Ahmet Nebil SOYER

Ahmet Nebil SOYER

Iğdır’da bir köyde Risale-i Nur sohbeti

İstanbul, Erzurum gibi  şehirler Osmanlı metinlerinde vilayet-i celile diye anılır. Iğdır, vilayet-i vusta olur o telakkiye göre. Bir gece Ömer isimli bir muhibban-ı Bediüzzaman ile Iğdır’ın bir köyüne gittik sohbet için. Dershane iki katlı ve oldukça gösterişli, üstünde büyük ve cazip bir yazıyla Medine Dershanesi yazılmış. İçeri girdik saraylara has koltuklarla donatılmış, sohbetin başında Yusuf Koç  isimli vakıf kardeş, İhtiyarlar Risalesi bahsinden yedinci ricayı okuyordu.

İhtiyarlar Risalesi bir biyografi. Biyografi, Üstadın tabiri ile Tarihçe-i Hayat. Edebiyatta ikiye ayrılır. Biri bir şahsın, sanatçının hayatını bir başkasının kaleme almasıdır. Klasik biyografi budur, diğeri de otobiyografidir. Bediüzzaman eserlerinin birçok yerinde kendi hayatından safhalar ve kesitler anlatır, ama o düz bir biyograf gibi değil olayları roman gibi anlatır ve içine dini ve kültürel ve psikolojik unsurlar katar. İhtiyarlar Risalesi romantizmi yüksek bir eserdir. Bediüzzaman çektiklerini önce anlatır sonra Allah’a bağlar ve bunların hikmetlerini anlatır. Bu yüzden o büyük bir otobiyografi örneği gösterir. Risale-i Nur’un büyük bir kısmı otobiyografidir. Çünkü dinle telkinleri ile hayatı arasında bağlantılar kurar, büyük empatileri biyografiye çevirir. Mesela Ayet’ül Kübra da bir büyük otobiyografidir, tabiatın ve eşyanın, nesnelerin tarihi ve maziye ait bahisleri yeni bir gözle anlatılır, bu şekli ile görülmemiş bir manevi otobiyografidir.

YEDİNCİ RİCA

Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden, HAŞİYE bir nur, bir teselli, bir rica aradım.

Sağa, yani, mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken, bana mazi, pederimin ve ecdadımın ve nevimin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Sol tarafım olan istikbale, derman ararken baktım. Gördüm ki, benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi. 
Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvâri nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbûhânedeki ıztırap çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.

Sonra bu cihetten dahi meyus olunca, başımı kaldırıp, ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek bir meyvesi var; o da benim cenazemdir, o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.

O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki, o aşağıda olan toprak, kemiklerimin toprağıyla mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette, ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil, belki derdime dert kattı.

Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti.

O cihette dahi hayır göremediğimden, ön tarafıma baktım, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış, bana bakıyor. Onun arkasında, ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

HAŞİYE

O zaman bu hâlet-i ruhiye Fârisî bir münâcat suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab risalesinde tab edilmiştir.

Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silâh-ı müdafaa olacak, cüz’î bir cüz-ü ihtiyarîden başka birey elimde yok. O hadsiz a’dâ ve hesapsız muzır şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz-ü ihtiyarî, hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları men etsin. Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm.

Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve meyusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın semâsında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki, gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf etseydi, yine o nur onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbap olduğunu biaynilyakîn, bihakkılyakîn gösterdi.

Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmâniye meclisi suretinde biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şâşaalı bir misafirhane-i Rahmânî suretinde bilmüşahede gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzet olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını, belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı imanla gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’ân’la gösterdi ki, o zâhirî zulümatta yuvarlanan dünya ise, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedâniye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmilyakîn bildirdi.

Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’ân ile gösterdi ki, o kabir, kuyu kapısı değil, belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise, hiçliğe ve ademistana değil, belki vücuda, nuristana ve Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silâh-ı müdafaa olacak, cüz’î bir cüz-ü ihtiyarîden başka birey elimde yok. O hadsiz a’dâ ve hesapsız muzır şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz-ü ihtiyarî, hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları men etsin.

Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm. 
Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve meyusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın semâsında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki, gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf etseydi, yine o nur onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbap olduğunu biaynilyakîn, bihakkılyakîn gösterdi.

Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmâniye meclisi suretinde biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şâşaalı bir misafirhane-i Rahmânî suretinde bilmüşahede gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzet olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını, belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı imanla gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’ân’la gösterdi ki, o zâhirî zulümatta yuvarlanan dünya ise, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedâniye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmilyakîn bildirdi. 
Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’ân ile gösterdi ki, o kabir, kuyu kapısı değil, belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise, hiçliğe ve ademistana değil, belki vücuda, nuristana ve Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silâh-ı müdafaa olacak, cüz’î bir cüz-ü ihtiyarîden başka birey elimde yok. O hadsiz a’dâ ve hesapsız muzır şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz-ü ihtiyarî, hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları men etsin. Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm. 

Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve meyusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın semâsında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki, gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf etseydi, yine o nur onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbap olduğunu biaynilyakîn, bihakkılyakîn gösterdi.

Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmâniye meclisi suretinde biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şâşaalı bir misafirhane-i Rahmânî suretinde bilmüşahede gösterdi. 

Hem iman, nazar-ı gaflete ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzet olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını, belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı imanla gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’ân’la gösterdi ki, o zâhirî zulümatta yuvarlanan dünya ise, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedâniye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmilyakîn bildirdi.

Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’ân ile gösterdi ki, o kabir, kuyu kapısı değil, belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise, hiçliğe ve ademistana değil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu, tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu.

Hem iman, o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz-ü ihtiyarî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenâhi bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisap etmek için o cüz-ü ihtiyarînin eline bir vesika veriyor; belki de iman, o cüz-ü ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor. Hem o cüz-ü ihtiyarî olan silâh-ı insanî, gerçi zâtında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat, nasıl ki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de, sırr-ı imanla o cüz’î cüz-ü ihtiyarî, Cenâb-ı Hak namına, Onun yolunda istimal edilse, beş yüz sene genişliğinde bir Cenneti dahi kazanabilir.

Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-ü ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dahil olduğundan; o cüz-ü ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i imanla girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u imanla istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık zahmetini çeken ihtiyar ve hemşire ihtiyareler! Madem, elhamdü lillâh, biz ehl-i imanız; ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin defineler var; ve madem ihtiyarlığımız bizi bu definenin içine daha ziyade sevk ediyor. Elbette imanlı ihtiyarlıktan şekvâ değil, belki binler teşekkür etmeliyiz.”

Akabinde bir rica da ben okudum, Bediüzzaman’ın Barla hayatında çektiği sıkıntılar ve gurbet halini anlatan ciğersuz bir vaka idi.

Altıncı Rica

Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında Çam Dağı'nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektub'da izah edildiği gibi; o gece ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki; gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de; senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılab edeceğini kalbimin kulağına söyledi.

Nefsim bilmecburiye dedi: Evet ben vatanımdan garib olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibane vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezauf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.

Evet ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var, bizim için herşey var. Madem o var, melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil, hâlî dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakk'ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabıyla taşı da ağacı da birer munis arkadaş hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler. Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'umatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahidler, bize Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlıkımızın, Sâni'imizin, Hâmimizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçı, acz ve za'ftır. Ve acz ve za'fın tam zamanı da, ihtiyarlıktır.Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçı olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.”

Sohbetin hitamında bu civarda Bediüzzaman’ın eserlerinin nasıl intişar ettiği konusu gündeme geldi. Buraya ilk hizmeti getiren Molla Abdülhamit. Buradaki medrese alimlerinden ileri gelen Hoca Reşit mevlit kandili adı altında her gün bir köye giderek, mevlitler düzenlermiş. Mevlid okunur, arkasından sureler kıraat edilir, akabinde Risale-i Nurlar okutulur. Bütün köy ahalisi kadını erkeği, herkes mevlidi dinlemeye  gelirler. Civar köylerden ve Iğdır merkezden gelen misafirleri evlere götürür onlara ikramda bulunurlar. Ve evlerde mutlak surette Risale-i Nur tanıtılır. Böylelikle Cenab-ı Peygamberin (asm) viladet-i meşhuresine yani Mevlid’e dikkat çekilir, Cenab-ı Nebi’nin macera-yı ulviyesi tahattur edilir. Zihinlerde fikirler, kalplerde tezekkürler gözler yaşlar belirir, bu şekilde gönüller parlar ve  Iğdır manevi iklimlere yelken açardı. Uzun zamandır ihmal edilen hakaik-i diniye bu şekilde fikirler yenilenirdi.

Anlatan Ömer Kardeş köye gittiklerinde büyük bir alayiş ve nümayişle karşılanır köylüler tarafından ikram için gelenler kapışılırdı. Bir efsane gibiydi o günler. Gelenler risalelerle gelir ve onları ev halklarına, çocuklara ve diğer şahıslara dağıtırlar, böylece nurun intişarı sağlanırdı. Mevlidin bir aylık süresi sonunda Van Mevlidine iştirak için giderlerdi buradaki huzzar, orada Hulusi Abiler, Molla Abdülkadir Abiler, Said Özdemir Abiler, Kırkıncı Hocalar Bediüzzaman’ın ehassül havas olan talebeleri nur talabeleriyle buluşur. Hem nuru hem Bediüzzaman’ın hem Van ufkuna yayılmış olan manevi rüzgarları teneffüs ederler, dostlar birbiri ile buluşur. Bediüzzaman’ın hayranı olan Van halkı büyük bir iştiyakla bu ziyaretçileri evlerine götürür onlara çeşitli ve harika ikramlarda bulunurlardı.

Felek mest melek mest semavat mest velhasıl sermes-i kainat ve ümmet Bediüzzaman da manevi kişiliği ile oralarda siluetiyle dolaşır, rüzgarı ile talebelerini tatmin ederdi. Mevlidlerin akabinde ziyaretçiler evlerine mutlu ve tatmin olarak dönerlerdi.

Bu Halfeli Beldesinde Nurların intişarını sağlayan Molla Reşit isimli bir zat-ı muhteremdir. Bu Zat hem medrese hocası olması, hem de Risale-i Nur talebesi olması hasebiyle toplumda büyük bir manevi etkinliğe sahiptir. Şahsiyeti halk tarafından kabul görmüş, kendine has kıyafetleri ile dolaşır yediden yetmişe Bediüzzaman ve eserlerini tanıtır. Bu iklimleri at ile dolaşır adeta “koy desinler bize deli usludan yeğdir delimiz” gibi Yunusvari hakkı hakikati anlatır ve tebliğatta bulunur. Bütün bu muhitteki Nur talebeleri onun gayret-i azimesi oluşturulmuş. Oğlu Mehmet Bey de babasının gayretlerini yadetti.

Seksen üç yaşında Mehmet Bizlig, Molla Reşit ile bir bu muhitleri dolaşır ihlas ve samimiyeti ile okuma yazması olmadığı halde ona eşlik eder. Bu arada yakalanır hapse atılır. Mahkemede yetkilinin karşısına çıkar ve onun sorduğu sorunun saçmalığı yüzünden, “bunların yasak olduğunu bilmiyor musunuz” der o da “Peygamberin (asm) cübbesi ile hakikati anlatılmasına karşı çıkanlar ancak gavurlar olabilir” der. Mahkemede tutuklanırlar ve Nurun Efsane Avukatı Bekir Berk gelir bunları savunur, hayranlıkla izlenir. Ve beraat ederler.

İşte bir gecenin hülasası.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.