kendine olmuştur. Bu harfi kalem yazmıştır. Bu harf mürekkebin eseridir.

Bunların hiçbiri aklı tatmin etmez.

Akıl ancak, şu şıkla tatmin olur: İlim ve irade sahibi birisi şu mürekkebi ve kalemi kullanarak bu harfi yazmıştır.   

Yine Risale-i Nur Külliyatı’nda mahlukat için “kelimat-ı kudret” benzetmesi yapılır. Buna göre her varlık İlâhî ilmin, iradenin ve kudretin tecellisiyle ortaya gelmiştir. O kudret, önce elementleri yaratmış ve onlarla atomları, hücreleri ve topyekûn varlık âlemini yazmıştır.

Bir örnek de vicdan için verelim:

“Nimetten in’ama geçsen Mün’im’i bulursun.” (Sözler)

İn’am, nimeti vermek, ikram etmek; Mün’im ise nimeti veren demektir.

Ağacın başındaki bir meyveyi de kâğıda yazılmış o harf gibi düşünelim.

O meyve bize İlâhî bir nimettir, bir rahmet ve inayet eseridir.

Ağaç da, toprak da, su da, güneş de bize merhamet etmekten uzak olduklarına göre, bu meyveyi ağacın, tabiatın yahut maddenin bir ihsanı olarak görmeyi vicdan kabul etmez. Kabul etmediği için de bunlara teşekkür etmez.

Vicdan ancak kâinatı bir fabrika, her ağacı bir tezgâh olarak yaratan ve onlardan o meyveleri dokuyan ve çıkaran Allah’a hamd etmekle tatmin olur.

His dünyamızdan üç misal:

Muhabbet duygusu ancak Allah sevgisiyle ve mahlukatı da O’nun namına sevmekle tatmin olur. Zira insandaki muhabbet kabiliyeti sonsuzdur, sevilen eşya ise sınırlı ve fanidir.

“İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.” (Sözler)

Vicdandaki şefkat duygusu, bütün canlıların Allah’ın mahluku ve misafiri olduğunu bilmekle ve “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez” hakikatine dayanmakla tatmin olur.

Korku hissi, bütün varlıkların Allah’ın askerleri olduklarını ve O izin vermedikçe hiçbirinin ona zarar veremeyeceklerini bilmekle tatmin olur.

Kalbin tatmininin “istikamet” ile yakın ilgisi vardır.

Bedenimizden iki örnek:

İşitme duygumuzdan tam istifade edebilmemiz için onun rızkı hükmünde olan seslerin belli frekanslara sahip olması gerekiyor. Çok yüksek frekanslı sesleri de işitemiyoruz, çok düşük frekenslıları da. Demek ki işitme duygusunun tatmini ancak istikamet çizgisindeki sesleri almakla gerçekleşiyor.

Keza görme duygumuz da eşyayı görmekle tatmin oluyor. Bunun da  yine istikamet çizgisinde olmasıyla, yani insanın “görmesi gerekenleri görmesi, gerekmeyenleri de görmemesi” ile göz rahat eder ve tatmin olur. Yürürken topraktaki bakterileri görsek, konuştuğumuz kişinin üzerindeki mikropları veya iç organlarını seyredebilsek çok rahatsız oluruz.

Beden için verdiğimiz bu iki örnek kalbin bütün latifeleri için de geçerlidir.

Kalbin en büyük görevi imandır ve kalb iman etmekle tatmin olur. Bu imanın da istikamet üzere olması gerekir. İmandaki istikamet, bütün iman hakikatlerine Kur’anın bildirdiği ve Allah Resulünün (asm) öğrettiği gibi inanmakla gerçekleşir.

Allah’ın sıfatlarına imandan bir örnek verelim. Allah irade sahibidir. Kuluna da cüz’î bir irade vermiştir. Bu konuda ehl-i sünnet âlimleri ile Cebriyeciler ve Mutezile arasında ihtilaf vardır. Cebriyeciler insanı rüzgârın önündeki bir yaprağa benzetirler ve onun iradesini yok sayarlar. Mutezile ise “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” diyerek ifrata girerler. Bunların ikisi de istikametten uzak görüşlerdir ve ikisi de kalbi tatmin etmezler.

Kalb ancak ehl-i sünnet itikadıyla tatmin olur. Buna göre kul bu dünya imtihanında cüz’î iradesini kullanmakta serbest bırakılmıştır. Ancak iradesini bir işe yönlendirmekten öte bir güce de sahip değildir. Hayır olsun, şer olsun her şeyi yaratan Allah’tır.

Sadece bir örnek verelim: İnsan doğru ya da yalan söylemeye kendi iradesiyle meyleder. Bunun ötesinde; o konuşma için gerekli bütün faaliyetleri Allah yaratır; beynin çalışmasından, dilin hareketinden, tükürük bezlerinin üretim faaliyetlerine kadar...

Bunlarda kulun hiçbir tesiri yoktur.

Diğer İlâhî sıfatlar ve icraatlar için de benzer örnekler verilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum