Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Görünen köy

İlk Risale-i Nur sohbetinde bulunduğum tarihin üstünden, bugün itibarıyla, iki gün eksiğiyle tam kırk sene geçti.

Bu kırk sene içinde Risale-i Nur’dan iman, marifetullah, ubudiyet ve güzel ahlâka dair çok şey öğrendim. Benim gibi Ege’nin bir ilçesinde doğup büyümüş olup, İslâmî ilimlere dair bilinen öğrenim yollarıyla yolu kesişmemiş biri için Risale-i Nur’un Kur’ân’la, sünnetle, bütün bir İslâmî mirasla hemhal olmak için öğrettiği usule ve sağladığı imkâna da paha biçilemez.

Yine bu kırk yıl içinde, on yılı Risale-i Nur’a gönül vermiş insanların oluşturduğu cemaatlerden birinin içinde, otuz yılı ise bu cemaatlerin içinde değilse de bir şekilde yanında ve yakınında yaşamış olmakla da, insana ve hayata dair çok şey gördüm, çok şey öğrendim. Bir kısmının bende bıraktığı etkiyi “Şükür ki yaşandı, şükür ki bitti” diye özetlediğim çok şey…

Bu kırk yıl içinde öğrendiğim şeylerden biri de şu: Dine, imana hizmet için yola çıkmış yapılara siyaset hiç yaramıyor. Siyaset bu yapılarda ne kadar etkili ve baskın hale gelirse, sâfiyetleri o derece bozuluyor ve beraberlikleri o derece zarar görüyor. Yani cemaatler, siyasetle temaslarında, son tahlilde her açıdan kaybediyorlar; hem manen, hem sayıca...

Nitekim, Mayıs 1979 şartlarında onbeş yaşında iken tanıdığım ve yekpare bir iman hizmeti topluluğu olarak gördüğüm Risale-i Nur câmiası içinde ilk büyük bölünmeye şahit olduğum tarih, bundan sadece üç sene sonrasıydı; ve bu bölünmenin en önemli sebebi, siyasetti. 12 Eylül ihtilali sonrası siyaseten alınacak tavır konusunda yaşanan ve adım adım gelişen farklı yaklaşımlar, en nihayeti referandumda ihtilalcilerin hazırladığı anayasaya verilecek oyun rengiyle ilgili ayrışmaya gelip dayanmıştı: 1982 Anayasası için yapılacak referandumda evet mi, hayır mı demek gerekir? 

Onsekiz yaşında bir genç olarak, bu soruya verilen iki zıt cevapla, koskoca bir topluluğun çat diye ikiye bölündüğünü görüp afallamıştım. O güne kadar omuz omuza iman hizmetinde bulunmuş, içlerinde doğrudan Bediüzzaman’a talebe olmuş isimler, birbirleri hakkında ‘menfi,’ ‘hastalanmış’ gibi kelimeler kullanıyor; birbirlerine refik değil, rakip olarak bakıyorlardı artık. İmana, ibadete, ahlâka, amel-i salihe dair bir milyon konuda hâlâ müttefiktiler ama, en temel imanî meselelerde hâlâ birebir aynı düşünüyorlardı. Lâkin bir siyasî tavır konusunda oluşan bu tercih farkıyla, iman hizmeti için bir daha biraraya gelip omuz omuza duramayacak derecede birbirlerinden koparak ayrışmışlardı!

Çok genç yaşta gördüğüm ve beni afallatan bu manzarada, dikkatimi çeken ve yaşadığım dehşet duygusunu katlayan iki husus daha vardı.

İlki, bazı ağabey ve arkadaşların, bir grup üniversite öğrencisi olarak beraber kaldığımız dershanelerde düne kadar okudukları ve takdirle yâd ettikleri bazı yazarların kitaplarını raflardan kaldırmış olduklarını görmemdi. Yahut o kitapları kime ait olduğu belli olmasın, ‘menfi’ ve ‘hastalanmış’ birinin ‘reklamını yapmış olmayalım’ diye, sırtı içe saklanmış şekilde rafa yerleştirmişlerdi. Sebebini sorduğumda, o isimlerin yaşanan ayrışmada ‘karşı taraf’a düştükleri için artık makbul olmadığı söylendi. “İyi de” demiştim, “okuduğun kitap aynı kitap; haydi adam değişti desen, kitap değişmedi ki?”

