İlahî Kitapların Müjdeli Haberleri

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Dersleri-44: İlahî Kitapların Müjdeli Haberleri

Eğitim programımızın “Vahyin Hakikati ve Kur'an'ın Allah'tan Geldiğinin İspatı” isimli bölümünün yedinci dersini takdim ediyoruz. Sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için görsel destekli ders videosunu da yazının sonundaki adresten izlemenizi tavsiye ediyoruz.

İlahî Kitapların Müjdeli Haberleri (7. Şua - Ayet-ül Kübra Risalesi”nin 17.Mertebe, 4.Nokta - İzah Metni)

Kur’ân, tarihde emsali olmayan bir iddianın ve kendisinden başka destekçisi bulunmayan bir davanın tek temcilsici olan ve hakikat meydanına tek başına atılmış ve bundan sonra da yalnız başına kalmış bir kitap değildir.

Âleme geldiği vakit, eski devirlerdeki milletlere gönderilen doğru ve hakikatli tüm gerçek peygamberleri ve bütün mukaddes kitapları tasdik etti, onların haberlerini ve vukuatlarını en can alıcı noktalarıyla anlattı ve üzerinde ihtilaf bulunan veya yanlış itikat edilen yönleri düzelterek, o olayların gerçek şeklinin nasıl olduğunu haber verdi.

Hem bu haber verişteki üslubu, dünyayı ve tüm zamanı parmağının ucunda döndüren ve çeviren ve ancak böylece her tarafını görebilen ve bilebilen birinin sahip olabileceği kendinden emin tavrıydı.

Hristiyan ve yahudi âlimleri Kur’ân’ın bu tavrından nasıl ve ne derece etkilenmişlerdi dersiniz?

Tarih, semavî dinlerin samimî mensuplarının, Kur’ân’ın mesajını büyük bir hayretle ve ilahî bir vahiy olarak kabul edişlerinin çarpıcı misalleriyle doludur.

İşte tarihte meşhur olmuş harika bir misal:

Habeşiştan hükümdarı Necaşi’nin ülkesine hicret ederek sığınan Müslümanları teslim almaya gelen Mekkeli müşriklerin: “Bizden bazı aklı ermez, beyinsiz gençler geceleyin gelip hükümdarın ülkesine sığındılar. Onlar, kendi kavimlerinin dininden ayrıldılar. Sizin dininize de girmiş değiller. Ortaya bizim ve sizin bilmediğimiz yepyeni bir din çıkardılar.” demeleri üzerine adil hükümdar Necaşi, Müslümanlara söz verdi. Konuşma fırsatı bulan Hz. Cafer (R.A.), İslamiyet'ten evvelki kötü alışkanlıkları ve Cahiliye dönemindeki kötülükleri anlattıktan sonra: “Yüce Allah, bize kendimizden, soyunu sopunu, doğru sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik”, diye karşılık verdi. Hz. Cafer Peygamber Efendimizden (A.S.M.) öğrendiklerini bir bir anlattı. Kur'an-ı Kerim'den söz edince, Necâşî okumasını istedi. Hz. Cafer de Meryem Suresi'nin 1-35. ayetlerini okudu. (Hz.İsa’nın doğumunu ve peygamberliğini anlatan Meryem Suresinin 35. ayetinin meali şöyledir: “Allah'ın bir (erkek) çocuk edinmesi olamaz. O, Sübhan'dır (her şeyden münezzehtir). Bir işin olmasına karar verdiği zaman, o takdirde sadece ona “Ol!” der ve o, hemen olur.”)

Necaşi ve Hıristiyan din âlimleri, Kur'an’ın bu ayetleri karşısında gözyaşlarını tutamadılar. Bu sahneyi gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? Ne muazzam bir hadise. Necâşî, Hz. Cafer'i dinledikten sonra, Allah’a yemin ederek Musa'nın ve İsa'nın da aynı kandilden aydınlandıklarını ifade etti. Mekkelileri boş gönderdiği gibi, hediyelerini de kendilerine iade etti. Müslümanlara kendi ülkesinde emniyet içinde olacaklarını, ibadetlerini serbest bir şekilde ifa edebileceklerini bildirdi. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) İslam'a davetini alan Necâşî, Müslüman oldu. Peygamber Efendimize (A.S.M.) olan hayranlığını, "Keşke şu saltanata bedel, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir" ifadeleriyle dile getirdi. (Risale-i Nur, Mektubat, 19.Mektub, S.174 Hadisenin Kaynağı: İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:355-369; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:126,129)

