Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Cennetten İhraç, Düşüşü mü Hak Edişi mi Getirdi?

Çok zemin ve zamanlarda karşılaşıyoruz ama bir üniversite yurdunda, inşaat bölümü öğrencisi bir arkadaşımızın sualini ve sualin cevabı karşısındaki heyecanı ve heyecanımı hiç unutamam. Yurdum çalışma odasına uğramış ve on kadar ders çalışan arkadaşa "Bizi yirmi dakika kadar dinlerseniz, memnun oluruz." demiştik. "Olsun bakalım." cevabının sonrası, sohbete başlamış; yine onların izniyle bir saat sonra ancak ayrılabilmiştik.

Öğrencilerden, inşaat fakültesi son sınıf öğrencisi kardeşimiz önce, şeytanın yaratılış hikmetini sormuştu. "Şeytan ve tuzakları olmasaydı biz de onu onun tuzaklarına düşmemiş, cennete layık bir keyfiyet kazanmış olsaydık, olmaz mıydı?" sualini, bir cevap bulabilir miyim ümidiyle sormuştu bize.

Arkadaşa, önce şerrin yaratılmasının şer ve kötü olmadığını, çünkü neticenin büyük hayırlara vesile olduğunu anlatmış; insan âleminin şeytanla ve onun gibi muzır şeylerle mücadele sayesinde kazanımlarını sıralamıştık. Geniş ve ikna edici açıklamalardan sonra öğrenci "Hocam ben bu sualimi ilkokul dörtten beri sormadığım din dersi öğretmeni ve sonrasında iletmediğim cami imamı kalmamıştı. Hiçbirinden doğru dürüst ve ikna edici cevap alamadım. En son, size de bari bir sorayım dedim son bir ümit. Cevabı şimdi öğrenmiş olduk. Kafamdan hiç gitmeyen tereddütlerim gitti, çok hafifledim." ifadelerini kullanmıştı.

Arkadaşın sevincini unutmak zor. Aklın rahatlaması, başka bir sevince sebep oluyor. Yıllardır içinden çıkamadığımız ve cevabı için iyi niyetle yola çıktığımız her husus, açıklandığı ve mevzu zihinde berraklaştığı zaman, bazen tarifsiz bir sürûru beraberinde getiriyor.

Yine ilâhiyat fakültesi üçüncü sınıftaki bir arkadaşımız, felsefe dersinde aynı mevzuyu açan doçent hocasının işin içinden çıkamamasını anlatmıştı. Arkadaşımız da sınıfta biraz da alçak sesle:"Halk-ı şer,şer değil; kesb-i şer, şerdir." cümlesini mırıldanıyor. Yani şer ve kötü olanın şerrin yaratılması değil; şerrin, kötülüğün işlenmesidir. Hâliyle mesuliyet de o kötü fiili işleyendedir. Hoca bu cümlenin peşine düşüyor ve sonrasında "Yıllardır bu cümleyi arıyordum." ifadelerini kullanıyor. Özellikle din dersi öğretmenlerini yetiştiren kurumlarda, kelâm derslerinde Risale-i Nurların okutulmasının ve en azından bazı kısımlarına yer verilmesinin bir zaruret haline geldiğine, başka gözlem ve duyumlarımız sonunda tam kanaat getirdik. Yoksa taklitte kalınıyor, taklit de küçük bir teşkikle yani şüpheyle yırtılıyor. Sahibini sahil-i selamete taşıyamıyor.

Öğrenci kardeşimizin diğer bir suali de Hz. Âdem'in (AS) cennetten yeryüzüne düşüşünün, gönderilişinin hikmetiyle ilgiliydi. Çünkü bu düşüşün, yani cennetten dünyaya gönderilişin sonuçları, görünüşte insanlık âlemine pahalıya mal olmuş; "birkısım ben-i Âdem'in cehenneme idhalini" netice vermişti. Bir kişinin cennetten yeryüzüne indirilişinin hikmet, adalet ve vazife yönleri bilinmezse ve anlaşılmazsa, görünüş yönüyle akla tam oturmuyor.