İkincisi, bu gerilim ortamında, aklıselim ve makuliyet ve aklıselim zemininde kendisine yer bulamayan sivri, aşırı ve dengesiz kimi isimlerin makbuliyet için müthiş bir fırsat edindiklerini görmüş olmamdı. Normal şartlarda sözüne ve fiiline pek itibar edilmeyen kimi isimler; yaşanan ayrışmada ‘haklı taraf’ın sözümona ‘fedaisi’ görünümü, söylemi ve edasıyla, birer ‘kahraman’ olarak hayli mevki ve mevzi kazanmış haldeydi artık. Bu tecrübeden o yaşımda, haklı bile olunsa bir gerilimin aşırılıkları beslediği, makuliyet ve aklıselim kaybına yol açtığı dersini çıkarmıştım. O yüzden gerilim ortamlarını hiç sevmedim, o ortamlarda fevrî ve aşırı söylem üreten insanlardan da hazzetmedim, bilakis ürktüm.

Koskoca bir yapının ikiye bölündüğü, rüzgârının dağıldığı, enerjisinin önemli bir kısmını da birbirine karşı kullanarak heba ettiği bir zeminde, onların böylece oluşturduğu boşluğu kimlerin doldurduğunu biliyoruz, ona dair de söylenecek çok şey var, ama şimdi konumuz bu değil. Neticede, içine girdiğimde tek parça olarak bulduğum bir yapı şimdi ikiye ayrılmış haldeydi ve ben de bir genç olarak kendimce haklı gördüğüm tarafta, üstelik ‘neşriyat hizmeti’nde çalışıyordum.

Gelin görün ki, o bölünmenin üstünden çok değil beş-altı sene geçtikten sonra, bir ayrışmaya daha şahit oldum. 1980’lerin sonu, Risale-i Nur camiasının siyaseten ‘ehven-i şer’ gördüğü ‘Demokrat çizgi’nin birbiriyle çatışan iki parti tarafından sahiplenildiği bir zeminde, Nur Talebelerinin siyaseten birine veya ötekine meylettiği bir zaman dilimiydi de. Bir taraf, bu çizginin ihtilal anayasası ile yasaklı duruma getirilen parti tarafından temsil edildiğini düşünüyor; siyaseten öteki partiye meyleden taraf ise onları ‘siyasetçilik yaptığını’ söylüyordu. Neticede, eğer bu bir siyasetse iki taraf da siyaset yapıyordu aslında; ama bir taraf önceki ayrışmada gazete, dergi, yayınevi yoluyla hizmeti sürdüren taraf olarak kaldığı ve dolayısıyla tarzını ve tavrını neşriyat yoluyla duyurduğu için, bu noktada daha göze batan taraftı elbette. 

Hakikat-ı halde, özellikle bazı isimlerin bu noktada ölçüyü kaçırdığı bir gerçekti; nitekim, ilgili yapı içinde ve neşriyat hizmeti tarafında kalan biri olmakla birlikte bizim de bu noktada mücadele verdiğimizi hatırlıyorum. Meselâ o tarihte yayın ekibinde olduğumuz Köprü dergisinin Ocak 1989 kapak konusunun “İlimlerden Allah’a” başlıklı dosya çalışması mı, “Bediüzzaman ve Demokratlar” başlıklı yazı mı olacağı konusunda verdiğimiz mücadele, bununla ilgiliydi. ‘Cemaat siyaseti’ içinde etkisi olmayan zayıf gençlerdik, ama şükür ki bu dosyayla birlikte bütün bir sene derginin kapak konularını imana dair temel konular, sonrasında da bunun içtimaî alanda sınandığı zemin olarak milliyetçilik, dünyevîleşme gibi konulara tahsis etmeyi başarmıştık.

Bizim siyaseten alınan tavrı doğru görmekle birlikte ilgilenme düzeyini, üslubunu ve dozajını arızalı gördüğümüz bir zeminde bir derginin yayın ekibi içinde verdiğimiz bu mücadeleye mukabil, içinde bulunduğumuz yapıda ve özellikle onun merkezindeki ‘hizmet kurumu’nda koca koca isimlerin karşı karşıya konuşlandığı çetin bir mücadele sözkonusuydu. Baksanız, ilk etapta doğrudan siyasetin sebep olduğu bir mücadele değildi bu. Ama bu durum ilk elde doğrudan ülke siyasetiyle ilgili değilse de, ortada ‘cemaat siyaseti’nin yol açtığı bir çatışma ve ‘cemaat içinde iktidar olma’ mücadelesi veren iki grup vardı. Bu çatışmada en çok duyduğumuz söz ise, ‘emvâl’ olacaktı. Çünkü sözümona yapılan iman hizmetine destek sağlamak üzere kurulmuş olup ‘hizmet müessesesi’ adı verilen kurumlar, Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘şirket-i maneviye-i uhreviye’ olması gereken yapıları ‘şirket-i maddiye-i dünyeviye’lere dönüştürmüş haldeydi. 

İhlas Risalesi’ndeki “Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz” hükmüne karşılık, ‘hizmet’ adına kurulan şirketlerdeki sınırlı sayıdaki makam için pekâlâ çatışılabiliyordu ve Bediüzzaman Said Nursî’nin İhlas Risalesi’nde neden ‘ihlası kıran birinci mani’ olarak ‘menfaat-i maddiye’yi zikrettiğini; neden “Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler” dediğini tecrübeten görüyorduk. Biz, yani bu çatışmanın iki tarafında da olmayanlar, dolayısıyla çatışan iki tarafın da beraberce hücumuna maruz kalanlar.

Diğer taraftan, günden güne görecektik ki, bu çatışmada bildiğimiz siyasetin bir önceki bölünme gibi doğrudan bir etkisi olmasa da, alttan alta yine de etkisi vardı. Bir taraf diğer tarafı meylettiği siyasî tutumu ‘ölümüne’ aşırılığına taşımış görürken, bu itiraza maruz kalan taraf da diğer tarafı ‘aslında öbür partiye meyletmiş olup da bunu açıkça diyememek’le itham ediyordu.

Neticede, bu ikinci bölünmenin nihayetini gözlerimle görmedim. Çünkü iki tarafı da ‘içtihad’ değil ‘iktidar’ mücadelesi içinde gördüğümü açıkça ifade ettiğim için ortak düşmanları haline geldiğim için, hikâyenin sonunu görmeden o ‘hizmet müessesesi’nden ayrılmaya mecbur kalmıştım. Maamafih, bir ‘hizmet kurumu’nun varlığının ve kendi içinde bir siyaset ve iktidar mücadelesi barındıran bir ‘hizmet’ tarzının sıhhatsizliğine bir yıl önceden kâil olduğuma günlüğüm zaten şahitti; ama ileride vicdanın kendimi tazip etmemek için inceldiği yerden kopacağını bildiğim ip için ‘koparan taraf’ olmamaya karar verdiğim için sabretmiştim.

Benim için 1989 sonu, otuz senedir yaşadığım, kendimi mesleken Risale-i Nur’a müntesip olarak tanımlamakla birlikte herhangi bir gruba aidiyetten özellikle uzak durduğum hayat diliminin başlangıcını teşkil eder. Bu tarihten sonra doğrudan hiçbir grubu mensup olmamakla birlikte, bir kalem erbabı olarak Risale-i Nur’dan aldığım usul ve dersle yazdıklarım dolayısıyla çok içine kapalı birkaç grup hariç pek çok Risale-i Nur grubuyla bir şekilde temas içinde oldum. İçlerinde olmasam da, karşılarında da değildim; neticede hayatlarımızın bir şekilde birbirine değdiği ve kesiştiği noktalar vardı. Dolayısıyla, bu ‘ayrılma’ ve ‘kopma’ meselelerinin 1989’da benim bıraktığım noktada kalmadığını, bu ayrışmalarda başka sebeplerin yanında 1982’de gördüğüm gibi doğrudan, 1989’da gördüğüm gibi dolaylı biçimde siyasetin de bir şekilde dahlinin olduğunu ne yazık ki gördüm.

Sözün kısası, bir kere değil, defalarca görülen bir gerçek var: Dine, imana hizmet için yola çıkmış yapılara siyaset hiç yaramıyor. Siyaset bu yapılarda ne kadar etkili ve baskın hale gelirse, sâfiyetleri o derece bozuluyor ve beraberlikleri o derece zarar görüyor. Yani cemaatler, siyasetle temaslarında, son tahlilde her açıdan kaybediyorlar; hem manen, hem sayıca...

Ama buna rağmen, dahası Bediüzzaman’ın bu konudaki açık ifadelerine ve uyarılarına rağmen, bazı Nur Talebelerinin ‘mehdi bekler’ gibi siyasetten medet bekler halde sıralandığını görüyoruz. Bu uğurda, Bediüzzaman’ın risalelerinden, özellikle de mektuplarından bu siyasî hizalanışa uygun düştüğü düşünülen ‘seçmeler’ yapılırken, siyasetle bu şekilde bir meşguliyete müsaade etmeyen, dahası kategorik olarak siyasetle iştigali reddeden bahislerin hatırlatılmasından rahatsızlık duyulduğunu da…

Meselâ Bediüzzaman’ın “Bu cihetten, biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz” ifadesini âdeta vird edinenlerin ‘bu cihet’e dair kaydı ve ‘Demokratlar’a dair Bediüzzaman’ın tanımını gözardı ederek belli bir siyasete kayıtsız şartsız destek için mutlaklaştırdıklarını görüyoruz. Ama bunu yapanlar, bu mektubun sadece özel şartların olduğu bir seçim döneminde yazılmış olduğunu, Bediüzzaman’ın her seçim dönemi siyaseten tercih açıklama gibi bir tutumunun olmadığını, bunu teyid eden bir mektubun da bulunmadığını ise nedense söylemiyorlar.

Ama siyasetin karşısında bu derece hizalanmış haldeyken, Bediüzzaman’ın “İşte, ben de, nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için ‘Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyaseti’ deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân ve gösterilen envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir” cümlelerinde dile getirdiği ölçüler ve uyarılar yazık ki çiğneniyor. 

‘Siyasîleşmiş Nurcu’ tanımını hak eden bazıları öyle bir halde ki, Bediüzzaman’ın söylediği gibi, ‘siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var’ değil; öyleleri sadece bir siyasî partiye oy verenler içinde var; diğerleri düşman. Oysa iddia edildiği gibi ‘düşman’ dahi olsa, Bediüzzaman’ın “İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman, derste farketmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır” uyarısı, böylelerine yazık ki kâr etmiyor. Emirdağ Lâhikası’ndaki bir mektubun bir ifadesini bağlamından ve kayıtlarından koparıp belli bir siyaset için mutlaklaştıranlar, Emirdağ Lâhikası’ndaki bu mektup hatırlatıldığında ise, ‘haklısın’ demiyor, rahatsız oluyorlar ve içlerinden bazıları daha da düşkün bir tutuma yelteniyorlar: niyet okuma. ‘Bakmayın o mektubu, o uyarıyı, o ölçüyü hatırlattığına. Onun niyeti kötü. O başka bir partiye meylettiği için öyle söylüyor.’ Böyle bir beyanı veya tercihi olsun olmasın önemli değil; bu şekilde hatırlatılan uyarı tesirsiz bırakılıyor ya, o önemli. 

Maksat, ölçüyü aştığı ve şaştığı noktada uyarıya kulak verip dönmek değil; maksat, kendisine yapılan uyarıyı bertaraf edecek şekilde tarafgirliğini tahkim etmek. Bu yapılırken, ‘bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda’ verilmesi gereken iman dersi, tam aksine bir siyaset cereyanının, bir siyasî tarafgirliğin güdümünde ve onların garazkârâne telakkiyatlarıyla mülevves hale gelmiş, safiyetine halel gelmiş; umurlarında değil birilerinin…

Bu yaşananlar, ilk defa gördüğüm birşey değil. Meselemiz iman hizmeti ise, bu tarafgirliğin kapsama alanı içinde iman hizmetinde değil ‘düşmanı’ dahi kazanmak, dostu dahi korumak mümkün değil. Nitekim, dostu dahi düşmanlaştıran zehirli, kirli, pis bir dilin kokusu duyuluyor kapalı kapılar ardından veya whatsapp gruplarından…

İman hizmetiyle temayüz etmiş, onbeş yaşında benim yaşadığım gibi nice genç için hidayet vesilesi olmuş koskoca bir yapının, siyaset sebebiyle bölündüğünü, rüzgârını yitirdiğini, enerjisini heba ettiğini; dahası siyasetle memzuç bir dil ile iman hizmetindeki sözünün tesirini de kırdığını neredeyse kırk senedir görüyorum.

Görünen köy, kılavuz istemiyor. İman hizmetine, siyaset yaramıyor. Siyaset, hem ‘elmas’ kıymetindeki uhrevî iman hizmetini ‘dünyevî kırık cam parçaları’ mesabesini indirmek suretiyle nazarlardan düşürüyor, hem muvafık muhalif ayırmadan toplumun tamamını kuşatan iman hizmetini kapsama alanını belli bir siyasî tercihe hapsederek daraltıyor, dahası hem de iman hizmeti için biraraya gelmiş toplulukların kendi içinde de mutlaka ama mutlaka tefrikaya, inşikaka, bölünmeye yol açıyor.

Dolayısıyla, bu kadar zarar içinde zarar varken, derdi iman hizmeti olanın, ‘şeytandan kaçar gibi’ siyaset tarafgirliğini terketmesi gerekiyor.

Terketmeyen, yaşayacak ve görecek…

Yarın için bu topluma iman noktasında dinlenilir bir sözü ise, ancak terkedenler söyleyecek…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
27 Yorum