Elbette semavî kitapların ve onların peygamberlerinin; dinlerini değiştiren, kaldıran ve etkisi insanlık çapında büyük olan bir dine, onun peygamberine ve elindeki kitaba karşı ilgisiz kalmaları düşünülemez. Mademki o kitaplar ilahîdir ve sahipleri de peygamberdir. O halde Kur’ân’ı ve Hz.Muhammed’i (A.S.M.) ya müjde ederek haber verecekler veya yalanlayarak inkâr edeceklerdir. Çünkü dinlerinin ortadan kalkmasını ve kitaplarının hükümsüz kalmasını istemiyorlarsa elbette yalanlayacaklar. Diğer durumda ise müjdeleyerek tasdik edeceklerdir ki, dinleri hurafelerden ve bozulmaktan kurtulsun ve hakikî bir peygamber olan bu kişi ile insanlar tekrar dinin gerçek hakikatlerine kavuşsunlar. Bu durumda bakıyoruz ve görüyoruz ki, herhangi bir yalanlama ve tekzib bulunmuyor. Bunda İslamiyet lehinde veya aleyhinde olan herkes hemfikirdir. O halde tasdik ve onay bulunmalı diye çıkarım yapıyoruz. Evet, Hz.Muhammed’in peygamberliğinin haberleri ve O’na ait müjdeler (dolayısıyla Kur’an’ın hakkaniyetinin kabulüne dair işaretler) hem de çok ve çeşitli olarak o semavî kitaplarda mevcuttur. Aynen Kur’ân’ın (benzerinin getirilmesi konusundaki) meydan okuması tarzında, Resul-i Ekrem (A.S.M.) tarafından da, pervasız ve kendinden emin bir tarzda şöyle bir iddia ortaya atıldı:

(Resul-i Ekrem (A.S.M.): Bu tabir Risale-i Nur’da çok sık tekrar edilir. Ekrem, ikram kökünden gelen bir kelime olup, çok ikram (kerem) sahibi ve kerîm olan zat demektir. Bu kelime cömertlik manasına gelmekle birlikte şereflilik ve üstünlük manaları için de kullanılır. Böylelikle bu kelimeyle ifade edilmek istenilen mana, “kullara karşı en güzel şekilde davranan ve şerefte en üst mertebede olan peygamber”dir. (A.S.M.): Aleyhissalâtü vesselâm, yani salât (dua) ve selâm onun üzerine olsun demektir.)

“Kitaplarınızda benim özelliklerimi ve peygamberliğimi doğrulayan ayetler var. Benim bildirdiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdik ediyor.” Ayrıca "Tevratınızı getiriniz, okuyunuz ve geliniz; biz çoluk ve çocuğumuzu alıp Cenâb-ı Hakk'ın dergâhına el açıp, yalancılar aleyhinde lanetle dua edeceğiz!" mealindeki ayetlerle (Al-i İmran Suresi 61. ve 93. Ayetler) cüretkâr bir iddiada bulunduğu halde hiçbir Yahudi âlim veya Hristiyan din adamı Hz.Muhammed (A.S.M.)’in bir yanlışını gösteremediği gibi “Ya bir yanlışımı bulun veyahut sizinle mahvoluncaya kadar cihad edeceğim.” demesine karşılık, onlar savaş yolunu tercih etmekle Resul-i Ekrem (A.S.M.)’in yanlışının olmadığını ve yanlışını bulamadıklarını âleme ilan etmiş oldular. Çünkü eğer bir tek yanlışını dahi bulabilmiş olsaydılar sayıca çok olan kâfirler, münafıklar ve sırf inat ve hased nedeniyle Hz.Muhammed’i (A.S.M.) kabule yanaşmayan Yahudiler, elbette her tarafta bu hadiseyi duyuracaklardı.

Diğer taraftan Risale-i Nur’da zikredilen iki isimden biz de bahsetmek istiyoruz. Biri, önceki semavî kitapların binlerce yerinde yapılan tahrifleri, yani bozulan ve değiştirilen yerleri, Yahudi ve Hristiyan âlimlerine ispat etmiş ve onları susturmuş olan meşhur bir âlim olan Rahmetullah-i Hindî. Diğeri ise, bu kadar tahrifatla beraber, Bediüzzaman’la aynı devir âlimlerinden sayılabilecek yakın bir zamanda yaşamış olan meşhur Hüseyin-i Cisrî’nin, Tevrat ve İncil’den yüz ondört delil Hz.Muhammed’in (A.S.M.) peygamberliğine dair işaret, haber ve müjdeleri çıkarmış ve bir başvuru kaynağı olarak tavsiye edilen eseri "Risale-i Hamîdiye"de yazmış. O risaleyi, Manastırlı İsmail Hakkı tercüme etmiş. Üstad Bediüzzaman: “Kim arzu ederse, ona müracaat eder, görür.” demiş. Biz de aynını söylüyoruz. Şahsen kendimiz bu kitabı ve daha önce bahsettiğimiz ve Bediüzzaman’ın kaynak bir eser olarak tavsiye ettiği Kadı İyaz’ın Şifa-ı Şerif isimli meşhur eserini temin ettik. Siz de arzu ederseniz bu eserleri elde edip okuyabilirsiniz.

Bununla birlikte Risale-i Nur’un Mektubât isimli kitabının 19.Mektub’u olan “Mucizât-ı Ahmediye (A.S.M.)” namındaki harika risaleyi, bu eserlere nispeten çok daha öncelikli olarak görüyor ve okumanızı şiddetle tavsiye ediyoruz. Bu risale, Resûl-i Ekrem (A.S.M.)’ın üç yüzden fazla mucizesini daha önce görülmemiş mantıkî esaslar çerçevesinde anlatır ve farklı bir yaklaşımla ispat eder. Hem “On Altıncı İşaret” isimli bölümünde Tevrat, İncil ve Zebur’un ayetlerinden örnekler vererek, bu mukaddes kitapların nasıl bir şekilde Hz.Muhammed’i (A.S.M.) haber ve müjde verdiklerini gösterir.

Burada yalnızca pek çok Yahudi ve Hristiyan âliminin, Tevrat ve İncil’de Hz.Muhammed’in (A.S.M.) özelliklerinin yazılı olduğunu kabul ve itiraf ettiklerini ifade edelim. Bunlardan bir kısmı gayr-ı müslim kaldıkları halde itiraf etmiş, bir kısmı ise Müslüman olup, diğer âlimlere kendi mukaddes kitaplarındaki işaret ve haberleri göstererek, onları cevap veremeyecek bir şekilde susturmuşlar. Diğer küçük bir misal: Gayr-i müslim olan Rum hükümdarlarından Herakl itiraf etmiş ve demiş: “Evet, İsa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan haber veriyor.” Daha bunlar gibi buraya alınamayacak kadar çok sayı ve çeşitte vakıa gösteriyor ki: Kur’ân tek başına değildir. Kur’ân’ı elinde tutup, peygamberlik dava edip, âleme karşı meydan okuyan kişi de yalnız değildir. Kur’ân’ın ve o büyük Peygamberin davasını, geçmiş peygamberler ve önceki mukaddes kitaplar manen kabul ve tasdik ediyorlar, hak davasına bütün kuvvetleriyle destek veriyorlar ve onu müjde ediyorlar.

Hem Kur’ân, dünyayı istila eden büyük davası için, insanlık âlemi içinde ortaya çıktığı andan itibaren desteksiz ve yardımcısız kalmış, eserleri ve tesirleri sadece bulunduğu mekân ve zamanla sınırlanmış, bunun ötesine geçememiş ve oralara nüfuz edememiş dönemlik bir kitap olmamıştır. Nasıl ki bir ağacın hasta mı sağlıklı mı, verimli mi verimsiz mi, ölü mü diri mi olduğunun en açık göstergesi, meyvesinin kalitesi, tadı ve canlılığıdır. İşte bu misal gibi, Kur’ân’ın yetiştirdiği ve verimli meyveleri hükmünde, her biri bir hakikat rehberi olan milyonlarca örnek insanın, meşhur evliyanın ve yüksek âlimlerin şahsî hayatlarında en büyük ve daimî rehber olarak onu bilmeleri ve ilhamlarını ondan almaları ve onu en üst mertebede görmeleri meselesi; detaylarına inildiğinde ve pratik hayattaki karşılıkları, eserleri ve tesirleri tetkik edildiğinde akıl almayacak kadar şaşırtıcı bir tabloyu karşımıza çıkartır ve azıcık bir insafı bulunan bir insana:

“İnsanlık âleminde bu derece tesiri yaygın, kapsamı ve etkisi geniş ve en temel ve hayatî hakikatlerin tamamını içinde barındıran, her çeşit insana her vakit ilham veren ve rehberlik edebilen bir kitap yoktur ve böyle bir şey asla tasavvur dahi edilemez. Bunu ancak bu Kur’ân denilen kitap yapabilir ve böyle harikulâde özellikleri nedeniyle gerçek bir mucizedir ve ona hakkıyla Allah’ın kelamı denilmeye lâyıktır” dedirtecektir.

Netice olarak, Kur’ân’ın davasını ve verdiği haberlerin aynını, hayatlarında yalan söylememiş, insanlığın rehberi olmuş ve en güzel ahlaka sahip yüz binlerce peygamberin ve semavî kitapların haber vermesi ve aynı hakikati maneviyat âlemindeki keşiflerine ve kalp gözleriyle gördüklerine dayanan, geleceğin milyonlarca evliyasının tasdik etmesi ve akıl ve delil ile hakikate yetişen ve imanın ve İslâmiyet’in doğruluğunu detaylı tetkik ve sorgulamalarıyla tahkik ederek, araştırarak kabul etmiş ve bilinçli olarak inanan milyarlarca insanın, aynı hakikatin doğruluğunu ve mükemmelliğini ilan etmeleri gösteriyor ki:

Kur’ân ve ilan ettiği dava; havada, boşlukta sallanan, tek başına kalmış kuru bir iddia değildir. Hem kendinden önceki asırlara kök salmış, hem de kendinden sonraki gelecekte parlak meyveler vermiş azametli, büyük, sarsılmaz sağlamlıkta bir ağaç gibidir.

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Ders Videosu: (İlahî Kitapların Müjdeli Haberleri)

https://youtu.be/HBhoFP3ZDeM

Not: 6 Mayıs 2017 Ct. 16.45 tarihinde sunulacak “Kader ve İradenin Hakikati-2 (Kadere İman Esasının İspatı-Kader Risalesi İzahı ve Eğitim Programı Finali)” dersimizin detaylarına https://risaleinuregitimprogrami.com  adresinden ulaşabilirsiniz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.