12.Mektubun giriş, birinci sualinde buna cevap veriliyor. Defalarca okuyup mütalaa ediyoruz, etmişiz. Her okuyuşta "Mukteza-yı fıtratları olan mâlûm günahla cennetten ihrac edildi."cümlesi, dikkatimi çeker. Üstad, günaha ve günah sonrasının tasvirine, Âdem Aleyhisselam'ın cennette aldanış ve cennetten çıkış keyfiyetlerine hiç yer vermiyor. O kısım için, "mâlûm günah" deyip geçiyor. Suallerin çoğu ve asıl ağırlığı, kısmen İsrailiyatın da karıştığı bu kısımla ilgili değil zaten. Bu kısımla vakit geçirmeyi gerek görmüyor üstad. O kısım için "mâlûm günah" demek yeterli.

Peki, hikmeti nedir?

Hikmeti, tavziftir. Yani Âdem Aleyhisselam bir vazife ile dünyaya gönderilmiştir. Cevap kısa ama o kısalıkta büyük bir uzunluk var.

Bu vazifelendirilişin derinlik ve isabetini; ancak dünyaya gönderilişin kazanım ve kayıplarını muvazene ile anlayabilir ve kavrayabiliriz. Hiçbir emek vermeden, hep cennette mi olsaydık daha bir kemâlde olur ve daha çok lezzet alırdık; yoksa ebedî lezzetleri, kendi âmelimizin bir ücreti olduğunu bilmekle mi alırdık? Üstad, ebedî lezzetlerin kendi âmelinin bir ücreti olarak görmeyi İşârât'ül İ'caz'da "Ekle şürbün (yeme ve içmenin) lezzetini ikmâl eden esbab" olarak sayıyor.

Bu, dünyada da öyle değil midir? Bir fındığın veya cevizin kabuğunu, kendi kıran insan, onların tadını daha derinden alır. Hazır fındık, senin kırdığın fındık kadar tatlı değildir. Emeksizdir çünkü. İşte, dünya hayatı da cennetin kabuğu gibidir. Bu kabuğu kırarak, kabuğun içine sahip olmak, yani "cennette mecbur kalınmış bir amelin karşılığı olarak değil de kazanılmış bir değer olarak bulunmak" daha değerli ve daha lezzetlidir. Gölgesiz, içinde burukluk olmayan bir lezzettir.

Cennet, ücret yeridir; âmel yeri değildir. Âmel, zıtların karışık olarak devam ettiği bir âlemde işlenir, işlenebilir. Cennet öyle bir âlem değildir. Öyle bir âlem ücret âlemi olmaz zaten. Bu yönüyle bir arkadaşımızın isabetli tespitiyle "Cennetten arza düşüş, çıkış, dünyaya iniş, bir cennetten kovulma değil; belki cennete değer katma projesidir." diyebiliriz. Başka bir deyişle,cennetten dünyaya iniş, cenneti hak etme, alın teri ile kazanma fırsatıdır.

Yoksa herkes cennette eşit olacaktı. Şu anda mevcut dünyaya gelmekle belki insanlar sayısınca, binler mertebe olmayacaktı.İyiler, iyilikler kaybolacak, anlaşılmayacak; kötüler, kötülükler ortaya çıkmama hatırına binlerle iyilik mertebesi, heba olacaktı.

Nihayetsiz makamatı kat edecek mahiyetteki insan, sadece cennette kalmakla, önü kesilecek, makamı dondurulacak, bir mertebeye sabitlenecekti. Bu, daha büyük bir haksızlık olmaz mıydı? Daha öncesinde nebatat, hayvanat ve melakât gibi yanlış da yapabilme hürriyeti olmayan varlıkların misafireten bulunduğu dünyaya; yanlış yapmamayı tercih etmek, yanlıştan dönmeyi seçmek hürriyeti olan insanın gönderilmesiyle hak yerini bulmuş; hikmet tahakkuk etmiş oldu böylece.

Evet dostlar, insanın kendini tanıması, geliştirmesi; özgün ve özgür hâlini ortaya çıkarması her şeye değer katan "Ben diyebilmesi" nötr hâlinden parça parça, her an ayrılıp gelişim ve değişim yoluna çıkması, çıkabilmesi cennet hâli değil, ancak dünya hâliyle mümkün. Dünya hâlinin olmaması, insanın dünya ile tanışamamasının neticesi, yani "istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf etmemesi" ile insanlığın kayıplarının, kaybedeceklerinin hayali bile dehşetlidir. Saman için buğdayı, kömür için elması, çamur için altını feda etmek; kemiyetin uğruna keyfiyeti yok saymak kadar bir zulüm ve haksızlıktır. İşte dünya imtihan meydanın açılmaması bunları netice verecekti. Akıl ve hikmet böyle bir haksızlığa razı olur muydu?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum